Roman (Yabancı)

İki Şehrin Hikayesi

iki sehrin hikayesi 5ed43d2320a4d

BİRİNCİ KİTAP

Yaşama döndürülen

BİRİNCİ BÖLÜM

Çağ

Tüm zamanların en iyisiydi, belki de en kötüsü de… Bilgeliğin çağıydı. Aptallığın çağıydı, inançların dönemiydi, inançsızlığın da. Mevsim aydınlığın mevsimiydi, belki de karanlığın… Umut’un baharını, umutsuzluğun kışını yaşıyordu. Her şey geleceğindi. Gelecek hiçlikti aslında. Hepimiz cennete gidiyorduk; ya da tersine, cehenneme. Gün bugüne o denli benziyordu ki, gürültücü yetkililerden kimi, karşılaştırmaların yalnızca üstünlük açısından yapılmasında direnir oldular.

İngiltere tahtında koca çeneli bir Kral ile sıradan yüzlü bir Kraliçe vardı. Fransa tahtında ise geniş çeneli bir Kral ile güzel yüzlü bir Kraliçe oturuyordu. Her iki ülkenin soylu ve sorumlu beyleri her şeyin yolunda olduğundan, sonsuza dek de öyle kalacağından en ufak bir kuşku duymamaktaydılar.

Bugünlerde madde ötesi ile ilişkilerimiz ne denli sıkı fıkı ise, o günlerde de “öte”den gelen haberlerde benzer bir artış olmuştu. Ünlü gelecek habercisi Bayan Southcott, yirmi beşinci yaşını birkaç gün önce geride bırakmıştı. Koruma Kıtası’ndaki bir asker Londra ve Westminster’ın yok olması için hazırlıklar yapıldığını bildirmişti. Cock Sokağı hayaleti ortadan çekileli şunun şurasında on iki yıl ha vardı ha yoktu.

Doğaüstünün özgürlüğünden pay almamış hayaletler söyleyeceklerini bitirip tüketmişlerdi. Amerika’daki İngiliz yurttaşlarının kurduğu meclis gibi önemsiz dünya haberleri Krala ve topluma daha yeni yeni ulaşıyordu. İşin tuhaf yanı da bu dünya kökenli bilgilerin, Cock Sokağı kuşlarınca iletilenlerden daha etkin çıkmasıydı.

Tanrı katında kalkan ve üç çatallı mızrak taşıyan kız kardeşinden daha az destek bulan Fransa, inanılmaz bir yumuşaklıkla tepe taklak gitmekte. Hıristiyan öğretisi ışığında, bir gencin ellerinin koparılmasını dilinin kesilmesini, altmış metre öteden geçen kırtıpil bir rahip yığınına selam vermediği için diri diri yakılmasını buyurmak türünden gösterilerle kendini eğlendiriyor. O zavallı can verirken, Fransa ve Norveç’in ormanlarında Oduncu Yazgı’nın işaretlediği ağaçlar yetişmekte. Bir gün gelip kesilecekler, tahtaya dönüşecekler, içlerine yerleştirilen bıçak onları tarihte eşi benzeri bulunmayan korkunç bir nesneye çevirecek. Paris çevresindeki köylerde balçıkla sıvanmış, domuzların kokladığı, tavukların tünediği arabalar var. Ola ki Çiftçi Ölüm onları İhtilalin kurbanlarını yolcu etmek için ayırmıştır.

İngiltere’de ulusal gururu haklı kılacak ne düzen, ne güvenlik var. Geceleri silahlı kişiler başkentte bile soygun düzenliyorlar. Eşkıya yolları kesiyor. Kentten uzaklaşacak ailelere yetkililerin verdiği öğüt, eşyalarını depolamaları! Gece yol kesen haydut, gündüz esnaf oluyor. Esnaf arkadaşları, yollarını kesenin yüzünü tanıyorlar. Kendine “Kaptan” adını takmış. Kafasından vuruluyor. Posta arabası yedi haydut tarafından durduruluyor. Arabacı üçünü öldürüyor, kalan dört kişi onu vuruyor. Cephanesi çıkışmamış. Sonra da arabayı rahat rahat soyuyorlar. Turnham Green’de Londra Valisi her şeyini haydutlara vermek zorunda kalıyor ve herkesin önünde rezil oluyor. Londra hapishanelerinde tutuklular gardiyanlara karşı savaş vermekte. Adaletin yüceliği, üzerlerine ateş açıyor. Saray odalarındaki soylu beylerin boyunlarından elmaslı harçlar yürütülüyor. St. Giles’de kanunsuz malları araştıran silahşörlere serseriler ateş açıyor, silahşörler de kalabalığa. Ve tüm bu olayları olağan saymayan kimse yok.

Bütün bu olup bitenin orta yerinde ise cellât var. Sürekli iş başında her zamankinden daha işe yaramaz ve her zamankinden çok aranan, o. Uzun kuyrukları çözüyor. Cumartesi günü ev soyan birini Salı günü yakalanır yakalanmaz asıyor, Newgate’de düzinelerle el yakıyor, Westminster’da ise düzinelerle bildiri. Bugün bir katilin, yarın çiftçinin oğlundan metelik çalan hırsızın canını alıyor.

Bunlar ve binlerce benzer olay, bin yedi yüz yetmiş beş yılını da doldurup tamamladılar. Oduncu ve çiftçi umursamaksızın çalışırken, geniş çehrelilerle güzel ve sıradan suratlılar ayaklarını sıkı basıp, kutsal yetkilerini bol keseden kullanmaktaydılar. Bin yedi yüz yetmiş beş yılının önüne katıp sürüklediği haşmetliler ve öykümüze konu olacak milyonlarca ufak yaratık bunlardı işte.

İKİNCİ BÖLÜM

Posta Arabası

Kasım sonlarına doğru bir Cuma akşamı, bu öyküye konu olacak kişilerden ilkinin önünde uzanan yol, Dover yoluydu. Adam bu yolu Shooter Tepesi’ni tırmanan arabanın ötesinden görüyordu. O da diğer yolcular gibi arabanın yanı sıra yokuş yukarı yürümekteydi. Yürüyüş yapmaktan hoşlandıkları için değil, zorunlu oldukları için yürüyorlardı. Çünkü yokuş çok dikti; koşumlar, çamur ve araba öylesine ağırlaşmıştı ki atlar şimdiden üç kez duraklamış, hatta geri dönmek için arabayı bir o yana bir bu yana çekmişlerdi. Ne var ki arabacı ve muhafız, dizgin ve kırbaç yardımıyla o yasaklayıcı savaş kuralını uyguladılar. Duruma gösterdikleri tepki hayvanların da mantıklı olabilecekleri düşüncesinin geçersizliğini kanıtlıyor gibiydi. Takım direnişe son verip, görevine döndü.

Şimdi hayvanlar başları önlerinde, kuyruklarını sallayarak çamurda yol almaya çabalıyorlardı. Sanki eklem yerlerinden dağılırmışçasına tökezleniyor, yalpalıyorlardı. Arabacı onları durdurdukça başı çeken at kafasını deli gibi sallıyor, adeta arabanın tepeye varamayacağını vurgulamak istiyordu. At böyle debelendiğinde yolcumuz sıçrıyor, düşünceleri darmadağın oluyordu.

Çukurların üzerinde buharlaşan sisler vardı. Sis, tüm yalnızlığı içinde kötü bir ruh gibi tepeyi tırmanmış, dinlenecek yer aramış ama bulamamıştı. Islaktı, buz gibiydi. Huzursuz bir denizin birbirini kovalayan ve yutan dalgaları gibi havayı yarıyordu. O denli yoğundu ki arabanın lambaları yalnızca onu aydınlatıyordu. Atlardan yükselen buğu sise kavuşunca sisin nedeni gibi görünüyordu göze.

Posta arabasının yanı sıra yürüyen iki kişi daha vardı. Üç adam da gözlerine kadar sarınmışlar ve uzun çizmeler giyinmişlerdi. Hiçbiri bir ötekinin neye benzediğini bilemezdi. Kat kat giysiler onları hem aklın hem bedenin gözlerinden gizliyordu. O günlerde kısa yolculuklarda içli dışlı olmaktan çekinilirdi, çünkü herkesin haydut ya da haydutlara yardakçılık etme olasılığı vardı. Posta’nın mola verdiği her durak, her birahane mal sahibinden ahır yamağına dek “Kaptan”ın paralı adamlarından birini çıkarabileceği için bu ihtimal çok da yüksekti. Kasım 1775’in o Cuma gecesi, muhafız da böyle düşündü. Shooter Tepesi’ni tırmanırken arabanın arkasındaki yerinde oturuyor, ayağını vuruyor, gözlerini ve ellerini tüfek sandığından ayırmıyordu. Sandıkta kılıçların üzerine yerleştirilmiş altı yedi dolu tabanca ile yine ateşe hazır bir alaybozan tüfeği vardı. Dover Postası her zamanki “güvenli” ortamındaydı. Muhafız yolculardan, yolcular birbirlerinden ve muhafızdan kuşkulanıyorlardı. Hep birlikte de başkalarından kuşkulanılıyordu. Arabacı ise yalnızca atlarına güvenebiliyordu. Hayvanlarının bu yolu çıkabilecek güçte olmadığına Kutsal Kitaba el basabilirdi.

“Voo!” dedi arabacı, “Haydi! Bir kez daha asılırsak tepeye varırız. Lanet olasıcalar, canım çıktı… Joe!”

“Hoop!” dedi muhafız.

“Saat kaç dersin, Joe?”

“On biri tam on geçiyor!”

“Kahretsin!” diye bağırdı arabacı; “Shooter Tepesi’ne bile varamadık. Yallah! Yürüsenize!”

Baştaki inatçı hayvan kırbaçla gelen buyruğu alınca atağa kalktı. Diğerleri onu izlediler. Posta arabası bir kez daha yola koyulmuştu. Araba durunca yolcular da durmuş, onu yalnız bırakmamışlardı. Üçünden biri sislerin içinden, az önde gitmeyi önerecek olsa diğerlerince haydut sayılıp vurulması işten bile değildi. Son atılım postayı tepeye ulaştırdı. Atlar soluklanmak için durdular. Muhafız da tekerleği yokuş aşağı kaydırmak ve yolculara kapıyı açmak için yere atladı.

“Hişt, Joe!” diye seslendi arabacı. Sesinde bir tedirginlik, bir uyarma vardı ve aşağıya bir yere bakıyordu.

“Ne var Tom?”

Kulak kabarttılar.

“Bana kalırsa gelen tırısta bir atlı, Joe.”

Muhafız, “Bence dörtnala geliyor, Tom,” dedi. Kapıyı bırakıp, çevik bir hareketle yerine tırmandı. “Baylar, Kral adına, hepimiz!”

Bu acele yeminden sonra tüfeğinin horozunu kaldırıp, saldırı durumunu aldı. Olaydan etkilenen yolcumuz basamaktaydı. Yarısı arabada, yarısı yerde, basamakta kalakalmıştı. Diğer iki yolcu ise yolun kenarında bekliyordu. Bir muhafıza, bir arabacıya bakıyorlardı. Sonra birbirlerine bakarak ortalığa kulak kabarttılar, inatçı at bile kulaklarını dikmiş, karşı çıkmaksızın onlara bakıyordu. Arabanın zorlanması ve çabalaması sonucu çıkan gürültünün son bulmasına gecenin ıssızlığı eklenince, çevre pek sessizleşmişti. Nefes nefese kalmış atların kesik soluğu, arabayı öyle bir titretiyordu ki, araba sanki sinirden titriyor gibiydi.

Yolcuların kalp atışları duyulacaktı neredeyse. Sessizlik, nefes nefese beklerken nabızları yükselen kişilerin aynasıydı.

Dört nala gelen atın sesi tepeyi hışımla tırmandı.

Atlı yakınlara gelince muhafız olanca sesiyle kükredi:

“Dur! Yoksa ateş ederim!”

Atlının hızı birdenbire kesiliverdi. Suların ve çamurun çıkardığı seslerin yanı sıra sis ötesinden başka bir ses duyuldu.

“Bu Dover Postası mı?”

“Sana ne!” dedi muhafız sertçe. “Sen kimsin?”

“Dover Postası mı bu?”

“Öğrenip de ne yapacaksın?”

“Bir yolcuyu arıyorum.”

“Kimi?”

“Bay Jarvis Lorry’i.”

Yolcumuz adı geçenin kendisi olduğunu belirtti. Arabacı, muhafız ve öteki yolcular ona kuşkuyla baktılar.

“Sakın kımıldama!” diye bağırdı muhafız sislerin ardındaki sese. “Çünkü yanlış bir iş yaptırırsan bir daha hayatta düzeltilemez. Adı Lorry olan bay konuşsun.”

“Ne var?” diye seslendi yolcu. “Beni kim arıyor? Jerry, sen misin?”

Muhafız kendi kendine homurdanıyordu: “Bu Jerry’nin sesinden hiç hoşlanmadım. Tabii Jerry ise. Bana kalırsa bu Jerry’nin sesi fazla kalın.”

“Evet Bay Lorry.”

“Ne var?”

“Size Tellson’dan bir mektup var.”

“Bu haberciyi tanıyorum, muhafız,” dedi Bay Lorry. Bu arada, arkasındaki yolcular hiç de kibar olmayan bir biçimde onu yola doğru ittiler. Ardından da arabaya binip kapı ve pencereyi kapadılar.

“Bırakın gelsin… Korkacak bir şey yok.”

Muhafız, “Umarım öyledir. Ama yine de emin olmalıyım,” dedi. “Hey, sen! Bak buraya!”

“Pekâlâ,” dedi Jerry. Sesi daha da çatlak çıkmıştı.

“Adım adım yaklaş, duydun mu? O eğerin tüfekliği varsa elinin o tarafa gittiğini görmeyeyim. Elim çabuktur. Kolay hata yaparım Yaptıklarım da hep kurşunlu oluyor. Yaklaş da boyunu boşunu görelim hele.”

Girdaplanan sislerin arasından bir atlı belirdi, yaklaştı. Elindeki kağıdı verirken gözlerini muhafızdan ayırmadı. Atı doruydu. Her ikisi de tepeden tırnağa çamur içindeydiler.

“Muhafız!” diye seslendi adı Jarvis Lorry olan yolcu. Sesi sakindi.

Muhafızın sol eli namluda, sağ eli kabzada, gözü atlıdaydı:

“Buyrun!” diye sertçe yanıt verdi.

“Korkacak bir şey yok. Ben Tellson Bankası’ndanım. Londra’daki Tellson Bankası’nı bilmen gerek. İş nedeniyle Paris’e gidiyorum. İşte sana bir altın. Şunu okuyabilir miyim?”

“Peki, ama elinizi çabuk tutun bayım.”

Yolcu, lambanın ışığında mektubu açtı ve okudu: “Dover’da küçükhanımı karşılayın. Gördün mü muhafız, uzun değilmiş işte. Jerry yanıtımın şu olduğunu iletiver: “Hayata döndürülen.”

Jerry şaşırmıştı. Kalın sesiyle, “Pek tuhaf bir yanıt,” dedi.

“Bu mesajı ilet. Mektubu aldığımı anlayacaklardır. Elinden geldiğince çabuk git. İyi geceler!”

Yolcu bu sözlerden sonra kapıyı açıp, içeri girdi. Öteki yolcular ona yardımcı olmadılar, ikisi de saat ve cüzdanlarını çizmelerinin içine tıkmışlardı. Şimdi de uyurmuş gibi yapıyorlardı. Bu uykunun, başka türlü davranmayı göze alamamaları dışında hiçbir gerekçesi yoktu.

Posta yine yola koyuldu. Yokuşu inerken çevresindeki sis çemberi daralmaktaydı. Muhafız sandıktaki yedeklere, kemerindekilere, koltuğunun altındaki ıvır zıvır kutusuna baktıktan sonra tüfeğini yerine yerleştirdi. Lambalar fırtınadan ya da kendiliğinden sönecek olsalar, içeri girip anında yeniden ateş yakmayı becerebilecek biçimde donatılmıştı.

“Tom!” Ses fısıltı gibiydi.

“Ne var Joe!”

“Mesajı duydun mu?”

“Duydum, Joe.”

“Ne demek sence?”

“Hiçbir şey anlamadım Joe.”

“Ne rastlantı,” dedi adam. “Bence de öyle.”

Karanlığın ve sisin orta yerinde kalan Jerry atından indi. Yalnızca atını dinlendirmek değildi amacı. Yüzünden çamuru silmek, şapkasının kenarında biriken suları akıtmak istiyordu. Posta arabasının tekerlekleri duyulmaz olup, gece sessizliğe bürününceye dek ıslak koluna dizginleri dolayıp durdu. Sonra da yokuştan aşağı inmeye koyuldu.

“Templo Bar’dan buraya yaptığın dörtnaldan sonra yokuşta bacaklarına güvenim yok kızım,” diyordu

kalın sesli haberci. “Yaşama döndürüldü. Amma tuhaf bir mesaj. Bak bu sana hiç gelmez Jerry! Jerry oğlum, yaşama dönmek moda olursa senin işler berbat oldu demektir!”

…..

Yazar

BENZER İÇERİKLER

İYİ YAZARLAR NEDEN İYİ YAZARLAR? – Edgar Allan Poe

Editor

Anlaşma

Editor

Guy de Maupassant Öykücülüğü ve Kan Davası Öyküsü

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası