MURATHAN MUNGAN I Önsöz
Elinizde tuttuğunuz kitabın, anlam esnekliği bakımından yorumlamaya açık olan adı, “Bu da erkeklerin hikâyeleri,” diye okunabilir. Ya da erkeklerin nasıl gördüğü, nasıl hissettiği, nasıl yaşadığı ve nasıl anlattığı üzerine olan bu hikâyeler için “bir de erkeklerden dinleyelim bakalım,” denebilir.
Yazarların yalnızca erkeklerden seçildiğine bakılırsa, “erkek yazarların hikâyeleri” diye de yorumlanabilir. Bir kitabın adı, hemen her kitapta olduğu gibi, okurun kulağında asıl okunup bittikten sonra yankısını bulur; okurun kendi okumasının, kendi anlamlandırmasının tınısını taşır.
Bana öyle geliyor ki, sonuçta adı erkeklerin hikâyeleri olsa da daha çok kadınlar okuyacak bu kitabı. İlişki kurmada ya da sürdürmede, birlikte yaşamanın ortak dilini tutturmada çeşitli güçlükler yaşayan; kadınlar tarafından kapana kıstırılma, tuzağa düşürülme, kafeslenme kuşkuları taşıyan erkeklerin ilişkiden anladıklarıyla kadınlarınki birbirinden farklı olmuş tarih boyunca.
Anlaşıldığı kadarıyla yüzyılları dolduran bütün bu hikâyelerin, oyunların, romanların, filmlerin gürültüsü de buradan çıkıyor. Erkeklerin bağımsızlık meraklan, serüven tutkuları, sevgi gereksinimleri, sahiplenme istekleri, bağlanma korkuları, toplumsal rolleri ve birlikteliğin tuzaklarından kalkarak çoğaltılabilecek nice durumun yarattığı iki cins arasındaki ezeli sorunlar içinde sıkışıp kalmış bu hikâyeler toplu olarak okunduğunda başka bir boyut kazanıyor.
Okuduğunuz onca hikâye arasından bir gün bir tanesi öne çıkarak size içinizi kamaştıran yeni bir kitap düşüncesi esinler. Hemen ardından hızlı bir çağrışımla aklınıza düşen ilk birkaç öykü kendi aralann-da eşleşerek birbiri ardına dizilmeye başlar ve birkaç dakika içinde kitabı kafanızda neredeyse yarılamış olursunuz.
O hikâyelerin sizde, içinizde bir yerlerde bunca zaman bir saklı su gibi beklemiş olduğunu fark eder, edebiyatın saklama gücüne duyduğunuz hayranlıkla bir zamanlar tanımış, tanışmış olduğunuz, bir biçimde hayatınıza karışmış kişileri anar gibi o hikayelerdeki kişileri anarsınız. Sanatın hayatın önüne geçtiği anlardır bunlar. Sonuçta sanat, hayatı çoğaltmak için değil midir?
Oluşturduğunuz bu bağlam çerçevesinde kuracağınız kitaba uygun yeni hikâyelerin avına çıkar, her şeyi neredeyse bu gözle okumaya başlar, kendinizi birdenbire bir tutkunun izinde hikâye kitaplarına gömülüp gitmiş bulursunuz.
İlk çağrışımlarla hemen anımsadığınız hikâyelerin yanı sıra, bir zamanlar okuyup unuttuğunuz, aklınızda kalan solgun imgelerden yola çıkarak ardma düştüğünüz, sizi yeniden okumalara çağıran hikâyelerle, bu çalışma sırasmda keşfedeceğiniz hikâyeler iç içe geçerek başlı başına bir serüven oluşturur.
Bir kitabın yazılma serüveni gibi, bir kitabın yapılma serüveni de vardır. Birikimine, belleğine, edebiyat beğenisine güvendiğiniz ve bu kitap için seferber ettiğiniz bazı arkadaşlarınızın önerileriyle sürmeye başladığınız izler, sizi başka konaklamalara çıkarır; bazı yazarlara yeniden uğrar, kimi kitapları yeni keşfedersiniz.
Bütün bu süreç, farkında olmasanız da sizi yeniden öykü sanatının eğitiminden geçirir; sizi yeniden hikâye anlatmak, hikâye kurmak üzerine düşünmeye, derinleşmeye; önceki bilgilerinizi gözden geçirmeye yönlendirir.
Bir hikâye seçkisi hazırlama sürecinin benim için aynı zamanda böyle bir anlamı da vardır. Her seferinde kendi açtığım bir okula yeniden öğrenci yazılırım. Raslantılar, birikimlerin kıvılcımlarıdır; bazen başlatmak, bazen sonuçlandırmak için – bazen de bir döngüyü yeniden katetmek için.
Bu kitabın ilk öyküsündeki Pavese’nin yakıcı, sade anlatımı, koyu bir yalnızlığı seyreltmeden sadeleştirme gücü olmasaydı, bu kitap ortaya çıkar mıydı, bilmiyorum. Bu örnekte olduğu gibi, o güne kadar erkekler, kadınlar, ilişkiler, roller üzerine düşündüğünüz, biriktirdiğiniz her şeyin ışığında bir öykü birdenbire kendinden daha geniş bir alanı aydmlatmaya başlar.
Kitaba kadar giden bir alanı. Belki de bu nedenle ilk hikâyenin taşıdığı temel duygu, kitabın bütününü de kurmaya başlar. Ardına düşülen hikâyelerde yalnızca konu ve izlek benzerliği değil, duygu benzerliği de aranır. Nitekim bu kitaptakilere topluca bakıldığında, hepsinin de erkeklere özgü belli bir bakış açısının, bir yaklaşımın, bir tutumun benzeş özelliklerini taşıdığı görülür.
Mayıs – Haziran CESAREPAVESE l Kendini Öldürenler
BAZI günler oluyor, yaşadığım şehir, gelip geçen insanlar, arabalar, ağaçlar, sabah tuhaf bir görünümle uyanıyor her şey, her zamanki gibi ama tanınamaz bir biçimde, insanın aynaya bakıp da “Bu da kim?” diye kendi kendine sorduğu anlarda olduğu gibi. Benim için, yılın tek sevilecek günleri bunlar.
Böyle günler biraz erken kaçıyorum işten, becerebilirsem, sokaklara inip kalabalığa karışıyorum, yoldan geçen herkesi gözlemekten alamıyorum kendimi, sanırım, bazılarının da bana baktığı gibi, bu anlarda gerçekten pervasız oluyorum, başka bir insan oluyorum çünkü.
Yaşamdan daha değerli bir şey alamayacağıma inanıyorum, bu anların bana verdiği tattan daha değerli bir şey. Bazen uzatma yolunu buluyorum bu anları, birkaç kez başardım bunu, camlı aydınlık bir kahveye oturarak, sokağın, geliş gidişlerin gürültüsünü, parıldayan renklerle sesleri ve içerinin bütün bu uğultuyu dengeleyen dinginliğini algılayarak.
Çok hayal kırıklığına uğradım, çok vicdan azabı çektim birkaç yıl içinde, yine de en içten istediğim şeyin bu susku, bu dinginlik olduğunu söyleyebilirim. Fırtınalara, kavgalara göre değilim ben: Bazı sabahlar tir tir titreyerek insem de sokakları dolaşmaya, meydan okur gibi atsam da adımlarımı, yine söylüyorum, tek istediğim şu yaşamdan, bıraksın gözleyeyim onu.
Ama bu alçakgönüllü zevk bile bazen bir kusur acılığı bırakıyor bana. Farkına ilk dün varmadım insanın yaşamak için başkalarından önce kendisine karşı kurnaz olması gerektiğinin. Önceden, yaptıklarını kendi bilinçlerine karşı doğru gösterecek bir nedenler zinciri hazırlayıp kötü bir davranışta bulunmayı, bir haksızlık yapmayı ya da yalnızca bir kaprislerini yerine getirmeyi başaran insanları -özellikle kadınlar bunlar- kıskanıyorum. Büyük kusurlarım yok -bu, güvensizlik yüzünden savaştan çekilip sessiz bir yalnızlık aramak kusurların en büyüğü değilse- ama bana verilen o pek az şeyin tadını çıkarırken kendimi kurnazca kullanmayı, kendime sahip olmayı bile beceremiyorum.
Sonunda ne oluyor, bazen caddede duruyor, çevreme bakmıyor, bu pervasızlıktan tat almaya hakkım olup olmadığını soruyorum kendi kendime. Özellikle, çıkışlarım daha süreklileştiği zamanlar oluyor bu. İşimden zaman çalıyorum anlamına gelmesin: Rahat geçiniyor, annem denilen o yaşlı kadının evde istemediği tek yeğenimi yatılı okulda okutuyorum. Kendi kendime sorduğum, o coşkulu gezintilerde gülünç olup olmadığım: gülünç ve iğrenç. Çünkü gerçekte buna değmediğimi düşünüyorum arada bir.
Ya da, geçen sabah olduğu gibi, bir kahvede, başlangıçta kişilerinin olağanlığıyla beni aldatan bir sahneyi ihtiyatsızca izlemem, suçlu bir yalnızlık duygusunun içine, ne kadar uzaklaşırlarsa, korkunç anlamları, kımıltısız yaşamları içinde kıvrım kıvrım o kadar ortaya çıkan nice sıkıcı anıya düşmem için yetiyor.
Yanında arkadaşı olan açık renk pardösülü genç bir müşteriyle kasadaki genç kız arasında beş dakika süren bir şakalaşmaydı bu. Delikanlı bağırarak kasadaki kızm kendisine yüz liretin üstünü vermesi gerektiğini söylüyor, eliyle kasaya vuruyor, çantasını, ceplerini arayacağını öne sürüyordu.
“Müşteriye böyle davranılmaz küçük hanım,” diyordu, sıkılgan arkadaşına göz kırparak. Kasadaki kız gülüyordu. Delikanlı o yüz liretle birlikte bir otelin asansöründe yapacakları bir yolculuk hikâyesi uydurdu. Güçlükle durdurulan neşe patlamaları arasında o parayı, ellerine geçtiği zaman, bir bankaya yatırmaya karar verdiler.
“Allahaısmarladık, küçük hanım,” diye bağırdı sonunda, çıkarken. “Beni düşün bu gece.”
Kasadaki kızsa, kıkır kıkır gülerek, garsona, “Amma tip,” diyordu.
Başka sabahlar da gözlemiştim bu kızı, bazen bakmadan gülüm-süyordum ona, bir unutuş anında. Ama dinginliğim çok oynaktır benim, bir hiçten yapılmıştır. Sonunda, her zamanki gibi pişman oldum.
“Hepimiz iğrenciz bu dünyada, ama bir gülümseyen, gülümseten, içten bir iğrençlik var, bir de çevresinde boşluk yaratan, başka, yalnız bir iğrençlik. İlki, sonuç olarak, en aptalcası da değil.”
Beni her seferinde yenilenmiş yakalayan, böyle sabahlar, yaşamımda suç olarak gerçekten aptallıktan başka bir şey olmadığı düşüncesi. Başkaları, hesapla, kendine güvenle, kurban ve oyunla ilgilenerek, esaslı bir kötülüğe neden olacaklar belki -böylesine harcanmış bir yaşamın çok sayıda hoşnutluk verebileceğinden de kuşkuluyum-; bana gelince, büyük, beceriksizce bir kararsızlığın acısmı çek-mekten, başkalarıyla ilişkiye girdiğim anda, kendimi budalaca bir acımasızlığın içine atmaktan başka bir şey yapmadım. Birkaç saniye yalnızlığımın vicdan azabına eğilmem -başka çare yok- yetiyor çünkü, çünkü Carlotta’yı düşünüyorum yine.
Öleli bir yılı geçti, anısının beni ansızın bastırmak için geçebileceği bütün yollan da biliyorum artık. İstersem, belirivermelerini hazırlayan, başlatan ruh durumunu da tanıyabilir, sarsıp kurtarabilirim kendimi. Ama, her zaman istemiyorum; hâlâ bir yıl öncenin titreyen kuşkusuyla incelediğim karanlık köşeler, yeni noktalar getiriyor bana o vicdan azabı. Öyle çelişkili bir biçimde gerçek oldum ki karşısında, o eski günlerin her biri, belleğime, belirli bir şey değil, benim için bugünkü gerçeği, aynı gerçeği taşıyan aldırmaz yüzünü sunuyor.
Carlotta’nın bir gizem olduğu anlamına gelmez bu. Tersine, o bir an kendilerine bağlı kalmayı bırakıp bir kurnazlığa sapmaya, nazlanmaya kalktıklarında insanı kızdıran aşın basit kadınlardan -zavallıcıklar- biriydi. Ama basit olduklarından kimse bakmaz bile. Kasa-darlık yaparak yaşamaya nasıl dayandığını hiçbir zaman anlatmadım. Tam bir kız kardeş olabilirdi.
Bugün hâlâ köküne inemediğim şey, o zamanki duygularım, davranışım. Carlotta’nın beni iki odalı küçük dairesinde kabul etmek için kadife bir elbise giymiş olduğu -eski bir elbiseydi bu- benim kendisini mayoyla görmeyi istediğimi söylediğim o akşam için ne demeli sözgelimi? Onu görmeye ilk gidişlerimden biriydi, daha bir kez bile öpmemiştim.
Neyse, Carlotta bana ürkek bir gülümseyişten sonra öbür odaya geçmiş ve inanılmaz bir şey bu, mayo giyip geri dönmüştü. O akşam oldu, kucaklayıp divanın üstüne atmam da, ama, bittikten sonra, se vişmeden sonra yalnız olmaktan hoşlandığımı söyleyip çıktım, üç gün görünmedim, döndüğüm zamansa sizli bizli konuşuyordum.
Sonra, onun titrek iç açmalanyla benim tek tük sözcüklerimden oluşan saçma bir kırıştırma başladı yeniden; sonra ansızın sen diye konuşmaya başladım ama Carlotta yanaşmadı bu kez. O zaman kocasıyla barışıp barışmadığını sordum. Ağlamaklı oldu Carlotta. “Asla sizin davrandığınız gibi davranmadı bana karşı,” dedi.
Başmı göğsüme yaslatmak, okşamak, kendisini sevdiğimi söylemek kolay oldu – yalnız olduğuma göre, bu bir tür dul olan kadını sevemez miydim sanki? Kendisini bıraktı CarlottaA içini döktü hafif bir sesle, beni ilk andan beri sevdiğini, onun için olağanüstü bir adam olduğumu, ama şimdiden, tanıştığımız bu kısa süre içinde, ona çok acı çektirdiğimi, ona bütün erkeklerin böyle davrandığını -neden bilmiyordu- anlattı anlattı.
“Bir sıcak, bir soğuk”, saçlarının üzerinden gülümsedim, “aşkın sürmesini sağlar.”
Solgundu Carlotta, yorgunluktan donuklaşmış iri gözleriyle, gövdesi bile solgundu. O gece, geçen sefer vücudunu beğenmediğim için mi bırakıp gittiğimi sordu, odasının karanlığında.
Ama bu defa da acımadım, geceyarısı, giyindim, bahane filan ileri sürmeden, hareket etmek zorunda olduğumu söyleyip çıktım. Carlotta da benimle çıkmak istiyordu. “Olmaz, yalnız kalmayı seviyorum,” diye bir öpücükle bıraktım onu.
II.
Carlotta’yı tanıdığımda, neredeyse yaşamıma mal olacak bir fırtınayı atlatmak üzereydim; beni sevenden kaçmış, şehrin ıssız sokaklarından dönerken buruk bir sevinç duyuyordum. Uzun süre, gecelerimi gündüzlerimi bir kadının kaprisiyle aşağılanmış ve çılgına dönmüş olarak geçirmek düşmüştü payıma.
Şimdi, hiçbir tutkunun, o tutkuyu içinde taşıyan kişinin yapısını değiştirecek kadar güçlü olmadığına inanıyorum. Ölünebilir, yine de değişmez hiçbir şey. Coşkunun doruğu aşıldıktan sonra, yine onurlu kişi ya da dolandırıcı, aile babası ya da çocuk olur insan, daha önce neyse; hayatını yaşamayı sürdürür. Ya da daha iyisi: Kendi gerçek kişiliğimizi görürüz bunalım sırasında, bizi dehşete düşürür bu, olağanlık bıktırır, uğradığımız aşağılamanın ağırlığı ölçüsünde ölmek isteriz belki, ama kendimizden başka suçlayacak kimse de yoktur. Bu yalnız yaşamı sürüyorsam, günlerimi amaçsız, dünyayla bağ kurmakta yeteneksiz yakınlarıma sevgi duymadan -dayandığım anneme, sevmediğim yeğenime karşı kayıtsız- geçiriyorsam, ona borçluyum bütün bunları: Her şeyi ona borçluyum, ama başka biriyle daha iyi olmaz mıydım acaba? Beni, doğamm istediği gibi aşağılama ye -teneğinde olan başka biriyle demek istiyorum.
Bununla birlikte, bana kötülük yapıldığı, kadınımın beni aldatmış olabileceği düşüncesi biraz rahatlatıyordu beni, o sırada. Acının bir derecesinde, haksız olarak acı çekildiğinin düşünülmesi, kaçınılmaz bir şey, doğal bir uyuşturucudur: En kıskanç isteklerimize göre, yaşamın büyüsüne güç kazandırır yeniden bu; nesnelerin karşısına değerimizi duyurur yeniden; yükseltir. Denedim bunu ve haksızlık, nankörlük daha da vahşice olsun isterdim, ayrıca. Bir hava ya da ışın yayılması gibi gizli, yaygın bir duygu -o uzun günlerde, o acı dolu gecelerde- anımsıyorum: Bir şaşkınlık bu, bütün bunların böyle olmasının, kadının gerçekten kadın olmasının, sayıklamaların, kasılmaların böyle olmasının, iç çekişlerin, sözlerin, olayların, benim kendimin gerçekten böyle olmamın verdiği şaşkınlık.
İşte böyle, bir haksızlığa uğrayınca, ben de bir başkasına, bu dünyada hep olduğu gibi, suçluya değil bir başkasına haksızlık ederek karşılık veriyordum.
Doymuş, dinlenmiş olarak çıkıyordum gece Carlotta’nın dairesinden, özgür, uzayıp giden bulvarın tadına vararak, her türlü sevgi gösterisinden uzak, ilk gençliğimin duygulanmaları, düşünceleri peşinde, tek başına dolaşmak hoşuma gidiyordu. Gecenin basitliği -karanlık, lambalar- her zaman şefkatle almıştır beni içine, en sevgili, saçma düşleri kurdurtmuştur bana, karşıtlığıyla renklendirmiştir onları, büyütmüş büyütmüştür. Arzulu alçakgönüllülüğü yüzünden Carlotta’ya duyduğum hınç bile, karşısında duyduğum acımanın beni içine düşürdüğü tutukluktan kurtuluyor, yalnızca bir oyun oluyor du burada.
Ama genç değildim artık. Carlotta’dan daha iyi kopmak için uzun uzun düşünüyor, gövdesini, okşayışlarını inceliyordum. Carlot-ta gibi kocasından ayrılmış, henüz genç, çocuksuz bir kadının benimle avunabilmesi olacak iş mi diye düşünüyordum, acımasızca. Ama çok basit bir sevgiliydi zavallıcık, belki bunun için aldatmıştı ya kocası da.
Yarı karanlık sokaklardan kol kola geçerek sinemadan döndüğümüz akşamı anımsıyorum:
“Memnunum. Seninle sinemaya gitmek çok güzel bir şey,” demişti Carlotta.
“Kocanla da gider miydin?”
Gülümsüyordu Carlotta. “Kıskanıyor musun?”
Omuz silktim. “Kıskanmam neyi değiştirir?”
“Yorgunum,” diyordu Carlotta, sıkı sıkı koluma girerek, “bizi bağlayan bu yararsız zincir hem benim hem onun yaşamını yıkıyor, bana yalnız kötülüğü dokunan bir ada saygı göstermek zorunda bırakıyor beni. İnsan hiç olmazsa çocuğu olmayınca boşanabilmeliydi.”
Uzun ılık dokunuşun, isteğin verdiği bir yumuşaklık vardı üzerimde o akşam.
“Ne çok derdin varmış!”
“Ah sevgilim,” dedi Carlotta, “niçin her zaman bu akşamki gibi iyi değilsin? Düşün, bir boşanabilseydim.”
Hiçbir şey söylemedim. Yine boşanmaktan söz ettiği bir defasında patlamıştım. “Biraz insaflı ol ama, senden rahatı var mı? Canının istediğini yapıyorsun, ayrıca, seni aldattığı doğruysa bile, sen de karşılığını veriyorsun sanırım.”
“Hiçbir şey yapmak istemedim,” diye karşılık vermişti Carlotta. “O günden beri çalışıyorum.” Bana bakarak: “Üstelik şimdi sen varsın, öyle bir şey olsa, seni aldatmış duyumsardım kendimi.”
Ağzını öperek kapatmıştım o sinema akşamı. Sonra istasyon kahvesine götürüp iki bardak içki içirmiştim.
Camların buğulu ışığında bir köşede iki sevgili gibi oturuyorduk. Ben de epey içtikten sonra, yüksek sesle:
“Bu gece bir çocuk yapalım mı, Carlotta?” dedim.
Birkaç kişi dönüp baktı, eliyle ağzımı kapatmıştı çünkü Carlotta, yüzü kıpkırmızı, ama gülerek.
Konuşuyor konuşuyordum ben. Carlotta filmden söz ediyor, aptalca şeyler söylüyordu, tutkulu ve aptalca. Ben içiyordum, Carlotta’ yi ancak öyle sevebileceğimi bildiğim için.
Dışarıya çıkınca soğuk canlandırdı bizi, eve koştuk. Bütün gece onunla kaldım, sabah uyandığımda, saçları dağılmış, uykulu, bana sarılmaya çalışır duyumsadım onu yanımda. İtmedim; kalktığımda başım ağrıyordu bununla birlikte, Carlotta’nm şarkılar mırıldanarak bana kahve hazırlamasmdaki sevinç öfke veriyordu. Sonra da birlikte çıkmak zorunda kalacaktık, neyse kapıcı kadmı anımsadı da beni önden gönderdi, kapının arkasında sarılıp öpmeyi unutmadan elbet.
O uyanıştan kalan en canlı anım caddedeki ağaçların dalları: Odanın perdelerinin ardından, siste belli belirsizdiler. İçerdeki o ılıklık, o üstüme düşme, bekleyen sabahın çıplak havası diriltti beni; istediğim tek şey, tek başıma, çok başka bir uyanış, çok başka bir eş düşleyerek çevreyi seyretmek ve sigara içmekti, yalnızca.