Kitap Özetleri

Anna Karenina – Tolstoy

Anna Karenina, Rus üst sınıfına mensup şık ve güzel bir kadındır. Kibarlığı ve saygıdeğer kişiliği ile çevresinde hayranlık uyandırmaktadır. Kocası, yüksek seviyede bir devlet memurudur. Anna Karenina’nın monoton bir evlilik hayatı vardır; bütün mutluluğu evinde ve çok sevdiği çocuğunda bulmaktadır.

Bir gün, Anna Karenina’ya, ağabeyi ile yengesinin aralarının açıldığı haberi gelir. Anna onları barıştırmak için Moskova’ya gider. Orada Vronski adında yakışıklı, genç bir kontla tanışır. Kontun, Anna’nın akrabası olan bir genç kızla seviştiği haberi ortalıkta dolaşmaktadır. Aslında Kont Vronski, ilk görüşte Anna’ya hayran olmuş ve genç kadına kur yapmaya başlamıştır. Önceleri ilgisiz davranmaya çalışan Anna, bir süre sonra dayanamaz, Vronski’nin aşkına karşılık verir. Bu durum birçok dedikoduya neden olur. Genç kadın bunları umursamaz. Hatta durumu, kocasına bile anlatır. Ağırbaşlı, dedikodudan korkan bir adam olan kocası, karısının itirafları karşısında sarsılır, ama belli etmez. Çevreye karşı itibarlarının sarsılmaması için boşanmayı reddeder. Kocası, Anna’ya, çocuğunun geleceğini düşünerek bu ilişkiye son vermesini ister. Fakat Anna, Vronski’yle birlikte İtalya’ya kaçar.Anna ile Vronski İtalya’da gözlerden ırak yaşarlar. Dönüşlerinde hiç kimse onlarla arkadaşlık yapmak istemez; dışlanırlar. Bu durum Anna’nın sinirlerini iyice bozar. Sevgilisiyle aralarında huzursuzluk başlar. Vronski de kayıtsız, içe dönük bir kişi olmuştur. Anna, Vronski’nin artık kendisini sevmediğini düşünmeye başlar. İyice bunalıma girer. Yaptıklarından büyük pişmanlık duyar ve sonunda intihar eder.Anna’nın ölümünden sonra Vronski de manevi bir çöküntü içine girer. Çareyi orduya yazılmakta bulur.


ÖN OKUMA

Mutlu aileler birbirine benzerler, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.

Oblonskilerin evinde durum kötüydü. Oblonski’nin karısı, kocasının, evlerinde çalışmış eski Fransız mürebbiyesiyle gizli ilişkisi olduğunu öğrenmiş, artık kocasıyla aynı çatı altında yaşayamayacağım kendisine bildirmişti. Bu durum üç gündür böyle sürüp gidiyor, kan kocaya da, ailenin bütün üyelerine de, ev halkına da büyük acı veriyordu. Aile bağlarının artık koptuğunu, herhangi bir handa karşılaşan insanların birbirlerine Oblonski ailesi üyelerinden daha bağlı olduğunu hissetmeyen yoktu evde. Hanımefendi dairesinden çıkmıyor, kocası ise üç gündür evde kalmıyordu. Çocuklar kendi başlarına koşuşup duruyorlardı evin içinde. İngiliz mürebbiye, kâhya kadınla kavga etmiş, bir arkadaşına, kendisine yeni bir iş bulması için mektup yazmıştı. Aşçı, tam yemek saatinde başını alıp gitmişti. Hizmetçi kadınla arabacı, hesaplarının görülmesini istiyorlardı.

Kavgadan üç gün sonra Prens Stepan Arkadyeviç Oblonski -sosyetedeki adıyla Stiva- her zamanki saatte, yani sabahın sekizinde karısının yatak odasında değil de, kendi çalışma odasında maroken kanepesinde uyandı. Toplu, bakımlı bedenini gene uykuya dalmak, uzun uzun uyumak istiyormuş gibi kanepenin yaylan üzerinde bir yandan öte yana döndürdü. Yastığına sımsıkı sarıldı. Yanağını kuvvetlice bastırdı üzerine, sonra birden fırladı yerinden, kanepeye oturdu, gözlerini açtı.

Gördüğü düşü anımsamaya çalışarak: “Evet, evet, nasıldı?” diye düşünüyordu. “Evet, nasıldı bakayım? — Darmstad’ta akşam yemeği veriyordu Alabin. Yoo, Darmstad değil de bir Amerikan kentiydi. Tamam, Darmstad Amerika’daydı sözde. Evet. Alabin cam masalarda yemek veriyordu, şarkı söylüyorlardı masalar! II mio tese- ro… hayır, hayır, II mio tesero değil, başka, güzel bir şarkıydı. Küçük küçük sürahiler vardı sonra, sözde kadındı bunlar…”

Stepan Arkadyeviç’in gözlerinin içi neşeyle parladı. Gülümseyerek düşünmeyi sürdürdü: “Evet, hoş, çok hoş bir düştü. Pek güzel şeyler daha vardı orada, uyanıkken bile, sözle de anlatamıyor insan, düşünemiyor da.” Kumaş perdelerden birinin arasından sızan ışığı görünce kanepeden neşeyle sarkıttı ayaklarını. Karısının altın işlemelerle süslediği (geçen yılın yaş günü armağanı) deri terliklerini ayağım dolaştırarak buldu. Dokuz yıllık alışkanlığıyla, ayağa kalkmadan, yatak odasında ropdöşambrının asılı olduğu yere elini uzattı. Niçin karısının yanında değil de çalışma odasında yattığını o anda anımsadı. Dudaklarındaki gülümseme kayboldu, alnı kırıştı.

Olanlan anımsamıştı. “Ah, ah, ah! Ah!” diye mırıldandı. Karısıyla kavgası gene bütün ayrıntılarıyla geldi gözlerinin önüne. Durumunun çaresizliğini, suçlu olduğunu -kötü olan da buydu zaten- düşündü.

“Evet” diye geçirdi içinden. “Bağışlamaz beni, bağışlayamaz. İşin en korkunç yanı, bütün suçun bende olmasına karşın suçsuz olmam. Üzüldüğüm bu…” Karısıyla kavgasını, kendisi için en ağır yanlarıyla anımsayıp, umutsuzluk içinde, “Ah, ah, ah!” diye mırıldandı.

En tatsızı da o ilk andı: Elinde, karısına getirdiği kocaman bir armut, pek neşeli, keyfi yerinde dönmüştü tiyatrodan. Karısı salonda yoktu. Onu odasında da bulamayınca çok şaşırmış, sonunda yatak odasında görmüştü onu. Her şeyi ortaya çıkaran o uğursuz mektup elindeydi.

Umutsuzluk içinde kendi kendine, “Peki ne yapmalıyım? Ne yapsam?” diye mırıldanıyordu. Bilemiyordu ne yapacağım.

II

Stepan Arkadyeviç aslında dürüst bir insandı. Bu davranışı yüzünden pişmanlık duyduğuna kendini inandırmaya çalışması, kendini bile bile aldatması olanaksızdı. Otuz dört yaşında, onun gibi yakışıklı, şıpsevdi bir erkek, kendisinden ancak bir yaş küçük olan, beşi sağ, ikisi ölü yedi çocuk annesi karısını sevmiyor diye piş- manlık duyamazdı. Sırrını karısından saklayamadığına üzülüyordu yalnızca. Ama durumunun ne denli ağır olduğunu anlıyor, karısına, çocuklarına, kendine acıyordu. Bu durumun karışım böylesine sarsacağını bilseydi belki daha dikkatli de olurdu. Bu konuyu hiç düşünmemişti. Ama karısının çoktandır bu ilişkinin tarlanda olduğunu, onu hoş gördüğünü sanıyordu. Hatta artık işi bitmiş, yaşı geçmiş, güzelliğini yitirmiş, göz alıcı hiçbir yanı kalmamış, saf, yalnızca temiz bir ev kadını olan karısının, insaflı davranarak onu hoş görmek zorunda olduğunu düşünüyordu. Oysa hiç de öyle olmamıştı.

Stepan Arkadyeviç kendi kendine, “Ah, çok fena, çok fena,” diye yineleyip duruyor, başka bir şey düşünemiyordu. “Bugüne dek ne güzel geçinip gidiyorduk! Her şey ne hoştu! Çocuklarıyla mutlu, yaşamından hoşnuttu. İşlerine karışmazdım. Çocukları da evi de istediği gibi yönetirdi. Doğrusu, onun bu evde mürebbiye olması hiç iyi değildi! Kötüydü! İnsanın, evindeki mürebbiyeyle ilişki kurmasında iğrenç, alçakça bir şey var! Ama ne mürebbiyeydi! (Matmazel Roland’ın çapkın bakışlı siyah gözlerim, tatlı gülümseyişini bütün canlılığıyla anımsamıştı.) Ama doğrusunu söylemek gerekirse, evimizdeyken hiç ilgilenmedim onunla, işin kötü yanı da onun artık… Bütün talihsizlikler inadına üst üste geldi sanki! Ay… of!.. Ne yapsam, ne etsem?”

Yaşamın en çapraşık, en zor sorulara verdiği ortak yanıttan başka yanıtı yoktu bu sorunun. Şuydu bu yanıt: Günün koşullarına göre yaşamalı, yani düşüncelerden, üzüntülerden kurtulmanın yollarını aramalı. Oysa -hiç değilse geceye kadar- uykuya dalıp düşüncelerini unutamazdı. Sürahi gibi kadınların söylediği şarkıları dinleyemezdi. Öyleyse yaşam uykusuna dalıp unutmalıydı…

Stepan Arkadyeviç kendi kendine, “Bakalım neler olacak?’ diye mırıldandı. Kalktı. Mavi ipek astarlı gri ropdöşambrını giydi, kemerini bağladı. Derin bir soluk aldıktan sonra, tombul bedenini öylesine rahatlıkla taşıyan, hafifçe dışa dönük bacaklarının çevik yürüyüşüyle pencereye gitti, perdeyi kaldırdı, çıngırağın ipini çekti. Çıngırak sesine eski dostu, uşağı Matyev geldi. Efendisinin giysileri, kunduraları, bir de telgraf vardı elinde. Matyev’in arkasından tıraş takımlarıyla berber geldi.

Stepan Arkadyeviç telgrafı aldı, aynanın önünde otururken:

Mahkemeden evrakları getirdiler mi? diye sordu.

Matyev, efendisinin yüzüne soru dolu bakışıyla, içtenlikle bakarak:

Masanın üzerindeler, dedi.

Bir an bekledikten sonra kurnaz bir gülümsemeyle ekledi:

Arabacı patron adam yolladı.

Stepan Arkadyeviç bir şey söylemedi. Aynada Matyev’e baktı yalnızca. Aynada birleşen bakışlarından birbirlerini çok iyi anladıkları belliydi. Stepan Arkadyeviç bakışıyla şöyle soruyordu sanki: “Niçin söylüyorsun bunu bana? Bilmiyor musun durumu?” Matyev ellerini ceketinin cebine soktu. Bir ayağını geri attı. Hafifçe gülümseyerek, sessiz, sevgiyle baktı efendisine.

Pazar günü gelmesini, daha önce sizi rahatsız etmemesini, kendisinin de boşuna yorulmamasını söyledim, dedi. (Bu tümceyi önceden hazırladığı belliydi.)

Stepan Arkadyeviç, Matyev’in şaka etmek, dikkati kendi üzerine çekmek istediğini anlamıştı. Telgrafı açtı, her zaman olduğu gibi, eksik yazılmış harfleri tahminle çıkarmaya, tamamlamaya çalışarak okudu, yüzü aydınlandı.

Uzun, kıvırcık favorisinde pembe bir ayrık yapmaya çalışan berberin parlak, tombul elini bir an tutup:

Matyev, dedi, yarın kız kardeşim Anna Arkadyevna geliyor!

Tanrı’ya şükürler olsun efendim!

Matyev böylece, bu gelişin önemini onun da anladığını, yani Anna Arkadyevna’nın, Stepan Arkadyeviç’in sevgili kız kardeşinin karı kocayı barıştırabileceğini umduğunu göstermişti.

Yalnız mı, kocasıyla mı geliyorlar? diye sordu.

Berber üst dudağında çalıştığı için konuşamıyordu Stepan Ar- kadyeviç. Parmağını kaldırdı yalnızca. Matyev aynada başını salladı.

Yalnız geliyor demek’. Üst katta mı hazırlayayım odasını?

Darya Aleksandrovna’ya sor, o nerede söylerse orada hazırla.

Matyev biraz kuşkulu:

Darya Aleksandrovna’ya mı? diye sordu.

Evet, telgrafı da al, ona ver; bakalım ne diyecek?

Matyev, “Denemek istiyorsunuz onu!’ diye geçirdi içinden.

Başüstüne efendim, dedi.

Matyev telgraf elinde, gıcırdayan çizmeleriyle ağır ağır yürüyerek yeniden Stepan Arkadyeviç’in yanına geldiğinde Stepan Arkad- yeviç yıkanmış, taranmış, giyinmeye hazırlanıyordu. Berber gitmişti. Matyev:

Darya Aleksandrovna evi terk edeceğini size bildirmemi emretti, dedi. Canı nasıl isterse öyle yapsın, diyor.

Elleri cebinde, başını hafifçe yana eğmiş, gülümseyerek efendisine bakıyordu. Stepan Arkadyeviç bir şey söylemedi. Güzel yüzünde içten, biraz acı bir gülümseme belirdi. Başını sallayarak:

Ee? dedi. Ne olacak şimdi Matyev?

Hiç efendim, düzelir.

-Düzelir mi?

Elbette efendim.

Stepan Arkadyeviç:

Öyle mi? diye sordu.

Kapının dışında bir kadın elbisesi hışırtısı duyunca seslendi:

Kimdir o?

Kararlı, tatlı bir kadın sesi duyuldu:

Benim efendim.

Çocuklarının dadısı Matryona Filimonovna sert görünüşlü, çiçek bozuğu yüzünü gösterdi kapıdan. Stepan Arkadyeviç yanına gitti.

Ee, ne var ne yok bakalım Matryoşa? diye sordu.

Stepan Arkadyeviç, karısına karşı baştan aşağa suçlu olmasına karşın -bunu kendi de biliyordu- evde hemen herkes, Darya Alek- sandrovna’nın en yakın dostu dadı bile ondan yanaydı. Stepan Arkadyeviç üzgün:

Bir şey mi var? diye sordu.

Gidip özür dileyin ondan efendim. Belki Tanrı yardımcınız olur. Çok acı çekiyor. İnsanın yüreği parçalanıyor. Evin içinde dirlik düzenlik kalmadı. Çocuklara acıyın hiç olmazsa efendim. Gidip özür dileyin. Ne yaparsınız, gülü seven…

Ama kabul etmez…

Siz görevinizi yapın bir kez. Tanrı bağışlar! Yalvarın Tanrı’ya efendim, dua edin…

Stepan Arkadyeviç birden kızardı.

Pekâlâ, dedi, hadi şimdi git sen!

Matyev’e döndü:

Giyinmeme yardım et.

Kararlı, ropdöşambrım çıkardı.

Matyev, üzerinde görülmez bir şeyleri silkelediği gömleğini bile hazırlamıştı. Efendisinin bakımlı bedenine gözle görülür bir hazla giydirdi onu.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Beyaz Pantolon Öyküsü ve Sait Faik

Editor

Kızıl Ölümün Maskesi – Edgar Allan Poe

Editor

THE PRINCE, BY MACHIAVELLI (BOOK REVIEW)

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası