Aptalı Tanımak
Bilim adamı ve yükseköğretimde bir eğitimci olarak üzerime düşen en önemli görevlerden biri, bilim ürettiğini iddia eden ve bilim üretmesi beklenen kişilerin zekâ düzeyleri hakkında fikir edinmektir. Sanılanın tersine, bilim dünyasında yapılan çalışmalar hakkında verilen kararlar her zaman yalnızca teker teker çalışmalara dayanarak değil, sık sık onları üreten kişinin kapasitesi hakkındaki genel kanıya da dayanır. Bazen bir çalışmaya bakar “Bu salak yine ne yazmış?” der insan ve çok sık, sonunda o “salak’’ yargısının ne kadar haklı olduğu görülür. Bu, özellikle, tüm veri toplama işleminin ve veri kalitesinin, yargıya varması gereken kişiler tarafından birebir kontrolünün mümkün olmadığı hallerde olur. Meselâ jeolojide, elinize gelen bir jeolojik çalışma ve onun yorumunu verileri tek tek elden geçirerek kontrol etmeniz imkânsızdır. O zaman veriyi üretenin bilimsel şöhreti yargının temellerinden birini oluşturur. Büyük hocam Kevin Burke, “jeologun şöhretinin temeli nedir” sorusuna bir keresinde “dedikodu’’ demişti! Gerçekten de jeolojide bir kişi hakkında meslektaşları tarafından konuşulanlar, onun şöhretinin önemli temellerinden biridir.
Peki, bu dedikodu faktörü dışında bir bilim insanı veya öğrenci hakkındaki yargıyı etkileyen başka ne gibi etkenler olabilir? Ben iyi bir aptal tanıyıcısıyımdır. Oldukça süratli bir şekilde hakkında aptal olduğu yargısına vardığım bir kişinin daha sonra öyle olmadığının görüldüğü herhangi bir vakayı hatırlamıyorum. Tersine pek çok kişinin kendisine büyük bir zekâ ve veya yetenek atfettikleri bazı aptalları hemen herkesten önce tanıdığım haller olmuştur. Bunun için ne gibi kıstaslar kullanırım diye geçenlerde kendime sordum. Bunun cevabını ilk kadın satranç üstadı Zsuzsa Polgar hakkında yapılan bir deneyde buldum.
Her üçü de satranç tarihinin büyük isimleri arasında olan Polgar kardeşlerin (üçü de kadın) inanılmaz başarıları, babaları Laszlo Polgar’ın yaptığı bir deneye dayanır. Baba Polgar dehânın yaratılabileceğine inanan bir insandı. Bu nedenle her üç kızını da satranç dehâsı olarak yetiştirmeye karar verdi. Bu deneyin şaşırtıcı başarısı daha sonra beynin manyetik rezonans görüntülenmesi destekli psikolojik bir incelemeye konu yapıldı. Çıkan sonuç şuydu: Polgar’ların başarısının temelinde örüntü tanıma yatıyordu. Yani herhangi bir satranç oyunu esnasında Polgar’lar rakiplerinin tersine oyunda muhakeme yürütmüyor, muazzam tecrübelerinin kendilerine verdiği sezgiyle hareket ediyorlardı. Herkesin dakikalar, bazen saatlerce süren muhakeme sonunda yapabildiği bir hamleyi, Polgar’lar hiç düşünmeden, ânında yapabiliyorlardı ve üstelik sonunda oyunu da kazanıyorlardı. Onlar satranç oynarken, beyinlerinde kullanılan kısım, hepimizin yüz tanırken kullandığı kısımla aynıydı. Yani Polgar’lar herkes nasıl tanıdıklarının yüzünü bilebiliyorsa, herhangi bir satranç oyununda karşılarına çıkan durumları “önceden tanıyorlardı”.
Bilim yaşamımda edindiğim tecrübe başarılı bilim adamlarının da bu “örüntü tanıma” sayesinde karşılarındaki bir problemi sezgiyle hallettikleridir. Meşhur matematikçi Gauss kendisine sunulan bir problemi sunan kişinin “Ne kadar zamanda bunu halledebilirsin?” sorusuna “Cevabı biliyorum da oraya ne kadar zamanda varabilirim, onu kestiremiyorum” diye karşılık vermiştir.
Aptal da bu yöntemle hemen tanınır. Tanınacak örüntünün en önemli öğeleri şunlardır: Bir kişi şunları yapabiliyor mu? 1) Problemin nedenlerini anlamak, 2) problemin herhangi bir detayına saplanmadan, tamamını görebilmek, 3) problemi çözecek verilerin doğasını ve nerede bulunabileceklerini bilmek, 4) problemin sunumunun ve problemi çözecek verilerin kendi içinde tutarlılıklarını ölçebilmek, 5) hızlı çözüm üretmek ve teklif edilen çözüm, eldeki veriyle çelişirse derhal onu terk ederek yeni bir çözümü oluşturmak, 6) çelişen verinin çelişmeyen verilerle ilişkisini kurarak, verinin bizzat kendisinin doğruluğunu veriyi baştan toplamaya gerek kalmadan tartabilmek, 7) benzer problemleri geçmişte gerçekten çözmüş olmak veya çözülmüş problemlerin çözülme süreçlerini iyi tanımak. Akıllı insan problemin çözümüyle ilgilidir, aptal ise kendi kafasındaki herhangi bir fikri çözüm diye dayatmak ister.
Bu yazıyı şu nedenle yazdım: Son zamanlarda ortaya atılan darbe planlarına ve bunlara komutanlarımız tarafından verilen cevaplara bakıyorum. Hele son günlerde sayın komutanımız Org. Çetin Doğan’ın katıldığı programları dikkatle izliyorum. Edindiğim intiba şudur: Ortaya atılan iddiaların kafamda yarattığı örüntü, (tabii yalnızca medyaya yansıdığı şekilleriyle), akıllıca üretilememiş, iç tutarlılıktan yoksun ve motif açılarından imkânsız bir resimdir. Bu iddiaları ve Sayın Doğan’ın bunlara yönelttiği eleştirileri yukarıda saydığım maddeler ışığında sakin kafayla bir irdeleyin. Ne çıktığını göreceksiniz. Burada aynı zamanda ordumuzun verdiği eğitimle, ona saldıran yobazın “eğitiminin” yarattığı kafa tiplerini de Llzslo Polgar’ın deneyi ışığında karşılaştırma imkânını bulacaksınız.
Cahil ve Aptal “Uyanabilir” mi?
Sevgili okurlarım, bugün sizlere 4-7 Eylül arasında davetli olarak iştirak ettiğim Japonya Jeoloji Derneği’nin Okayama’da yapılan 116. Toplantısı’ndaki izlenimlerimi anlatacaktım. Ancak ülkeye dönünce beni karşılayan sel felâketi ve şehit haberleri, bir de Aydın Doğan’a uygulanan baskının, işi Bekir Coşkun’un gazeteden ayrılmasına kadar vardıran şiddeti güzel ve hoş şeylerden bahsetme arzumu aldı götürdü, eve döndüğümün ilk gecesini sabahlayarak geçirdim.
Sabahlamamın nedeni engel olamadığım irrasyonel bir korku hissiydi: Ülkemizde egemen olan cahil baskısı rejiminin hükümranlığı esnasında beklenen İstanbul depremi gelirse ne olur? Artık Türkiye’nin bağımsızlığının gideceği korkusunu bile gölgede bırakan bir başka korku tüm benliğime egemen oldu: Acaba depremin vereceği zarar yalnızca yıkılan ve yanan binalarda ölen ve yaralanan vatandaşlarımızla ve mala gelen zararla mı sınırlı olacak, yoksa müstakbel bir depremi yağmanın, hoyratlığın, topluma duyulan güvensizliğin had safhaya yükselmesinin yaratacağı sosyal çöküşün izleyeceği korkunç bir toplumsal çözülme mi izleyecek? Sel felâketi esnasında meydana gelen yağma haberleri, hatta yağmanın başka vilâyetlerden vasıta getirtecek bir sürat ve vüsatta organize olabilmesi, içinde yaşadığımız toplumun ne derece toplum olabilme özelliğini yitirdiğini gösterdi. Bir ülkenin bağımsızlığını kaybetmesi, o ülkenin sahiplerinin toplum bilincini kaybetmemeleri halinde çok büyük bir felâket olmayabilir, çünkü bilinçli bir toplum, kaybettiği bağımsızlığını geri kazanabilir. Ancak, toplum olma, yani bir yerde insan olma bilinci gitmişse, o toplumdan geriye ancak bir insanlık harabesi kalır.
Şu anda Türkiye’ye egemen olan cehalet yönetimi, toplum olma bilincimizde büyük yaralar açmıştır ve açmaya da devam etmektedir. Öncelikle, toplumun bir grup olarak rasyonel düşünme yeteneğini silip süpüren yobazlık ve düşünceye değil, korkuya dayanan cemaat yaşamının hortlatılması toplumsal dokumuzu derinden yaralamıştır. Buna ilâveten eğitimimizde yaratılan kargaşa ve kalitesizlik, bir toplum olarak bilgi edinme ve değerlendirme yetimizi ortadan kaldırmak üzeredir. Tüm bunları yapanların eleştirilmesine, toplumda gerçeği aramak için oluşturulabilecek bir serbest düşünce ve tartışma ortamının oluşturulmasına imkân verecek basın özgürlüğünün alenen, fütursuzca tehdit edilmesi ve buna toplumdan en ufak bir reaksiyon gelmemesi ortaya konan yıkım projesinin toplumca algılanamamasına ve dolayısıyla bertaraf edilememesine neden olmaktadır.
Bahsettiğim yıkım projesi, bir grup kötü niyetli insanın Türkiye’yi ortadan kaldırma projesi olarak algılanmamalıdır. Kuşkusuz, içimizde bu yıkım projesini yönetenleri dışarıdan destekleyenlerin böyle bir amaçları olabilir ve muhtemelen vardır da. Ancak bu projeyi içimizde (ve başımızda) bulunarak yürüten ve destekleyenlerin yaptıklarının tamamen farkında olduklarını sanmıyorum. Ortaya çıkan ve benim kısaca “proje” diye betimlediğim olgu aslında yalnızca cehalet ve aptallığın ortaya çıkardığı bir süreçtir. Tarih boyunca cehaletin ve aptallığın eline geçen toplumların kaderleri hep bizimki gibi olmuştur. Zira cahil, çevresiyle temasa geçemediği gibi bizzat kendisi hakkındaki bilgileri de değerlendiremez. Aptal ise bu veriler kendisine sunulsa bile bunlarla ne yapacağını düşünemez. Cahil ve aptal her türlü eleştiriden korkar, zira bellediği yolun dışında bir yolun varlığını bilmez, olabileceğini düşünemez ve kendisine gösterilse bile değerlendiremez. Bu durumda yapabileceği tek şey, bugün Türkiye’de olduğu gibi, toplumsal terör, yani korku yaratmaktan ibaret olur. Yaratılan korku ortamını kontrol edebileceğini sanır. Ama korkuyla eğilen başlar, en ufak bir sarsıntıyla tekrar dikilebilir ve bilgi ve düşünce geleneğinden yoksun oldukları için ortaya tam bir kaos çıkarabilir. Bugün Belçika müstemleke yönetiminin çekilmesinden sonra Kongo’da ortaya çıkmış olan durum burada söylediklerimin bilebildiğim en güzel örneğidir. Daha önce de bu satırlarda yazdığım gibi Türkiye Kongolaşmaktadır. Bugün Türkiye’yi yöneten güç, ülkenin tüm dokusunu tahrip etmiştir ve etmeye büyük bir hızla devam etmektedir. Bunun nedeni yönetenlerin bilgisizliğidir, cehaletidir. Türkiye tam bir kalitesizlik pazarı haline getirilmiştir. Ordu dışında her toplum sektörü sözüm ona demokrasi adına kalitesizlere teslim edilmiştir. Bugüne kadar ellerine fırsat geçmediğini düşünen bu kalitesizler, toplumdan geçmişin intikamını alırcasına her şeyi, ama her şeyi kendilerine yontmaktadırlar.
Ancak tabiat, cahili ve aptalı affetmez. Cahil ve aptalda durmaz. Beğenmedikleri Darwin Kuramı’nın temeli budur. Tabiat beceriksizi eler. Gelen sel felâketi, depremde nasıl elenebileceğimizin küçük bir provasıdır. Tabiat bize korkunç bir afet olarak algıladığımız bu küçük provayla bir ikaz göndermiştir. Ama anlayabilene.
Cahilin Arkadaşı Olur mu?
Uzun zamandır Türklerin niçin birbirlerinden bu kadar nefret ettiklerini düşünür dururum. Bu söylediğim sadece her gün televizyonlarda birbirlerine ağıza alınmayacak sözler söyleyen politikacılar veya aynı şeyi hem televizyonlar önünde hem de gazete sahifelerinde yapan gazeteciler için geçerli değildir: Sözüm ona ülkenin bilgi ve görgü düzeyi en yüksek kişilerini bir araya getirdiği sanılan üniversitelerde durum aynıdır (gerçi Türkiye’de tek bir üniversite bile olmadığı iddiamı tekrar hatırlatmak isterim). Yakın zamana kadar, giden rektörün geleni mahkemeye vermediği (veya tam tersi, gelenin gideni mahkemeye vermediği) birkaç üniversite arasında kendiminkinin olmasıyla iftihar ederdim. Dört rektör önce bu değişti, bizimkiler de çirkef kervanına katıldılar. Öğretim üyeleri sırf birbirlerini mahkemeye vermekle kalsalar iyi; birbirleri hakkında ne ağır sözler söylüyorlar, ne dedikodular dile getiriyorlar duysanız inanamazsınız. Maşallah son zamanlarda yargı dünyamız da buna katıldı.
Türkiye’de hiçbir kurum yoktur ki, mensupları arasında genel bir dostluk, bir yakınlık olsun. Türkiye’de kaç tane uzun ömürlü şirket bilirsiniz? Yoktur. Zira şirketleri oluşturan bireyler, akraba bile olsalar (ve bilhassa akraba iseler) er veya geç birbirlerine düşerler ve altın yumurtasından istifade ettikleri tavuklarını öldürürler.
Bu davranış türü tabiî genel bir aptallık ürünüdür. Bu aptallık ise zekâ eksikliğinden ziyade cehaletin sonucu olarak gelişmiştir. Her şeyden evvel Türkiye insanı tartışmayı bilmez. Fikir ayrılığına düştüğü bir başka kimse ile ortak bir doğru aramak için değil, kendi bildiğinin doğru olduğunu empoze etmek için tartışır. Bilgisi az olduğundan, kendi bildiklerinin kesin doğru olduğunu sanır. Bilginin nasıl üretildiğini bilmediğinden, gözlem ile uyumluluk, bir ifadenin doğru olabilmesi için kendi içinde çelişki içermemesi gerektiği kuralı, bilgi üretiminde varsayımın yeri ve varsayımın mahiyeti, varsayım kontrolünde gözlemin yeri ve gözlemlerdeki hata kaynakları ve payları, onun anlayabileceği şeyler değildir. 1000 yıldır birileri ona “doğruyu” söylemiş, o da bunu ya baba dayağı korkusu ya cehennem ateşi korkusu ya sultan hiddeti korkusu ya paşa cezası korkusu kabullenmiştir. Sormaya sormaya, bırakın soru üretmeyi, soru sormayı unutmuştur. Sık sık dile getirildiği gibi “icat çıkarma’’ gibi bir deyimi üretecek kadar salaklaşmış bir toplumun üyesidir.
Türkiye insanı ayrıca herhangi bir problemini çözerken, bulduğu çözümün kendisine başka bir yerde zarar verip vermeyeceğini veya yapacağının toplumda bir yara oluşturup oluşturmayacağını düşünemez. Öğrenci kopya çeker, çünkü cahil kalmasının sonuçlarını düşünemez; öğretmen soruya tahammül edemez, zira cehaletinin ortaya çıkmasından veya sınıf disiplinini elden kaçıracağından korkar, ama düşünemez ki, soru sormayan öğrenciden adam değil, olsa olsa teyp makinası olur. Teyp makinalarının yöneteceği toplum ise kendisine ancak sürünebilecek kadar maaş veren, bir türlü kadro bulamayan, ders verdiği dershaneleri bir eğitim yuvasından çok bir hapishaneye benzeten, dünyayı ve kâinatı öğreterek daha rahat ve emin yaşamamızı sağlayan fen bilimleri yerine bizleri kul, köle etmeye plânlanmış hurafe öğreten zırvalıkları ders programına koyan bir toplum olur. Gereksiz yere emniyet şeridine dalmaması için ikaz ettiğiniz şoför ya camı açıp size küfreder veya, fırsatını bulursa, üstünüze yürür, zira benzer bir hatanın günün birinde belki kendisini veya çocuğunu hastaneye yetiştirmek isteyen bir cankurtaranın yolunu bloke ederek ölüme neden olabileceğini düşünemez. Tüm bu nedenlerden ötürü herkes birbirinden nefret eder bu ülkede. Polisin vatandaşına hangi nefretle saldırdığını ve onu katlettiğini televizyonlarda seyretmedik mi? Polisi yönlendiren bir valinin bunu örnek bir gazetecilik yaparak ortaya çıkartan gazeteciye küfür ettiğini ve sonra başbakanın küfür eden valiyi kendisinin “iyi bir arkadaşı” ilân ettiğini görmedik mi?
Sevgili okuyucularım: Cehalet en büyük düşmandır. Ama bu düşman dışarıdan gelmez. Bunu biz kendimiz büyütür, bizi daha çok cahil edecekleri başımıza getirmek için sandıklara, koşarız, zira cehalet rehaveti, rehavet yalancı bir rahatlığı, o da sonunda felâketi getirir. Türkiye insanı böyle bir felâket yoluna çoktan girmiştir. Korkum bunun sonunun cehennem olacağıdır ki, ilk ateşleri de son on yıldır görünmeye başlamıştır. O ateşe, edinemediğimiz arkadaşlarımızla bir arada itilmekteyiz.