Işığın olduğu yerde, karanlık da vardır.
Nina, babasının ölümüyle kendisini Providence’ta varlığından hiç haberdar olmadığı bambaşka bir dünyanın içinde bulur. Babasının cenazesinin olduğu gün otobüs durağında tesadüfen karşılaştığına inandığı çekici, karşı konulamaz Jared ile yakınlaşmasıysa Nina’nın hayatını tamamen altüst eder.
Jared ile Nina’nın birbirlerine âşık olmaları işleri tamamen zora sokar. Jared, Nina’yı sadece babasının düşmanları olan insanlardan değil, kendi soyundan olan yarı meleklerle Cehennem’deki Şeytanlar’dan da korumak zorunda kalır. Jared ile Nina’nın birlikte olabilmek için kaderlerine karşı gelip düşmanlarını alt etmeleri gerekir.
Tatlı Bela ve Ayaklı Bela romanlarıyla olay yaratan Jamie McGuire, bu kez farklı bir seriyle karşımıza çıkıyor.
Providence üçlemesinin ilk romanı Araf, devamını merakla bekleyeceğiniz fantastik bir aşka sahne oluyor.
***
İçindekiler
1-Kaybetmek ve Bulmak…11
2-Davet (ler)…37
3-Şüphe (ler)…60
4-Yüzük…80
5-Açığa Çıkarma…102
6-Oerçek(ler)…131
7-Yakalanmak…176
8-Araf…198
9-İyileşmek…216
10-Kader…235
11-Av…265
12-Eli…292
13-Suçluluk…319
14-Beş Gün…355
15-Son Akşam Yemeği…394
16-Plan…415
17-Bağışlanma…441
18-Shax…458
19-Kurtarma…473
Sonsöz…493
***
Birinci Bölüm
Kaybetmek ve Bulmak
Her kız babasına saygı duyar. Onu kahramanı olarak görür ya da onu hayatında o kadar önemli bir yere koyar ki hiçbir şey ona olan sevgisiyle yanşamaz. Benim için babam saygıdan, bağlılıktan ve hatta sevgiden çok daha fazlasını hak ediyordu. Ona hayrandım. Superman’den çok daha fazlasıydı; o, Tanrı’ydı.
Hatırlayabildiğim en eski anılardan birinde, babam ofisinde anlamadığım bir şeyler söylerken iki adam da onun Önünde korkudan iki büklüm olmuştu. Her zaman son karar onundu ve kimse bunu tartışmazdı. Ölüm bile dokunamazdı ona.
14 Aralık’ta çalan telefonuma cevap verdiğimde, bu gerçek sona ermişti.
“Nina,” dedi annem içini çekerek, “çok fazla vakti yok, şimdi gelmelisin.”
Telefon yatakta, yanı başımda duruyordu, ellerim o kadar titriyordu ki telefonun düşmesine engel olamamıştım. Geçen haftalar benim için sanki değişik bir evrende yaşıyormuşum gibi çok garipti; sürekli korkunç telefonlar alıyordum. îlkinde hastaneden bir hemşire, babamın kaza geçirdiğini haber vermek için aramıştı. En son aranan numara benimkiydi ve bu korkunç haberi anneme verecek olan kişi de bendim. Babamın son günlerinde doktorlar, durumunda hiçbir gelişmenin olmadığını, bize de kaçınılmaz olanla yüzleşin demeye başladığında, bu telefonlar son bulacağı için minnettardım.
Odanın içinde yürüyüp montumla anahtarlarımı almak çok garipti. Babama elveda demek için yola koyulurken yaptıklarım çok sıradan geliyordu bana. Arabama yürüyüp kontağı çalıştırırken, şimdi çok geride kalmış hayatım için yas tutuyordum.
Çok sıkı yönettiği filo şirketinin başındaydı, ama onun içinde yumuşak ve hoşgörülü bir taraf olduğunu biliyordum. Önemli iş toplantılarından sıradan telefonlarımı açmak için çıkar, sıyrıklarımı öper, prenses her zaman prensi kurtarabilsin diye peri masallarını yeniden yazardı. Şimdiyse yatağında öylece uzanmış yatıyor ve annemle paylaştığı bu koca odada solup gidiyordu.
Kâhyamız Agatha beni giriş kapısında karşıladı. “Annen seni bekliyor canım, en iyisi yukarı çık.”
Agatha montumu aldı ve her adımımla birlikte içimde artan bir öfkeyle merdivenleri çıkmaya başladım.
Ben odaya girerken özel hemşiresi yanımdan geçip gitti ve babamın görüntüsü karşısında irkildim. Yüzü terden parlamasına rağmen solgun görünüyordu ve her zaman düzgünce tıraş ettiği yüzü sakallarla kaplıydı. Annem yumuşacık bir tonda, aldığı her nefesle beraber göğsü ağırlaşan babama rahatlatıcı bir şeyler söylüyordu. Sessiz biplemeler, tüm o makinelerin uğultusu ve monitörden gelen sesler en kötü kâbusumun fon müziğiydi.
Kazadan beri babamı her ziyaret edişimde olduğu gibi, sanki olduğum yerde çivilenip kalmıştım. Ne ileri gidebiliyor ne de geri çekilebiliyordum. Hareketsiz kalmıştım.
Annem gözlerindeki acıyla yorgunluk içinde bakıyordu, “Nina, gel canım.”
Ellerini kaldırmış, beni çağırıyordu, ama ayaklarım hareket etmiyordu. Anladığını belli ederek iç çekip bana doğru yürüdü, kollan bana ulaşmak istercesine hâlâ önündeydi. Parmaklarıyla omuzlarımı kavrayıp beni rahatlatmaya çalışırken, bakışlarımı babamın güçsüz nefes alma çabalarından ayıramadım. Birkaç isteksiz adım attıktan sonra yeniden durdum.
“Biliyorum,” diye fısıldadı kulağıma.
Ayaklarımı sürüyerek beni yatağın başucuna götürmesine izin verdim. Aklıma ilk gelen şey ona yardım etmekti, ama yapılabilecek tek şey acısının geçmesini beklemekti.
“Jack, sevgilim/’ dedi annem teselli edercesine bir ses tonuyla. “Nina burada.”
Düzenli nefes alabilmek için çabalamasını izledikten sonra, kulağına bir şeyler söylemek için aşağı eğildim. “Buradayım babacığım.”
Nefesi hızlandı ve duyamadığım bir şeyler mırıldandı.
“Konuşmaya çalışma. Yalnızca dinlen.” Titreyen parmaklarımla elini tuttum. “Seninle kalacağım.”
“Cynthia?” Babamın avukatı ve arkadaşı olan Thomas, odanın uzak bir köşesinden anneme seslendi. Annem yüzünde acı dolu bir ifadeyle babama baktı, beni bir an için sıkıca göğsüne bastırdıktan sonra Thomas’ın yanına gitti. Babamın bir uğultuyu andıran sesleri, bağlı olduğu makinelerden gelen seslerden yüksek değildi.
Ben nazikçe ter içinde kalmış saçlarını alnından çekerken, babam da yeniden, bir kez daha nefes aldı.
“Niiinn.” Yutkundu. “Nina.”
gözlerimi kapattım. Düzensiz bir nefes daha alıp sözlerime devam ettim. “Sana her şeyin yolunda olduğunu… benim için kalmana gerek olmadığını söylemeliyim, ama yapamıyorum.”
Yavaşça nefes alıyordu. Beni dinliyordu.
“Gitmene izin veren kişi olmak istemiyorum baba, iyileşmeni istiyorum. Ama yorgun olduğunu biliyorum. Ve eğer uyumak istersen… iyi olacağım.” Konuşmak için dudaklarını araladığında, ağzının kenarları titremeye başladı.
Tüm suratımın kasılmasına rağmen gülümsedim. “Seni özleyeceğim babacığım. Seni çok fazla özleyeceğim.” Bir kez daha nefes aldım, o da aynısını yaptı, ama bu seferki farklıydı. Savaşacak gücü kalmamıştı.
Ağırlaşmış yorgun gözleriyle beni seyreden anneme baktım. Babam derin bir nefes daha alıp yavaşça geri verdi. Son oksijen de ciğerlerini terk ederken, hayata veda etti. Bu ses bana, geriye hiçbir şey kalmayana kadar yavaş yavaş hava kaçıran bir lastiği anımsattı. Bedeni gevşedi; gözleri ifadesiz ve boş bakıyordu.
Hemşire kalp monitörünün kesintisiz sesini sustururken, ben de babamın huzur içindeki yüzünü inceledim. Babamın gittiğini anlamamla içimi dalgalar halinde büyük bir sıkıntı kapladı. İçim burkuldu, kollarımla bacaklarım, sanki artık bana değil de bir yabancıya aitlermiş gibi hissediyordum. Yanaklarımdan süzülen yaşları görmezden gelerek başımı sallayıp gülümsüyordum. Söylediklerime inandı ve gitti.
Thomas omzuma dokunup yatağın başına gitti. Parmaklarıyla babamın gözlerini kapayıp İbranice hoş bir şeyler mırıldandı. Babamın göğsüne yaslanıp ona sarıldım. O ise hayatımda ilk defa bana sarılmamıştı.
Ellerime baktım, tutmakta olduğum cenazeden kalma ölüm ilanını inceledim. Bir tireyle ayrılan babamın doğum ve ölüm tarihi çok zarif bir fontla ön tarafa yazılmıştı. Bu kadar kısa bir yazının tüm hayatını anlatması gerçeğiyle yüzümü buruşturdum.
Tam ilanı montumun iç cebine rahatça yerleştirdiğim sırada bir otobüs etrafa çamur sıçratarak yavaşça önümde durdu.
Kapı açıldı, ama kafamı kaldırıp bakmadım. Kaldırıma ayak basan yolcuların sesleri de gelmiyordu. Komşularım toplu taşıma araçlarına pek fazla ihtiyaç duymuyorlardı, özellikle de akşamın bu saatinde. Yolcular civardaki devasa evlerde çalışan hizmetlilerdi.
“Bayan?”
Otobüs şoförü dikkatimi çekmek için boğazını temizledi, fakat onu tanıyamayınca otobüsün kapısı kapandı. Hava freni boşaldı ve otobüs yavaşça uzaklaştı. Bütün gün olup biten hiçbir şeyi düşünmemeye çalışıyordum, ama yaşananlar beni ele geçirmişti.
Aynen küçük bir çocukken yaptığım gibi, rahatlamak için öne arkaya sallandım. Tabutunda kıvrılan elleriyle yatan babamı hatırlatan sıcak şeftali rengi parmaklarımdan çoktan çıkmıştı.
Buz gibi soğuk havanın ciğerlerimi doldurmasıyla göğsümün ağırlaştığını hissettim. Beklemekte olan hıçkırıklarım kendilerini göstermek için bir yol bulmuş gibiydiler. Kısa süre önce daha fazla ağlayamayacağımı düşünmüş ve bedenim devam edemeyecek kadar yorgun düşmeden önce, daha ne kadar acıya dayanmam gerektiğini merak etmiştim.
“Soğuk bir gece, hı?”
Burnumu çekip yanıma oturmaya hazırlanan adama sinirli bir bakış attım. Yaklaştığını duymamıştım. Ellerini birbirine sürterek avuç içlerine doğru üfleyip güven verici bir şekilde gülümsedi.
“Sanırım,” diye cevap verdim.
Saatine bakarak içini çekti. “Kahretsin,” diye mırıldandı. “Sanırım son otobüsü kaçırdık.”
Siyah motorsiklet ceketinden telefonunu çıkarıp bir numara hışladı. Biriyle konuştuktan sonra bir taksi istedi.
“Taksiyi paylaşmak ister misin?”
Aniden şüpheyle ona baktım. Yüz ifademi görmek için bir kaşını kaldırınca, mavi-gri gözleri kısıldı. Eminim bir akıl hastası gibi görünüyordum ve o da yaptığı teklifle ilgili yeniden düşünüyordu. Birdenbire montumdan iliklerime kadar işleyen kış soğuğunu hissedip kollarımı birbirine kenetledim. Okula geri dönmeliydim; hâlâ bitirmem gereken bir ödevim vardı.
“Evet, teşekkür ederim,” derken sesim çatallaşmıştı.
Sessizlikle geçen garip bir andan sonra, adam yeniden konuştu. “Buralarda mı çalışıyorsun?”
“Hayır.” Konuşmayı sürdürmek için fazla kararsızdım, ama diğer taraftan da merak içindeydim. “Sen?”
“Evet.”
Çok garip. Hiç de buralarda çalışan birine benzemiyordu. Gözucuyla saatine baktım. Kesinlikle bir çalışan değildi.
“Ne iş yapıyorsun?”
Hemen cevap vermedi. “Ben… ev güvenlik sektöründeyim,” derken başını salladı, sanki kendi söylediğini onaylıyor gibiydi.
“Öğrenciyim” diyerek karşılık verdim titreyen sesimi düzeltmeye çalışarak.
Anlayamadığım bir şekilde bana baktıktan sonra yine önüne döndü. Benden büyüktü, ama en fazla beş ya da altı yaş kadar. Kim olduğumu bilip bilmediğini merak ettim. Gözlerinde tanıdık bir ifade vardı, fakat bunun anlamını bilmiyordum.
Cep telefonu titreyince gelen mesajı okumak için telefonu açtı. Bir şeyler gizlemeye çalışıyor gibiydi ve cevap vermeden telefonu kapatıp montunun iç cebine koydu. Taksi gelene kadar konuşmadık.
Benim için kapıyı açıp kendisi sürücünün arkasına otururken, ben en uzak köşeye geçtim.
“Nereye?” diye sordu sürücü gırtlağından çıkan boğuk bir sesle.
“Brown Üniversitesi lütfen,” diye bilgi verdim.
“Hı hı… Aynı yere mi gidiyorsunuz?”
“Hayır,” dedi aniden ortaya çıkan yol arkadaşım.
Adresini söylemekten özenle kaçınması dikkatimi çekmişti. Garipti. Belki de garip falan değildi; belki de onun hakkında itiraf etmek isteyeceğimden daha fazla meraklanmıştım. O an hiçbir şey düşünmediğimi fark ettim; bu yabancının beni bilinçsizce oyalamasına minnettardım.
“Bu arada ben Jared,” diyerek gülümsedi elini bana uzatırken.
“Nina.”
“Aman Tanrım, ellerin buz gibi!” dedi elleriyle ellerimi sıkıca tutarak.
Yüzündeki olağanüstü sıcak gülümsemeyi fark edince ellerimi geri çektim. Bir süre onu izledim, tehlikede olabileceğimi söyleyen iç sesimi dinledim, fakat hissettiğim tek şey meraktı.
Yaptığı şeyin farkına varıp gülümseyerek özür diledi. Saçlarımı kulağımın arkasına atıp camdan dışarıya bakmaya başladım. Dışarıda rüzgar kuvvetlice esiyor, kar tanelerini oradan oraya uçuruyordu. Görüntü daha da üşümeme sebep olunca sımsıkı montuma sarındım.
“Brown hı?” diye sordu Jared. Cep telefonu cebindeyken titreyince yeniden çıkardı telefonunu.
Kafamı salladım. “Brown.” Bana bakmaya devam ettiğinden,, daha fazlasını söyledim. “İşletme bölümü.” Gözlerimiz buluşunca istenmeyen misafirden kaynaklanan gerginliğin kalanı da yok olup gitti. Ağladığımı yeni fark etmiş gibi görünüyordu sanki.
“İyi misin?”
Kafamı aşağı eğip tırnaklarımla oynamaya başladım. “Babamı bugün gömdük.” Birden, bu kadar kişisel bir şeyi neden bir yabancıyla paylaştığımı bilmediğimi fark ettim.
“Yakındınız” dedi Jared. Bir sorudan çok, bir açıklamaydı.
Gözlerinde bana acıyan bir ifade görmeyi bekliyordum, ama hiç de öyle bakmıyordu. Rahatlayarak gülümsemiş ve karşılığında da ağzının bir kenarının yuka..