Anayurt Oteli – Yusuf Atılgan
İstasyona yakın Anayurt otelinin kâtibi Zebercet üç gün önce perşembe gecesi gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının o gece kaldığı odaya girdi, kapıyı kilitledi, anahtarı cebine koydu. Işık yanıyordu. Sırtını kapıya dayayıp çevresine baktı. Kadının bıraktığı gibi duruyordu her şey: yatağın ayakucuna doğru atılmış yorgan, kırışık yatak çarşafı, terlikler, sandalye, başucu masasındaki gece lambası, bakır küllükte bitmeden söndürülmüş iki sigara, tepside çaydanlık, süzgü, çay bardağı, kaşık, küçük bir tabakta beş şeker (altı şeker koymuştu o gece bir çay içebilir miyim acaba demişti odaya girince üçlük çaydanlıkta demlemişti çayı bir elinde tepsi kapıyı vurmuştu girin yatağın kıyısında oturuyordu paltosunu çıkarmış kara kazağı iri yuvarlaklı gümüş kolyesi bakmıştı zahmet oldu size sonra o köye nasıl gidileceğini sormuştu öyleyse saat sekizde uyandırın beni lütfen olağan bir şeymiş gibi nüfus kâğıdım yok demişti… Kokuyu ertesi sabah o gittikten sonra odaya girerken duydu; kapıyı çabucak kapadı; ışığı söndürmemişti giderken. Karyola demirindeki havluya, yatağın ayakucuna atılmış yorgana, kırışık yatak çarşafına, terliklere, sandalyeye, başucu masasındaki gece lambasına, bakır küllükte bitmeden söndürülmüş iki sigaraya, tepsideki çaydanlığa, süzgüye, çay bardağına, tabaktaki şekerlere baktı, saydı: “Tek şekerli içiyor çayı.” Ama o koku yoktu; belki dün gece de yoktu; oysa kadın [o sabah küçük deri valizini yere bırakıp çantasını açarken ne kadar borcum diye sormuştu üstü kalsın yüzüksüzdü elleri çok teşekkür çay için de valizini aldı gitti] gideli kapısı hep kapalıydı, kilitli, anahtarı cebinde; yalnız bütün gün bekledikten, dışarıdakiler döndükten, sokak kapısını kilitleyip demirledikten sonra geceyarısı (çalınmıştı kapı gidip açmıştı paltosunun önü açık valizi elinde çantası omzuna asılı odanız var mı yürümüş anahtarı almıştı askıdan) salonun ışığını söndürüp odaya giriyordu üç gecedir), karyola demirinde kadının unuttuğu havlu, sırma püsküllü vişneçürüğü perde, lavabonun üstünde duvara asılı iki ucu çiçekli değirmi ayna (da gördü kadının gittiği sabah yüzünü her şey aşağıya çekikti yüzünde; kaşlarının uçları, ağzının iki kıyısı, burnu. Uzun süre baktı; oysa haftada üç kere tıraş da olurdu. Küçük, dört köşe bıyığı. Kadının baktığı işte bu yüzdü o gece [çay tepsisini bırakıp çıktıktan, dış kapıyı bir daha kilitleyip demirledikten sonra çalar saati her sabah altıda uyandığı halde altıya kurdu; ışığı söndürdü; saat elinde kapının önünden geçip muşamba kaplı merdivenleri gıcırdatmadan çıkarak tavanarasındaki iki odanın biri <ortalıkçı kadının odası; ter kokar. Çok uyur kadın, erkenden yatar. Sabahları sarsa sarsa kaldırır. Çoğu geceler bu odaya girer, kadının yanına uzanırdı. Çıkarırken uykusu bozulmasın diye donsuz yatar, bacaklarını da biraz aralardı kadın. Okşarken, üstündeyken bile uyanmazdı. Kimi zaman memesini ısırırdı; ‘of köpek’ ya da ‘hoşt köpek’ derdi uykusunda. Üstünden inince bir mendille silerdi kadının orasını> ne, kendi odasına girdi; saati başucuna koyup soyundu, yattı. Az sonra caddeden geçen bir arabanın titrettiği yatağında doğruldu: ayaklarını yıkamayı unutmuştu. Her gece yatmadan ayaklarını yıkardı. Kalktı, ayaklarını yıkayıp döndü; bir süre yatağın kıyısında oturdu. “Kilitlemediyse kapısını, biri açarsa yanlışlıkla.” Giyindi, çıktı. Merdivenleri gıcırdatmadan indi, kadının kapısı önünde durdu. Anahtar deliği karanlıktı; soluğunu tutup dinledi, yüreği çarpıyordu. Yuvarlak, kaygan tutamağı yavaş yavaş, dura dura sağa doğru çevirdi, omzuyla yokladı kapıyı: kilitliydi. Soluğu düzeldi. Tutamağı gene yavaş yavaş, dura dura sola doğru çevirdi, bıraktı. Merdivenleri ağır ağır çıktı; ortalıkçı kadının odasına girdi, ışığı yaktı. Yorgan kıpırtısızdı; beriki ucunda iri ayakları dışardaydı, tabanları karamsı. Işığı söndürüp çıktı, kapıyı kapadı. Odasına girip soyunmadan yatağa uzandı; bütün gece, uyumadan, saat çalmayabilirdi, uyuyakalırdı belki] ve o sabah. Sekize doğru çay suyunu ispirto ocağına koydu. Tam sekizde kapıya yaklaştığında durdu, biraz daha uyuttu; kapıyı vurdu. ‘Evet, kalkıyorum.’ Çayı demledi. Boyunbağının düğümünü düzeltti, koltuğuna oturdu. Önünde kalın kayıt defteri duruyordu. Adını soramazdı artık, gidiyordu. Odanın kapısını çekip kapamış yaklaşıyordu: kara saçları, önü açık kahverengi paltosu, duman karası çorapları, kısa topuklu ayakkabıları. Küçük deri valizini yere bırakıp çantasını açarken ‘Ne kadar borcum?’ diye sormuştu. ‘Üstü kalsın.’ Yüzüksüzdü elleri, uzun tırnakları açık pembe. ‘Çok teşekkür; çay için de.’ Valizini almış gitmişti. Kadın dış kapıdan çıkınca o adam girmişti, elinde küçük deri valizi. Kemiksiz gibiydi yüzü. ‘Odanız var mı?’ ‘Evet.’ ‘İyice bir oda olsun lütfen. Şu giden kadının kaldığı odayı…’ ‘Odasını bırakmadı efendim, kalacak daha.’ ‘Peki, başkası olsun.’ Cebinden nüfus kâğıdım çıkarıp defterin üstüne koydu. ‘İşiniz?’ ‘Emekli subay yazın.’ Askıdan anahtarı alıp uzattı: ‘iki numara, ikinci katta, merdiveni çıkınca solda.’ Üç gündür öğle sonları, geceleri salonun köşesinde oturup gazete, kitap okuyordu adam; sigara içiyordu. Kapının her açılışında kısaca bakıyordu. Geceleri on birden sonra çıkıyordu odasına. Dün gece küllüğü döküp yanına bıraktığında soracak gibi olmuş, sormamıştı. Bu gece sordu. Geç dönmüştü dışarıdan; geçerken önünde durdu; rakı kokuyordu. Yüzüne baktı. ‘Bıyığınız yakışıyordu size.’ Alay mı ediyordu? Bu sabah tıraş olurken bıyığını kesememişti. Gülümsedi. ‘O kadın çıkmıyor mu odasından?’ ‘Hangi kadın?’ ‘Şu benim geldiğim sabah, cuma sabahı kapıda…’ ‘O mu? Gitti efendim, dün sabah.’ ‘Gitti mi? Nereye?’ ‘Söylemedi; bilmiyorum.’), aynanın sağındaki askıda otelin havlusu, tavanda kurşun borunun ucundaki abajur, sağ duvarın ortasındaki kalın çerçeveli resim: Geniş, süslü bir sedire uzanmış, tüller içinde, iri kalçalı, iri memeli bir kadın; iki yanında ellerinde yelpaze yarı çıplak iki zenci kız. ‘Çalımına bak şu sömürgeci kapatmasının’ demişti Dişçi. Eskiden birgün babası bitpazarından alıp getirmiş, buraya asmıştı. ‘Oğlum Zebercet, ben ölünce olur olmaz kimselere vermezsin bu odayı. Bir otelde böyle bir oda gerek.’ Sırtını kapıdan çekip yürüdü, resmin önünde durdu; bir süre baktı. Dönüp aynaya yaklaştığında o adamın kaldığı üstteki odadan tıkırtılar geliyordu. Dinledi: tahta gıcırtısı, su sesi. “Yüzünü yıkıyor olmalı. Kustu mu?” Sesler kesildi. Aynaya baktı: bıyığı yerindeydi; ama burnu biraz yukarı kalkmış gibiydi. Geri dönüp yatağa doğru yürüdü, başucu masasının yanında durdu. Yastık örtüsünde karamsı lekeler vardı. Ne yapmaya gitmişti o köye? Bir kesiklik duydu dizlerinde; karyola demirine tutunurken elini çekti; yürüdü. Işığı söndürmeden kapıyı açtı, çıkıp kilitledi. Merdivenleri çıkarken ikinci kattaki iki yataklı odada bir adam horluyordu. Üçüncü katta sofanın ışığını söndürdü; 6 numaranın kapısı önünde durdu, içeriyi dinledi; ses yoktu. Tavanarasına çıktığında karşıda, yerde bir çift göz parlıyordu: otelin kedisiydi bu.
Kasaba:
Ya da kent. Doğudan geliniyorsa, gündüzse, tren yavaşladığında karşısındakiyle konuşan ya da gazete okuyan biri nereye geldiklerini görmek için başını sola çevirdiğinde birden ürperir: yarı belinden sonra yükselen dimdik kayalarıyla koskoca bir dağ trenin üstüne devriliyor gibidir. Kasaba (ya da kent) minareleri, ağaçlı, geniş sokaklarıyla bu dağın eteğinde yayılır. (Geniş sokakları, parkları, arsaları oluşunun nedeni ‘Yangın’dır. 1922 yılı Eylül ayı başlarında Yunanlılar giderayak burayı yaktılar. Yaşlı adamlar ‘Her mahalleden eli silâhlı bir tek erkek çıksaydı yanmazdı burası’ derler. Çoğu dağa kaçtı; bütün
gün bütün gece aşağıdaki büyük yangını seyretti.) Önünde, kuzeyinde yeşilli sarılı bir ova uzanır; bu ovadan yazın ağır ağır, döne döne, kışın yayıla yayıla, bulana bulana bir ırmak akar. Üzüm bağları, pamuk, buğday tarlaları ve büyük köyler vardır ovada.
Otel:
İstasyonun arkasındaki alandan ana caddeye çıkan sokağın karşısında, eskiden zengin Rumların da oturduğu bir semtte olduğu için yanmadan kalmış yapılardan biri, üç katlı bir eşraf konağı. (Keçecilerin Rüstem Bey Yangın’dan bir süre sonra İzmir’e yerleşince eskiden nüfus kâtibi olan Ahmet Efendi’nin üstelemesiyle konağı otel yaptı. Zamanla her kata ayakyolu, odalara lavabo yapıldı; salonun, sofaların, odaların tahta tabanları, merdivenler kalın muşambayla kaplandı. Yıldan yıla o kasaba oteli kokusu da sinince içine eski konak bir otel oldu. Rüstem Bey’in anlattığına göre konağı geçen yüzyılda dedesi Keçeci Zade Malik Ağa yaptırmış. Kapı kemerinde, şimdi otel levhasının altında kalan, ak mermer üstüne kabartma bir yazı varmış. O zamanlar kasabanın ileri gelenlerinin doğan çocukları, ölen yakınları için tarihler düşürüp birkaç kuruş kazanan bir yerli ozan, konak yapıldığında ‘ebced’le birşeyler uyduramadığından olacak, ölçüsü ne aruza ne heceye uyan tuhaf bir tarih yazmış:
Bir iki iki delik
Keçeci Zade Malik
Arap rakamlarıyla ‘bir, iki, iki delik’ bin iki yüz elli beş ediyor; şimdiki tarihle bin sekiz yüz otuz dokuz. Caddeye bakan yüzü aşı boyalı. Üç mermer basamakla çıkılan dış kapı iki kanatlı, yarıdan yukarısı camlı, demir parmaklıklı, kapının iki yanındaki iki büyük pencere de parmaklıklı; öteki katların pencerelerinde parmaklık yok. Kapının üstündeki kemerde koyu yeşil üstüne ak yazılı büyük teneke levha: ANAYURT OTELİ. (Düşman elindeyken belirli bir direnme göstermemiş kasaba ya da kentlerde kurtuluşun ilk yıllarındaki utançlı yurtseverlik coşkusunun etkisi belki.) Kapıdan girince karşıda ikinci kata çıkan oymalı tahta korkuluklu merdiven, solda sandık odası-kiler-çay ocağı olarak kullanılan küçük bir oda. (Eskiden tek yataklı odalardan biri de buydu. Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının gittiği köyden Rüstem Bey’in bir tanıdığının Zebercet’le yaşıt oğlu ortaokulda, lisede okurken kışları bu odada kalırdı. Sonraları, Zebercet askerdeyken babası indi buraya. Gerçekten de otel kâtibi için en uygun oda burası; ama babası ölünce Zebercet buraya geçmedi; bir zamanlar boş kaldıkça kiralık kitap okuduğu, lise avlusunda beden eğitimi yapan kızları düşünüp abaza çektiği eski odasında kaldı.) Bununla merdiven altı arasında yarımay biçimi, tek basamaklı yüksek masa ve bir koltuk. (Uzak ilçelerin birinden bir siyasal partinin yıllık toplantılarına geldiğinde bir-iki gece otelde kalan iriyarı, konuşkan dişçi buna “Zebercet Efendi’nin kürsüsü” der.) Bunun yanında dar-uzun bir masada duvara dayalı demir kasa. Merdiven altında avluya açılan camlı kapı; salonda dört köşe iki alçak masa, çevrelerinde kara meşin kaplı dörder koltuk; tavandan sarkan kurşun boruların ucunda iki abajur; sağ duvarda Mustafa Kemal Paşa’nın bir boy resmi asılı; merdivene çıkmadan sağda büyük bir kapı; üstünde ‘1’ yazılı. Kapılar, duvarlar fildişi yağlıboya. Dış kapının sağındaki duvarda dikdörtgen bir karton asılı: Kapı gece ’12’de kapanır. İkinci kata çıkınca solda tek yataklı ve üç yataklı iki oda, sağda ayakyolu, iki ve üç yataklı iki oda. Üçüncü kat aynı. Üç katın merdiven dönemeçlerinde avluya bakan üç pencere. Tavanarasında sağda banyo, mutfak, solda eğri tavanlı iki oda. Küçük pencereleri yandaki yapının damına bakıyor. Otelin arkasında yüksek taş duvarlarla çevrili avlunun sol duvarı boyunca uzanan bir sundurma var. Ortalıkçı kadın haftada bir çamaşır yıkar burda; yağışlı havalarda boydan boya gerili iki kalın ipe serer çarşafları, çamaşırları. Paslanmış, kararmış büyük demir kapı arka sokağa açılıyor. Sağda, duvar kıyısında ahır, arabacı, uşak odaları var. (İstasyon alanından otele çıkan sokağın başında bir çam ağacının gövdesine tenekeden kesilmiş, koyu yeşil üstüne ak harflerle OTEL yazılmış ok biçimi bir gösterge çakılı, ama yıllar sonra çivilerden biri çürüyüp kopunca okun ucu aşağıya dönmüş toprağı gösteriyor, otelin yeraltında olduğu sanısını veriyor insana.)
Zebercet:
Orta boylu denemez; kısa da değil. Askerliğindeki ölçülere göre boyu bir altmış iki, kilosu elli dört. Şimdilerde, otuz üç yaşında, gene don-gömlek kantara çıksa elli altı ya da elli yedi kiloyu bulur. İki yıldır karın kasları gevşemeye başladı. Başı bedenine göre büyükçe, alnı geniş; saçları, kaşları, gözleri, bıyığı koyu kahverengi; yüzü kuru, biraz aşağıya çekik ama gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının gittiği sabah aynaya baktığında gördüğü kadar değil. Elleri küçük, tırnakları kısa; omuzları, göğsü dar. Yedi aylık doğmuş. 1930 yılı Kasımının 28’inde akşama doğru ağrıları tutmuş anasının. Önce biraz beklemiş; bakmış olacak gibi değil, başını örtüp aşağıya inmiş, merdiven başından bağırmış: ‘Ebeye koş Ahmet Efendi.’ Evindeymiş ebe, çabuk gelmişler; sağdaki odanın yatağına yatırmışlar. ‘Vaktime iki ay var; gene mi düşecek ebanım?’ demiş anası. ‘Çık da su ısıt sen’ demiş ebe babasına. ‘Dış kapıyı kilitledim. Suyu koydum. Isınırken iki kere mi ne bağırdı. Kapı aralandı, suyu istedi ebe, “Bir oğlun var” dedi. Az sonra odaya çağırdı. Belemiş, avcuna almış, el kadar bir şey. “Pamuğa sarıp inci kutusuna yatırılır bu; Zebercet koyun adını” dedi. Hemen kulağına eğildim..’ Böylece bu pek rastlanmayan ad konmuş çocuğa. O gece otelde ilçelerin birinden bir yakınlarının Ağırcezadaki duruşmasına gelmiş dört adam kalıyormuş; akşam yemeğinden dönünce sırayla Ahmet Efendi’nin elini sıkıp ‘Ömrü uzun olsun’ demişler.
Bu yedi aylık doğuş anasının, babasının sağlığında ara sıra başına kakılırdı:
1. Sabah. Okula gidecek. Salona iner. Babası o zamanlar salonda yakılan kömür sobasının külünü boşaltıyor.
Zebercet: Baba, yirmi beş kuruş verir misin?
Babası: Ne olacak?
Zebercet: Defter alıcam.
Babası kürekteki külü kovaya döker; küreği gene sobanın deliğine sokar.
Zebercet: Hadi baba, geç kaldım.
Babası: Patlama oğlum; şu külü alayım. Ananın karnında yedi ay nasıl durdun?
2. Öğleyin okuldan dönmüştür. Yukarı çıkar. Anası mutfakta bir tabağa marul doğruyor. Tencere gaz ocağında.
Zebercet: Karnım acıktı.
Anası: Şimdi pişer yemek, sabret biraz. Ne oğlan! Kamımda bile sabredemedi dokuz ay.
(Bu doğumda gerçekten sabırsızlık diye bir şey varsa sabırsızlık edenin ana karnındaki dölüt olduğu düşünüleceği gibi anası olduğu da düşünülebilir. İkinci olasılık daha akla yakındır. Ana karnındaki dölütten doğmuş-büyümüş bir insan davranışı beklemek saçmadır; ama ilerlemiş yaşta, kırk dört yaşında gebe kalan bir kadın böyle bir sabırsızlığa kapılabilir; üstelik bu kadın bundan önce biri iki, biri iki buçuk, biri üç aylık üç çocuk düşürmüşse. Gene de, haksız da olsa, bu suçlamalar Zebercet’i olumlu yönde etkiledi: Büyüdükçe sabırlı, ağırbaşlı bir insan oldu.)
İlkokulu bitirdiği yaz sünnet oldu. Gene o yaz anası öldü. Ortaokula göndermedi babası; askere gidinceye değin sekiz yıl birlikte çekip çevirdiler oteli. Askerliğini bitirip geldikten iki ay sonra öldü babası; otel başka ellere düşmesin diye onun dönüşünü bekleyip de ölmüştü sanki. Altmış üç yaşındaydı. Bir ilkyaz sabahı yarımay biçimi yüksek masanın arkasındaki koltukta otururken öldü. Ölü kaldırıcılar bulundu. Avluda yıkadılar. Gömüldükten sonra imam ninesinin adını sordu. Bilmiyordu. Aşağıda ya da yukarıda bir karışıklık olmasın diye uydurma bir ad vermedi. Başını eğdi, kızardı. ‘Zarar yok oğlum, hepimizin anası bir’ dedi imam.
O akşam telgrafı alan Rüstem Bey ertesi sabah geldi. Baş sağlığı diledi, birikmiş hesabı aldı, giderken ‘Otel sana teslim; bir de kadın al buraya’ dedi. Zebercet sordu: ‘Ninemin adını hiç duydunuz mu babamdan?’ ‘Duymadım. Nüfusuna baksana.’ ‘Kasaya, ceplerine baktım; nüfus kâğıdı yok.’
Ortalıkçı kadın:
Saçları kumral, gözleri koyu mavi. Yüzü uzun, burnunun ucu kalkık, ağzı büyükçe, biraz dişlek, dudakları kalın. Orta boylu, balık etinde; bacakları az eğri. Otuz beş yaşlarında. On yıl önce uzak köylerin birinden dayısı olduğunu söyleyen bir adam getirdi kadını, bohçası koltuğunda. ‘Recep Ağa söyledi, kadın gerekmiş.’ Aylığına pazarlık ettiler, uyuştular. Kadını yukarı gönderdi. Adama ‘Otur bir çay içelim’ dedi. Çay içerken anlattı adam. Babası, anası ölmüş. Yanlarına almışlar kızı. On yedisinde evermişler. Gerdek gecesi sabaha karşı bozuk çıktı diye geri göndermiş kocası. ‘Hele sürtük, kim bozdu seni kız? Bilmiyom der bu, söylemez. Dövdük falan, valla bilmiyom der. Yeter herif, söyleyecek te ne olucak dedi yengesi.’ Beş yıl sonra komşu köylerin birinden karısı ölmüş üç çocuklu bir adama vermişler. Üç ay geçmemiş geri getirmiş adam, ‘Çok uyuyor bu’ demiş. ‘Uyur evet, uyur ya işi eyidir. Köy yerinde dul karıya rahat yok; hele kısır olursa. Evlisi bekârı bıyık burar; fırsat kollar yezitler. Recep Ağa söyledi geçen gün; getirdik işte. Eh, iznin olursa..’ Kalktı, yukarıya bağırdı: ‘Gız Zeeynep, gidiyom ben, elimi öpmiycen mi zilli?’ Ses yok. Başını salladı, ‘Kalın sağlıcağlan’ dedi, gitti. Zebercet tavanarasına çıktı, kadın yok. Katları aradı; 2 numarada, bohçasını odanın ortasına koymuş, yatağa uzanmış uyuyordu. Ertesi sabah uyandırdı. Otelin işine çabuk alıştı. Başı bağlıdır hep; yatakları düzeltir, ortalık siler, toz alır, günaşırı yemek yapar, pazarları çamaşır yıkar, Zebercet’e ağa der. Çok konuşmaz. İlk zamanlar bir sabah merdivenleri silerken üçüncü kattan inen yaşlı bir köylüye sordu; ‘Sindelli’yi bilir min dayı?’ ‘Bilmem mi hiç.’ ‘Çalık Ali dayım olur benim.’ Dayısı yılda birkaç kere gelir, bir torba çökelek getirir, bir süre konuşur, kadının birikmiş parasını alır giderdi. ‘Dayına vereyim mi paranı?’ ‘Ver ya, ver.’ Kuruşu kuruşuna hesap isterdi adam. ‘Beş metre pazen, diktirmesi, bir yün hırka…’ ‘Yün hırka da neymiş, pamuklusunu getirdiydi ya köyden.’ Altı yıldır görünmüyor. (Geldiğinin haftasında bir öğlesonu salonu siliyordu kadın. Zebercet koltuğuna oturmuş gazete okuyordu; bir ara baktı: Diz çöküp eğilmiş, kalçaları, kıçı uzun donunu germiş, kabarık; silerken, dizleri üstünde gerilerken ağır ağır kıpırdıyor, inip kalkıyor. Başını gazeteye çevirdi. Ama o günden sonra gündüzleri ortalıkta dolaşan, geceleri bitişik odada yatan genç bir dişiydi artık kadın. Zebercet yatmaya giderken kadının odası önünde duraksıyor, yatağında döne döne güç uyuyordu. Askerliğini yaptığı uzak kentin genelevindeki o uzun boylu kadını görüyordu düşlerinde; ikisi birbirine karışıyordu. Sabahları onu uyandırmak için girdiği eğri tavanlı küçük odada ağır bir koku olurdu. Pencereyi açar, yatağın yanında durur, omuzlarından tutup sarsarken yanlışlıkla olmuş gibi memelerini ellerdi. Bir gece yatmışken kalktı, bitişik odaya girdi, ışığı yaktı. Sıcaktı, örtüsüz uyuyordu; gömleği sıyrılmış. Kapıyı kapadı, yaklaştı. Düğmelerini çözdü, memelerini avuçlarına aldı; dolgun, gergin. Sarstı. Kadın kıpırdamadı; ‘Geldin mi dayı?’ dedi uykusunda. Bir daha sarstı; ‘Uyansana kız!’ Gözlerini açıp doğruldu: ‘Kalkıyom ağa’ ‘Kalkma, öte git biraz.’ Yatağın ötesine kayarken Zebercet’in çıplak göğsüne, kısa donunun önündeki kabarıklığa baktı; arkasını dönüp yattı. Yatağa girdi, sırtüstü çevirdi. Kadın gözlerini kapadı. Donunu güçlükle çıkardı, attı. Kılları gürdü. Üstüne abanıp soluya inleye aldı. Az sonra doğrulduğunda kadın upuzun yatıyordu. Eğilip dinledi: soluğu düzgündü.)
Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın:
Yirmi altı yaşlarında. Uzunca boylu, göğüslü. Saçları, gözleri kara; kirpikleri uzun, kaşları biraz alınmış. Burnu sivri, dudakları ince. Yüzü gergin, esmer.
Emekli subay olduğunu söyleyen adam:
Orta boylu, tıknaz. Saçları, oldukça kırarmış. Yeşil gözlü, gür kaşlı. Yüzü etli, dudakları ince. Geldiği sabah defterin üstüne bırakıp öğleyin aldığı nüfus kâğıdına göre soyadı Görgün, adı Mahmut, baba adı Abdullah, ana adı Fatma, doğum yeri Erzincan, doğum yılı bin üç yüz yirmi yedi.
Kedi:
Erkek. Kara. Zebercet’in döneminde ikinci kedi. Üç yıl önce babasıyla kasabadaki eski anıtları görmeye geldiklerinde iki gece otelde kalan, çantasında hep birkaç atkestanesi bulunan, uzun boylu bir genç kız adını Karamık koymuştu; ama kimse söylemiyor.
Odadaki iki havlu:
1. Otelin havlusu. Aynanın sağındaki askıda. Ufarak, düz yeşil. Bir köşesine ak iplikle biraz çarpık bir A, yuvarlak bir O işlenmiş; aralarında belli belirsiz bir nokta. Bunları üç havlu çalındıktan sonra hırsızlığı önlemek amacıyla Zebercet işledi. Gene de, babasının döneminde (otuz yılda) bir havlu çalındığı halde Zebercet’in döneminde (on yılda) dokuz havlu ile iki çift terlik çalındı. Babası bu bir tek