“Anna Karenina benim okuduğum en mükemmel, en kusursuz, en derin ve en zengin roman. Tolstoy’un her şeyi gören, herkesin hakkını veren; hiçbir ışığı, hareketi, ruhsal dalgalanmayı, şüpheyi, gölgeyi kaçırmayan; inanılmayacak kadar dikkatli, açık, kesin ve zekice bakışı, bu romanın sayfaları çevirdikçe okura, “Evet, hayat böyle bir şey!” dedirtir. Yarıştan önceki bir atın diriliğini, mutsuz bir bürokratın yavaş yavaş düştüğü yalnızlığı, bir kadın kahramanının üst dudağını, bir büyük ailedeki dalgalanmaları, hep birlikte yaşanan hayatlar içinde tek tek insanların inanılmaz ve hayattan da gerçek kişisel özelliklerini, Tolstoy, mucizeye varan bir edebi yetenek, hoşgörü ve sanatla önümüze seriverir. Roman sanatı konusunda eğitim için okunacak, defalarca okunacak ilk roman Anna Karenina’dır, Nabokov’un bu büyük roman hakkındaki sonsözü ise Tolstoy’un mirasçısı bir başka büyük yazarın edebiyat, roman ve hayat konusunda vazgeçilmez bir dersi niteliğinde.”
Orhan Pamuk
“Tolstoy, düzyazıda Rusların en büyük yazarıdır. (…) Şunu keşfetti Tolstoy: (Hiç kuşkusuz, kendisi de bilemedi keşfini) Yaşamı, çok hoşa gidecek bir biçimde, tastamam, biz insanoğullarının zaman duygusuna denk düşecek biçimde canlandırmanın yöntemini… Saati sayısız okurlarının saatiyle aynı giden, bildiğim tek yazar odur.” Vladimir Nabokov’un sonsözünden
Birinci Bölüm
I
Mutlu aileler birbirine benzerler, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.
Oblonskilerin evinde durum kötüydü.
Oblonski’nin karısı, kocasının, evlerinde çalışmış eski Fransız mürebbiyesiyle gizli ilişkisi olduğunu öğrenmiş, artık kocasıyla aynı çatı altında yaşayamayacağını kendisine bildirmişti.
Bu durum üç gündür böyle sürüp gidiyor, karı kocaya da, ailenin bütün üyelerine de, ev halkına da büyük acı veriyordu. Aile bağlarının artık koptuğunu, herhangi bir handa karşılaşan insanların birbirlerine Oblonski ailesi üyelerinden daha bağlı olduğunu hissetmeyen yoktu evde. Hanımefendi dairesinden çıkmıyor, kocası ise üç gündür evde kalmıyordu. Çocuklar kendi başlarına koşuşup duruyorlardı evin içinde. İngiliz mürebbiye, kâhya kadınla kavga etmiş, bir arkadaşına, kendisine yeni bir iş bulması için mektup yazmıştı.
Aşçı, tam yemek saatinde başını alıp gitmişti. Hizmetçi kadınla arabacı, hesaplarının görülmesini istiyorlardı. Kavgadan üç gün sonra Prens Stepan Arkadyeviç Oblonski –sosyetedeki adıyla Stiva– her zamanki saatte, yani sabahın sekizinde karısının yatak odasında değil de, kendi çalışma odasında maroken kanepesinde uyandı.
Toplu, bakımlı bedenini gene uykuya dalmak, uzun uzun uyumak istiyormuş gibi kanepenin yaylan üzerinde bir yandan öte yana döndürdü. Yastığına sımsıkı sarıldı. Yanağını kuvvetlice bastırdı üzerine, sonra birden fırladı yerinden, kanepeye oturdu, gözlerini açtı.
Gördüğü düşü anımsamaya çalışarak:
“Evet, evet, nasıldı?” diye düşünüyordu.
“Evet, nasıldı bakayım? Darmstad’da akşam yemeği veriyordu Alabin. Yoo, Darmstad değil de bir Amerikan kentiydi. Tamam, Darmstad Amerika’daydı sözde. Evet. Alabin cam masalarda yemek veriyordu, şarkı söylüyorlardı masalar! Il mio tesero… hayır, hayır, Il mio tesero değil, başka, güzel bir şarkıydı. Küçük küçük sürahiler vardı sonra, sözde kadındı bunlar…”
Stepan Arkadyeviç’in gözlerinin içi
neşeyle parladı. Gülümseyerek
düşünmeyi sürdürdü: “Evet, hoş, çok
hoş bir düştü. Pek güzel şeyler daha
vardı orada, uyanıkken bile, sözle de
anlatamıyor insan, düşünemiyor da.”
Kumaş perdelerden birinin arasından
sızan ışığı görünce kanepeden neşeyle
sarkıttı ayaklarını. Karısının altın
işlemelerle süslediği (geçen yılın yaş
günü armağanı) deri terliklerini ayağım
dolaştırarak buldu. Dokuz yıllık
alışkanlığıyla ayağa kalkmadan, yatak
odasında robdöşambrının asılı olduğu
yere elini uzattı. Niçin karısının yanında
değil de çalışma odasında yattığını o
anda anımsadı. Dudaklarındaki
gülümseme kayboldu, alnı kırıştı.
Olanlan anımsamıştı. “Ah, ah, ah! Ah!”
diye mırıldandı. Karısıyla kavgası gene
bütün ayrıntılarıyla geldi gözlerinin
önüne. Durumunun çaresizliğini, suçlu
olduğunu –kötü olan da buydu zaten–
düşündü.
“Evet” diye geçirdi içinden.
“Bağışlamaz beni, bağışlayamaz. İşin en
korkunç yanı, bütün suçun bende
olmasına karşın suçsuz olmam.
Üzüldüğüm bu…” Karısıyla kavgasını,
kendisi için en ağır yanlarıyla anımsayıp
umutsuzluk içinde, “Ah, ah, ah!” diye
mırıldandı.
En tatsızı da o ilk andı: Elinde, karısına
getirdiği kocaman bir armut, pek neşeli,
keyfi yerinde dönmüştü tiyatrodan.
Karısı salonda yoktu. Onu odasında da
bulamayınca çok şaşırmış, sonunda yatak
odasında görmüştü onu. Her şeyi ortaya
çıkaran o uğursuz mektup elindeydi.
Umutsuzluk içinde kendi kendine, “Peki,
ne yapmalıyım? Ne yapsam?” diye
mırıldanıyordu. Bilemiyordu ne
yapacağını.
II
Stepan Arkadyeviç aslında dürüst bir
insandı. Bu davranışı yüzünden
pişmanlık duyduğuna kendini
inandırmaya çalışması, kendini bile bile
aldatması olanaksızdı. Otuz dört
yaşında, onun gibi yakışıklı, şıpsevdi bir
erkek, kendisinden ancak bir yaş küçük
olan, beşi sağ, ikisi ölü yedi çocuk
annesi karısını sevmiyor diye pişmanlık
duyamazdı. Sırrını karısından
saklayamadığına üzülüyordu yalnızca.
Ama durumunun ne denli ağır olduğunu
anlıyor, karısına, çocuklarına, kendine
acıyordu. Bu durumun karışım böylesine
sarsacağını bilseydi belki daha dikkatli
de olurdu. Bu konuyu hiç düşünmemişti.
Ama karısının çoktandır bu ilişkinin
tarlanda olduğunu, onu hoş gördüğünü
sanıyordu. Hatta artık işi bitmiş, yaşı
geçmiş, güzelliğini yitirmiş, göz alıcı
hiçbir yanı kalmamış, saf, yalnızca temiz
bir ev kadını olan karısının, insaflı
davranarak onu hoş görmek zorunda
olduğunu düşünüyordu. Oysa hiç de öyle
olmamıştı.
Stepan Arkadyeviç kendi kendine, “Ah,
çok fena, çok fena,” diye yineleyip
duruyor, başka bir şey düşünemiyordu.
“Bugüne dek ne güzel geçinip
gidiyorduk! Her şey ne hoştu!
Çocuklarıyla mutlu, yaşamından
hoşnuttu. İşlerine karışmazdım.
Çocukları da evi de istediği gibi
yönetirdi. Doğrusu, onun bu evde
mürebbiye olması hiç iyi değildi!
Kötüydü! İnsanın, evindeki
mürebbiyeyle ilişki kurmasında iğrenç,
alçakça bir şey var! Ama ne
mürebbiyeydi! (Matmazel Roland’ın
çapkın bakışlı siyah gözlerini, tatlı
gülümseyişini bütün canlılığıyla
anımsamıştı.) Ama doğrusunu söylemek
gerekirse, evimizdeyken hiç
ilgilenmedim onunla, işin kötü yanı da
onun artık… Bütün talihsizlikler inadına
üst üste geldi sanki! Ay… of! Ne
yapsam, ne etsem?”
Yaşamın en çapraşık, en zor sorulara
verdiği ortak yanıttan başka yanıtı yoktu
bu sorunun. Şuydu bu yanıt: Günün
koşullarına göre yaşamalı, yani
düşüncelerden, üzüntülerden
kurtulmanın yollarını aramalı. Oysa –hiç
değilse geceye kadar– uykuya dalıp
düşüncelerini unutamazdı. Sürahi gibi
kadınların söylediği şarkıları
dinleyemezdi. Öyleyse yaşam uykusuna
dalıp unutmalıydı…