Şam’dan Maraş’a uzanan
büyülü bir aşk hikâyesi
Suriyeli bir Ermeni olan Aren ile İslam felsefesi üzerine doktora yapan Maraşlı Deniz’in aşkı din, dil, ırk tanımadan zamanın ve mekânın sınırlarını aşarak sonsuzluğa karışan bir masal…
Her şey Aren ile Deniz’in bir tesadüf eseri Şam’da karşılaşmasıyla başlar.
Şam’ın derin ve tarihsel kültüründe filizlenen bu yakınlık onları başka bir coğrafyaya, Maraş’a sürükler. Aşkın doğasını ve felsefenin mistik boyutlarını keşfe çıkan âşıklar burada çok farklı bir dünyaya adım atacaklardır.
Medusa’nın laneti artık uyanmıştır.
İnsanlığı ele geçirmek üzere olan bu lanetin kaderi ise iki âşığın vereceği kararda saklıdır.
Bu mücadelede amansız bir tarikatla karşı karşıya kalan âşıklar, her şeye çare olacak tılsımı kendi içlerinde taşıdıklarından habersizdirler…
Mürvet Sarıyıldız’dan İslam felsefesi üzerine yazılmış bir ilk roman. Felsefe ve mitolojiyle örülü, aşkın çetin, aşılmaz yollarında ilerleyen Antik Kentte Aşk, antik Yunan felsefesinden İslam felsefesine uzanan zengin ve kayıtsız kalınamayacak bir üretkenliğin izinde yürüyor.
Aşk, gizem ve felsefe dolu bu kasırganın etkisinden uzun süre kurtulamayacaksınız…
***
Şam’ın sıcak yaz günlerinden biriydi. Hamidiye Çarşısı her zamanki yoğunluğuyla yeni bir güne daha başlıyordu. Araba seslerinin kaldırımda yürüyen insanların gölgelerine karıştığı, çarşıya girenin çıkanın belli olmadığı hareketli bir gündü. İnsanlar güneşin sıcağına aldırmadan gün boyu alışveriş yapıyor, alınlarından süzülen ter taneciklerini kâh mendilleriyle kâh elleriyle silerek çarşının içerisinde heyecanla dola
Yerli halk ise öğlen vakti ve öğleden sonralan genelde evde oturuyor ya da uyuyor, dışan çıkmak için güneşin çekilmesini ve karanlığın çökmesini bekliyordu. Gün boyunca güneşin etkisiyle ısınan asfaltlar aşırı sıcak yüzünden neredeyse eriyecek hale gelirdi. Akşam dahi asfaltın sıcaklığı insanların yüzüne vurur, günün aslında ne kadar yakıcı geçtiğini anlatmaya çalışırdı. Akşamın karanlığında şehri adımlamaya çıkanlar, gördükleri manzara karşısında şaşırırlardı. Şehir, tamamen yıldızlarla süslenmiş gibi lambalarla parlar ve sokaklar bu güzelliği ile süslü bir gelini andırırdı. Sokaklar, özellikle de yaz ortasında, görülmemiş bir hareketlilik kazanırdı. Elerindeki malları uygun fiyata satmak isteyen esnaflarla evlerini ilginç el işleri, sedef kakma ya da gelinlik eşyalar ile doldurmak isteyenlerin en gözde mekânıydı Şam.
Dünyanın birçok yerinden gelen dilleri farklı insanlan, Şam’ın sıcağından sonra, nargile kokularının felafih kokusuna karıştığı sokaklar karşılardı. Geceleri eğlenmek isteyenleri ise eli boş yollamaz, sokaklarından yerel sanatçılannın seslerinin yükseldiği Hıristiyan ve Ermeni mahalleleri onlan kucaklardı.
Eğlencede dökülen terleri gidermenin en güzel yolu ise hamamdı. Bu şehrin en çok sevilen ve ziyaretçi akınına uğrayan yerlerinden biri de tarihi hamamlarıydı. Hamam sefasını sevenler nargile eşliğinde yıkanırken hem hamamın hem de nargilenin keyfini çıkarırlardı. Dış kapısı açık tutulan hamamdan yoldan gelip geçen kalabalık rahatlıkla görülebilirdi. Bazı anlarda da meraklı bakışlarla göz göze gelirdi, hava almak için hamamdan açık alana çıkanlar. Onlar günün yorgunluğunu atadursun, yazın bu aylarında özellikle de gündüz dolaşmak isteyenler, birilerine çarpmadan yürüyemezdi.
Güneş doğmak üzereydi. Aren yatağında kımıldamadan uyuyor gibi görünüyordu. Yavaş bir hareketle sağ tarafından soluna döndüğünde başındaki ağrıyı hatırlayarak hafiften gözlerini araladı. Ağır hareketlerle yatağından doğruldu. Başı yere eğilmiş bir halde öylece oturmaya başladı. Ağrı gitgide artıyordu ve o sabah değişiklik yapmaya karar verdiğine bin pişmandı. Başını yerden kaldırmadan, eli istemsiz bir hareketle yanağına gitti; gözlerinden düşen anlamsız gözyaşlarına aldırış etmeden eliyle yanağını okşadı. Boğazına bir düğüm gelip oturdu, öksürmeye çalıştıysa da düğümün gitmeye niyeti yoktu. Yatağın içine kaydı, yorganın altına saklandı. Başını yastığına gömdükçe gömdü. Avuçlarıyla yastığı sıktı. O sabah, diye geçirdi içinden, işe arabayla gitseydim bu yaşananların hiçbiri başıma gelmeyecekti. Derin bir nefes almaya çalıştı. Fakat buna ne boğazındaki düğüm ne de gözündeki yaşlar izin verdi. Öfkeyle yatağından kalktı, aynanın karşısında durdu; gözleri ağlamaktan kızarmış, her gün bakımlı görmeye alıştığı saçları dağılmıştı, kendisini ilk defa bu kadar dağınık bir halde görüyordu, bu haline daha fazla tahammül edemedi. Aynanın biraz uzağında duran masaya takıldı gözleri. Ani bir hareketle masaya yöneldi ve kül tablasını alarak aynaya fırlattı. Aynaya hızla çarpan kül tablası daha yere düşmeden büyük bir gürültüyle parçalara aynldı. Odada gözüne kestirdiği, kaldırıp atabileceği ne kadar eşya varsa hepsini tek tek duvara fırlatarak, içinde biriken öfkesini bastırmaya çalıştı.
Permalı saçlarını, yeni taktırdığı lenslerini gördüğünde Aren’in vereceği tepkiyi düşünerek heyecanla kahvatı masasında bekleyen Melline, bir anda Aren’in odasından gelen gürültüleri duyunca endişeye kapıldı. Az önceki gülen yanaklarında endişenin izleri ile elinde tuttuğu çay bardağını hızlıca masaya bıraktı ve gürültünün geldiği odaya doğru koşmaya başladı. Merdivenleri nasıl çıktı, Aren’in odasının kapısına nasıl geldi bilmiyordu. Merakla kapıyı açtığında Aren’i belki de daha önce hiç olmadığı kadar derbeder bir halde buldu. Odadaki eşyalann hepsi kınlmış, adeta yer yerinden oynamıştı. Etraf cam kırıklarıyla doluydu. Oğlu ise kırık aynanın karşısında gözleri yaş içerisinde, saçı başı dağınık bir halde öylece duruyordu.
Meline her zaman mutlu görmeye alıştığı oğlunun bu hali karşısında donup kaldı. Bir süre ne diyebileceğini bilemedi, adeta ağzı açık kalmıştı ve söze nasıl başlaması veya ne demesi gerektiğini bir türlü akıl edemiyordu. Gördüklerinin bir rüya mı yoksa kâbus mu oluğuna karar veremiyor, içinden, bu bir kâbus olmalı, diyerek gözlerine inanamıyordu. Oğluna, Aren’e ne olmuştu böyle! Evden sadece bir haftalığına uzaklaşmıştı. Tatil dönüşü onu böyle bulacağını söyleseler inanmazdı. Ters giden bir şeyler vardı ve bu her neyse anlaşılan o ki felaketin de ötesinde bir durumdu. Kapıda ne söyleyeceğini bilemez halde duran Meline, çıkardığı seslerden Aren’in boğulduğunu düşündü; biricik oğlu derin derin soluyup hırıltılı sesler çıkarıyordu. Kapıdan odaya doğru birkaç adım atmıştı ki varlığından haberdar olmayan Aren’e yaklaşıp sarılmaya korktu. Onu bu hale getiren neydi? Önce gece alkolü fazla kaçırdığını düşündü Meline. “Fakat Aren özel günler haricinde içmez ki,” dedi kendi kendine. Durduğu yerde diğer ihtimalleri düşünmeye çalışıyordu. Belki de kız arkadaşlarından biriyle kavga etmişti ama bu düşünce aklına gelir gelmez hayır anlamında başını salladı. Bu olasılık da mümkün değildi, çünkü oğlunu çok iyi tanıyordu; o çıktığı hiçbir kıza âşık olmazdı ve bu nedenle onlar için üzülmek nedir bilmezdi. Bütün arkadaşlarının evlenip de onun tek başına yaşamasının sebebi de buydu zaten. Demek ki oğlunun içinde bulunduğu durumun kız arkadaşlarıyla da ilgisi yoktu! Peki, o halde onu sabahın erken saatlerinde yatağından kaldınp saçı başı dağınık halde odasını mahvetmeye sürükleyen şey neydi?
Meline, kendisine aldırış etmeden yatağına dönen Aren’e doğru bir adım daha attıysa da oğlunun kızarmış gözlerindeki öfkeli bakışları görünce olduğu yerde durmak zorunda kaldı. Fakat neler olup bittiğini merak ediyor, onun bu hali içini parçalıyordu. Aren’in bakışlarına aldırmadan yanına yaklaştı, yatağına sırtüstü uzanmış olan Aren derin derin soluyor, Meline yokmuş gibi davranmaya devam ediyordu. Bu haliyle ne birini görmek ne de birileriyle konuşmak istiyordu. Sadece dün geceyi akindan çıkarmak, acılarını silmek ve o anı sonsuza kadar unutmak istiyordu. Konuşmadan yatağın ucuna oturdu Meline, oğlunun saçlannı okşamak, çocukken yaptığı gibi başını dizine dayayıp acısını dindirmek istediyse de Aren gözlerini çevirip ona bakmıyor, o yokmuş gibi hareket ediyordu. Bu nedenle bir türlü sözcükleri toparlayıp konuşmaya başlayamadı. Seni bu hale getiren ne, ne oldu sana diye soracak gücü kendinde bulamadı. Elini uzatıp saçlarına dokunmak istediyse de bundan vazgeçti, sessizce oğlunu izledi; böylece ne kadar zaman geçirdiğini bilmiyordu, hiçbir şey söyleyemeden oturduğu yerden kalktı, çaresizce odadan çıkmak zorundaydı. Kapıyı kapamadan arkasına dönüp ya- tağmda ölü gibi yatan oğluna baktı, ne de olsa anneydi, Aren’i bu halde gördüğü için gözleri doldu, yanaklanna birkaç damla gözyaşı döküldü; kapıyı kapatıp ağır adımlarla merdivenden indi, kahvaltı masasına yöneldi ve çökmüş bir halde sandalyeye oturdu.
Bir Hafta Önce
Aren sabah erkenden kalktı. Yatağında neşe ile gerindikten sonra gözleri, odasına dolan günün ilk ışıklanna takıldı. “Yeni bir gün başlıyor,” diyerek yorganı üstünden attığı gibi pencerenin kenarına gitti. Bahçedeki ağaçlar çoktan yeşermeye başlamıştı. Özellikle de küçükken annesiyle birlikte diktikleri elma ağaçlarına ayrı bir sevgiyle baktı. Dallarda yeni yeni boy atmaya başlayan yapraklara tebessüm etti, içinin huzurla dolduğunu hissetti. Pencereden uzaklaşırken elleriyle dağınık olabileceğini düşündüğü saçlarını düzeltti, aynayı geçiyordu ki eğilip saçlarına baktı, elbise dolabının önüne geldiğinde en sevdiği tişörtünü arayıp buldu. Kendisine bir başka yakıştığını düşündüğü gök mavisi kot pantolonunu da giydikten sonra merdivenleri çifter çifter atlayarak kahvaltı için mutfağa indi. Öyle neşeliydi ki onu görenler âşık olduğunu sanabilirdi. Annesi Meline, yazın bu ilk güzel günlerini fırsat bilmiş, tatil için Antakya’daki yazlıklarına gitmişti. Kendisine kahvaltıyı emektar hizmetçileri Fatma Hanım hazırlamıştı.
Fatma Hanım, Aren’in kahvaltı masasına oturmasıyla birlikte yeni doldurduğu çayı getirdi; dumanlan üzerinde tütüyordu.