Türkiye bir geçiş devleti olarak mı kuruldu?
90 yıllık anlaşma ne içindi?
Eğitimden sağlığa finanstan medyaya, mimariden sanata…
Bu Cumhuriyeti kimler inşaa etti?
Kuruluştan bu yana hep şanslı olanlar kimlerdi?
Her şeye rağmen yine de bir mucize yaratabilir miydik?
Kimler engel oldu?
Hiç samimiyetle düşündünüz mü?
Cumhuriyetimiz neden bu kadar kolay çöktü?
***
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ … 7
1. BOLÜM
GEÇİŞ DEVLETİ … 13
2. BÖLÜM
CUMHURİYET BİR MUCİZEYDİ … 49
3. BÖLÜM
BAĞA BAHÇEYE KONANLAR … 75
4. BÖLÜM
KÜRTLERLE DANS … 113
5. BÖLÜM
AŞK-I MEMNU (YASAK AŞK) … 139
6. BÖLÜM
BUGÜNDEN BAKINCA … 177
GİRİŞ
. . .
2011 yazının son günleriydi.
Bir arkadaşımla beraber İstanbul’un sakin ve güzel balık lokantalarından birine oturmuştuk. Bir yandan yemeğimizi yerken bir yandan da yazmaya devam ettiğim “Amin”i konuşuyorduk. Daha doğrusu ben heyecanla anlatıyordum, o dinliyordu. Kitabın hikayesine kendimizi o kadar kaptırmıştık ki etrafımızda kim var, kim yok merak bile etmedik.
Epey zaman sonra arkadaşım sigara içmek istedi. Lokantanın dışına çıkacaktı. Benim kullanmadığımı biliyordu ama “Hadi sen de gel, orada devam ederiz kitabı konuşmaya.” deyince kıramadım.
Kapının önündeki tek masaya sıkıştık. Yine hararetli bir şekilde kitabı anlatıyor, bir yandan da onun eleştirilerini dinliyordum.
Bir süre sonra lokantanın içinden bulunduğumuz yere doğru bir hareketlilik oldu. Önce iki koruma belirdi. Ardından biri yanımıza sokuldu. Güvenlik mensubu olduğu her halinden belli olan orta yaşlı olanı kulağıma eğildi ve “Efendim müsaitseniz, Yaşar Paşam size eşlik edecek.” dedi.
Şansın bu kadar cömert olduğu anlar pek sık değildir. “Elbette…” dedim heyecanla.
Az sonra eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt masamıza ilişmişti. O da bir türlü vazgeçemediği sigarasını tüttürecekti. Selamlaştık. Hoş beş faslından sonra yazarlık merakımı daha fazla gizleyemedim. Gecenin de samimiyetiyle onunla ilgili tezimi söyleyiverdim.
“Paşam, bir önceki kitabımda da dolaylı olarak dillendirdiğim bir tez var. Cumhuriyet, 3 şey açıklanırsa yerinden sarsılır. 1. İngiliz Belgeleri, 2. Latife Hanım’ın günlükleri 3. Yaşar Paşa’nın hatıraları. Katılır mısınız?”
Önce şaşırdı. Sonra sigarasından derin bir nefes çekti. Arkasına doğru yaslandı ve bana bakarak konuştu.
“Galiba doğru söylüyorsunuz. İlk ikisi de doğru ama üçün- cüsü tamamen doğru.”
Merakımı yenemeyerek üsteledim.
“Peki, anılarınızı yazacak mısınız?”
“Aslında bir şeyler karalıyorum. Epey de oldu. 300 – 400 sayfa. Ama hayattayken asla yayınlamam.”
“Neden?”
“Eğer tam anlamıyla gerçekleri yazarsam, ülkem zarar görür; yok yazmazsam kendime olan saygımı yitiririm.”
Tam da benim tezlerimle örtüşen bir Yaşar Büyükanıt’tı karşımda oturan.
4 Mayıs 2007 günü Dolmabahçe’de ummadığı bir şeyle karşılaşan bir Büyükanıt portresini tamamlıyordu.
Acaba Yaşar Paşa’nın yazmaktan çekindiği, ülkemizin zarar göreceği gerçekler neydi? Neydi onu bu denli korkutan? Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda öğrendiği nasıl bir bilgi olabilirdi?
Ma’amin’de1 konuyu nasıl anlatmıştım, gözlerimin önüne geldi.
“… 27 Nisan 2007 günü Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turu yapılmış ve Abdullah Gül yeterli oyu henüz sağlayamamıştı. O günün akşamında Genelkurmay’ın internet sitesine konan bildiri tam anlamıyla bir muhtıraydı. Peki, sonra ne oldu? Tam bir hafta sonra yani 4 Mayıs’ta Genelkurmay Başkanı Büyükanıt ile Başbakan Erdoğan Dolmabahçe’de bir araya geldi. Ünlü Dolmabahçe mutabakatında neler konuşuldu hiç açıklanmadı ama her iki tarafta bu görüşmenin gizli olduğunu ve aralarında kalması gerektiğini ısrarla vurguladı. Yani hem önemli bir konuşma olduğunu belirtmek istiyorlar hem de konuşulanların bir sır olarak kalacağını vurguluyorlar.
Bakmayın siz Fikri Sağlar’ın işi magazinleştirip Bayan Büyükanıt’ın harcamaları konuşuldu sözlerine. Hiçbir Genelkurmay Başkanı eşinin harcaması gibi şeylerden ötürü geri adım atmaz. Soru şu: Başbakan Erdoğan, Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’a Cumhuriyetimizin kuruluşu ile ilgili bir belgeyi sunmuş olabilir mi? Ve bu belgeyi gören Büyükanıt, 4 Mayıs’tan sonra geri adım atmaya başlamış olabilir mi?”
Öyle bir belgenin olup olmadığını o akşam da öğrenemedim. Ama edindiğim izlenim daha önceki kanaatimi doğrular nitelikteydi.
Bizim bilmediğimiz bir şeyler vardı ve Büyükanıt bunu açıklayamıyordu. Üzülüyor, bunalıyor ama konuşamıyordu.
Sohbetimiz iyice uzamıştı. Artık lokanta iyiden iyiye boşalmış, saat gece yarısına dayanmıştı. Paşa’yla 2,5 saate yakın süren konuşmamızda bir şey dikkatimi çekmişti.
Yaşar Paşa her yarım saatte bir adımı soruyordu. Adımı söylüyordum ağır işiten kulaklarıyla duyuyor ama yarım saat sonra tekrar soruyordu.
Bir, iki, üç…
Paşa ısrarla devam ediyordu.
Gece 1’e doğru vedalaştık. Ona yayınlanan kitaplarımı göndereceğimi söyledim.
Ama paşanın unutkanlığı kafamı kurcalamaya başlamıştı. Ertesi gün Büyükanıt’ın dostu olduğunu bildiğim birkaç kişiye ulaşmaya çalıştım. Zorlanarak da olsa, bir bilgiyi teyit etmeye çalışıyordum.
Acaba Paşa neden bu kadar unutkan olmuştu? Tahmin ettiğim durumu sonunda öğrendim.
Yaşar Büyükanıt, çağımızın illeti Alzheimer’e yakalanmıştı.
Yani hiç unutmaması gereken adam, yakın tarihe dair belleğinde ne varsa illet hastalığın insafına terk etmişti.
Her şeyi hatırlaması gereken bir komutan, belki de “dünü” unutmuş olabilirdi.
Merakım dinecek gibi değildi. Nöroloji uzmanı bir hekim dostumu aradım. Bu hastalığın aniden gelişip gelişmeyeceğini sordum. Ani yaşanan büyük üzüntü veya sıkıntının bu hastalığı tetiklediğini söyledi.
Yaşar Paşa’nın Genelkurmay Başkanlığı sırasında büyük üzüntüler yaşadığına eminim. Çünkü çok ağır eleştirilere uğradı. Kimi zaman pasif olmakla, kimi zaman hain olmakla suçlandı.
Hatta o kadar ileri gidildi ki… Ne dedesinin ajan olduğu kaldı, ne karısının kumar borcunu ödemek için Barzani’den borç para aldığı…
Yahudi asıllı olduğu ve dedesinin mezarının İsrail’de gömülü olduğu dahi tartışıldı. Cumhuriyetin en sıkıntılı günlerinde en tepedeki asker olmanın bedelini bir hayli ağır ödedi yani.
Yaşar Paşa’nın bir hastalık sonucu yaşadığı durumu belki hepimiz bir müddet sonra doğal yoldan toplumsal olarak yaşayacağız.
Cumhuriyet’e dair güzel hatırladığımız ne varsa unutacağız.
Peki içimizi titreten cumhuriyetimizi nasıl bu kadar kolay sarsıldı?
Neden bu yüksek ahlak ve sarsılmaz bir ideali layıkıyla yaşatamadık.
. . .
Artık samimiyetle sorgulamamızın zamanımız gelmedi mi? Biz bu cumhuriyeti neden kaybettik?
Gürkan Hacir
Eylül 2012
İstanbul
“İyi bir Siyonist olmak için
bir parça antisemit olmak gerekir.”
Chaim Greenberg
Ma’amin2 tartışılan bir kitap oldu.
En çok tartışılan – konuşulan bölümü de, Türkiye’nin 90 yıllık bir planla kurulduğu iddiasıydı. Birçok okur bu iddiayı açmamı istiyordu. Yaptığım onlarca söyleşide okurlar bu iddianın dayanaklarını merak ediyorlardı.
Kitaptaki bir başka iddia ise, Cumhuriyetimizin İngilizlere ‘rağmen’ değil, İngilizlerin ‘onayı’yla kurulduğu iddiasıydı. Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanma sürecinin ve onu tetikleyen olayların İngilizlerin planı dahilinde ilerlediğini not etmiştim.
Peki bu iddianın içinde “Yahudi faktörü” nereye oturuyordu?
İngilizlerin nihai hedefi Ortadoğu’da ‘Büyük İsrail’ devletini kurmak ve onun hemen yanında küçük judaik ada devletler yaratmaktı.
Kuşkusuz bu cümleyi 3 – 4 yıl önce yazmış olsaydım, birçok okur “Hadi canım bu kadar da olmaz.” diyerek kitabın kapağını kapatacaktı.
Ama bugün hemen yanı başımızda kurulan Irak Kürt bölgesinin, İsrail’in ve Amerika’nın (Dolayısıyla İngiltere’nin) kontrolü altında olduğunu görüyoruz. Barzani’nin İsrail güdümünde bir devlet inşa ettiğini ve büyük fınansal gücünü yine aynı ülkelerden edindiğini artık günlük gazetelerden bile okuyabiliyoruz.
O halde şu soruyu sormamız zorunlu oluyor:
‘‘Türkiye bu planın neresinde?”
Cevabı bekletmeden vereyim.
Türkiye’nin 1920’lerin başında bir geçiş devleti olarak kurulmasına izin verildi.3
Çalkantılar içinde savrulan imparatorluğun parçalanması için İttihat Terakki uygun bir modeldi. Cemiyet içinde ‘özgürlük’ ve ‘Türkçülük’ talepleri köpürtüldü. Burada hemen belirteyim. İttihat Terakki’nin birçok mensubu samimiyetle bu ideallere inanıyorlardı. Bir imparatorluk olarak yaşayacağımıza ve bunun hakim sınıfının yine Türk ve İslam olacağından kuşkuları yoktu.
İşte bu noktada, Türkçülük fikri dizayn edilmeye başlandı. Kurulacak ulus – devlet modelinin fikri temelleri atılıyordu. Kimler tarafından?
Bizzat Yahudiler tarafından. Moiz Kohen Türkçülük akımının fikir babasıydı. Ziya Gökalp ondan etkilendi. Moiz Kohen’in yazdığı ‘Türk Ruhu’ temel eser oldu.
İmparatorluğu bir tarafa bırakıp, bir ulus ideali etrafında birleşme zamanıydı.
Birinci Dünya Savaşı sonunda plan yürürlüğe konulmak için hazırdı. İttihat ve Terakki’ye tam olarak bulaşmamış4 Mustafa Kemal ismi bugünlerde ortaya çıktı. Anadolu’da kurulmasına izin verilecek geçiş devletinin başına onun geçmesi uygundu.
Burada bir küçük parantez açmama izin verin lütfen… Elbette büyük kahramanlık destanımız olan milli mücadelemizi ve onun önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün askeri ve siyasi dehasını yok saymıyorum. Asla böyle bir şeyi düşünmem bile. Ama Ma’amin’de ayrıntılı anlattığım gibi, bizim burada kuracağımız devlet bir uzlaşı üzerine şekillendirilmiş bir devlettir. Yunanlılarla
————
1 Bizim Hep İnanmamızı İstediler / Ma’amin, Profil Kitap, 2012.
2 Bizim Hep İnanmamızı İstediler / Ma’amin – Profil Kitap / 20l2
3 Balıkesir Üniversitesi öğretim görevlisi, araştırmacı Bülent Özdemir’in tesadüfen bulduğu İngiliz istihbarat raporları, bugünü anlamak için bize müthiş ipuçları veriyor. Özdemir’in Süryanilerle ilgili bir çalışma yapmak için gittiği Georgetown Üniversitesinde bir evrak dikkatini çekti. “Personalities Turkey”. Bunlar İngiliz İstihbaratının Türkiye’deki önemli kişiler hakkındaki biyografik bilgi notlarıydı. Hepsini tek tek okudu. Sonra derledi ve çevirisini yaptı. Sonuç: İngiliz veya Amerikalı hiç fark etmiyor. Koloniyal güç daima not alıyor, istihbarat topluyor… Ve yıllar bize gösteriyor ki, bu istihbarat notları genelde doğru çıkıyor. Devrin en kudretli adamı Enver Paşa… “1913’ten beri Harbiye Nâzırı. Yaklaşık 30 yaşında, sarayda çalışan bir katibin oğlu. Babası, şimdi sarayın baş mimarıdır. Askeri ateşe alarak Berlin’e gönderildi. Orada Almanlar tarafından pohpohlandı ve Alman sempatizanı oldu. Trablusgurp Savaşı sırasında Bingazi’nin savunması sırasında oynadığı rolden dolayı, şöhret itibariyle başı iyice döndü. Ancak gerçekten askeri bir yeteneğe sahip olup olmadığı henüz ispatlanmış değildir. Balkan Savaşları sırasında önemli bir başarısı yoktur. Türkiye tarihinde ilk defa ordu içinde yeteneksiz ve yetersiz olanları temizlemek gibi bir cesareti gösterebilmiştir.” O yıllardaki öneminden olsa gerek, istihbarat notlarındaki en uzun bölüm Enver Paşa’ya ayrılmış. Ama Paşa’yla ilgili kriptonun son bölümü oldukça ilginç. Sanki Enver Paşa’nın birkaç yıl sonra başına gelecekleri önceden ‘sezmişler’ gibi. “Suikasta uğramamış olması büyük sürpriz. Bu konuda büyük dikkat gösteriyor ancak devrim önce kendi çocuklarını yer.” Peki İttihat Terakki’nin ünlü troykasının diğer iki üyesi İngiliz istihbarat raporlarında yok mu? Olmaz mı? Talat Paşa “…Dahiliye Nazırı. Pomak ya da Çingene kökenli Batı Trakyalı bir Müslüman. Eski yönetim zamanında bir postane memuru iken basamakları hızla çıktı. Harika bir kişilik, enerji ve kararlılığa sahip. Çok zeki ve esprili birisi… … O Türk devriminin çok fazla yücelttiği kişilerden biri. Hiçkimse beş yılda, Avrupalı bir devlet adamı olma noktasında onun kadar yükselmedi.” Bakın aynı kriptoda sadece iki cümle sonra neler deniyor Talat Paşa için: “Çok vicdansız, sözüne güvenilmez birisi.” Etnik ve dinsel aidiyetler de hiç atlanmamış. Tıpkı bugün ortalığa saçılan kriptolarda olduğu gibi… Bakın Halide Edip (Adıvar) için neler yazılmış: “Bir kadın.. Türk kadınının oy kullanma hakkını savunan bir Yahudi. Cemiyet yanlısı. Tanin’de yazmakta. Çok iyi bir romancı.” Eşi Adnan Adıvar’ın deklare Yahudi olduğunu biliyorduk ama İngiliz istihbarat raporlarına göre kendisi de öyleymiş. Ahmel Ağaoğlu için de Kafkas kökenli bir Yahudi notu var. Sabetayistler de ihmal edilmemiş. Bugün artık deklare olmuş Sabetayist aileleri yüz yıl öncc İngiliz emperyalizmi tek tek not etmiş. Maliyeci Cavid Bey. Dilberzadelcr, Karakaş Ailesi, Kibar Ailesi… Yani “Büyük Abi” nin adı değişiyor, yeri değişiyor ama tekniği hiç değişmiyor.
4 Mustafa Kemal Atatürk’ün İttihat Terakki ile ilişkisi son derece sınırlıdır.