KISIM I
BİR KORİDORDA İNTERMEZZO
8-12 NİSAN
Amerikan iç savaşına yaklaşık altı yüz kadın katıldı. Erkek kıyafeti giymişlerdi. Belki de ideolojik açıdan rahatsız edici olduğundan, Hollywood tarihin bu kesitini görmezlikten geldi. Tarih kitaplarının, cinsler arası sınırlara aldırmayan kadınlarla hep sorunu olmuştur, bu sınır başka hiçbir yerde, savaş ve silah söz konusu olduğundaki kadar keskin değildir.
Bununla birlikte, kadın savaşçılar -Amazonlar- hakkında Antik Çağ’dan günümüze kadar ulaşan bir sürü söylence vardır. Tarih kitaplarında yalnızca “prenseslere” yer verilir, yani yönetici sınıfın temsilcilerine. Erkekler açısından ne kadar rahatsız edici olursa olsun, bazen tahta bir kadın oturur. Savaş cins ayrımı gözeterek başlamadığından, bazen ülkeyi bir kadın yönetirken patlar ve bunun sonucunda tarih kitapları, tıpkı Churchill, Stalin, ya da Roosevelt’e yer verdiği gibi savaşçı kraliçelere de yer vermek zorunda kalır. Asur’u kuran Semiramis, İngiltere’de Romalılara karşı kanlı bir ayaklanmayı yöneten Boadicea yalnızca iki örnektir. Üstelik Boadicea’nın, Thames Nehri üzerindeki Westminister Köprüsü’nün, Big Ben’e bakan tarafına bir heykeli dikilmiştir. Eğer bir gün yolunuz oraya düşerse onu mutlaka selamlayın.
Bununla birlikte tarih kitaplan, silah kullanmayı öğrenip cephede erkeklerle yan yana savaşan, sıradan kadın savaşçılara karşı genel olarak kayıtsızdır. Ama tarih kitapları görmese de onlar vardır ve kadınların katılmadığı bir savaş neredeyse yoktur.
1. BÖLÜM
8 NİSAN, CUMA
Gece saat bir buçukta Hemşire Hanna Nicander tarafından uyandırılan Dr. Anders Jonasson, “Ne var?” dedi şaşkınlıkla.
“Helikopter yolda, İki kişi. Yaşlı bir adam ve genç bir kız. Kızda kurşun yarası var.”
‘Tamam,” dedi Jonasson yorgun bir sesle.
Yalnızca yarım saat kadar kestirmişti ama kendisini zinde hissediyordu. Göteborg’daki Sahlgrenska Hastanesi’nde gece nöbetindeydi. Çok yıpratıcı bir akşam geçirmişti, önce saat 18.00’de, Lindome’de kafa kafaya çarpışan iki arabadan çıkarılan dört kazazede getirilmişti. İçlerinden biri ağır yaralanmış ve hastaneye getirildikten kısa bir süre sonra ölmüştü. Bunların dışında, bacağına kazayla kaynar su dökülen bir garson kızla ilgilenmiş, oyuncak arabasının tekerini yutan ve hastaneye getirildiğinde artık nefes alamayan bir çocuğu hayata döndürmüştü. Bisikletiyle bir çukura yuvarlanıp yaralanan on yaşındaki bir kız çocuğunu tedavi etmişti. Belediye işçileri, bisiklet yolunun hemen yakınına bir çukur açmışlar, etrafına yerleştirdikleri uyarı bariyerlerine daha önce çarpan biri, bariyerleri çukura devirdiğinden, kız çukuru görememişti. Dr. Jonasson’un yüzüne on dört dikiş attığı kızın iki ön dişi de kırılmıştı. Ayrıca Dr. Jonasson kızın yırtılan dilinin bir parçasına öyle ustaca bir dikiş atmıştı ki, değme terziyi kıskandırırdı.
Saat 23-00’e doğru, acil hasta sayısı azaldığından, şöyle bir dolaşıp daha önce gelenlerin durumlarını kontrol etmiş, sonra da dinlenme odasına çekilmişti. Nöbeti sabah saat altıya kadar sürüyordu, acil hasta gelmese bile uyuma alışkanlığı yoktu ama o gece hemen uykuya dalmıştı.
Hemşire Hanna Nicander doktora bir bardak çay verdi. Helikopterle hastaneye getirilmekte olan yaralılar hakkında ayrıntılı bilgi edinememişti.
Anders Jonasson göz ucuyla pencereden dışarı baktı, denizin üzerinde parlak bir ışık vardı. Helikopter iyice yaklaşmıştı.
Motor sesini duyduğunda kalkıp pencerenin önüne dikildi. Sert bir rüzgâr esiyor, helikopter pistin üzerinde yalpalıyordu. Pilot helikopteri dengede tutmakta zorlanır gibiydi. Dr. Jonasson nefesini tutarak bu sahneyi izlerken, helikopter görüş alanından çıktı. Seslerden motorunun yavaşladığı anlaşılıyordu. Doktor son bir yudum alarak çay bardağını bir kenara koydu.
Anders Jonasson sedyeyle içeriye taşınan yaralıları acilin girişinde karşıladı. Meslektaşı Katarina Holm yüzü feci yaralanmış yaşlı adamla ilgileniyordu. Jonasson’un payına, kurşun yaralı kız düşmüştü. Toza toprağa ve kana bulanmış kız, tahminine göre on yedi on sekiz yaşlarındaydı. Dr. Jonasson ambulans görevlilerinin kızın üzerine örttüğü battaniyeyi kaldırdı. Kalçasındaki ve omzundaki kurşun yarasının üzerine gümüş rengi geniş bir bant yapıştırılmıştı. Jonasson bunu her kim yaptıysa takdir etti: Böyle yaparak hem kanamayı durdurmuş hem de yaranın mikrop almasını engellemişti. Kızın kalçasından giren kurşun kas dokularını parçalamıştı. Omzundan aldığı kurşunun nereden girdiği görülüyordu ancak bir çıkış deliği yoktu. Demek ki kurşun içeride kalmıştı. Jonasson kurşunun kızın ciğerlerine saplanmamış olmasını umdu. Ağzından kan gelmediğine göre büyük ihtimalle umduğu gibiydi.
“Röntgen,” dedi Dr. Jonasson yardımcısı hemşireye. Daha fazla açıklama yapmaya gerek yoktu.
Ambulans görevlilerinin kızın başına sardıkları sargıyı keserek çıkardı. Parmaklarıyla başını yoklarken kurşun deliğini bulduğunda donup kaldı. Bu kurşun da içeride kalmıştı.
Anders Jonasson bir süre durup kıza baktı. Umutsuzluğa kapılmıştı. Kendi işini kaleciliğe benzetirdi. Acile her gün, durumları değişik ciddiyette bir sürü insan gelirdi. Kalp krizi geni en yaşlılardan, ciğerine tornavida saplanmış on dört yaşındaki gerice.. extasy hapı aldıktan sonra on sekiz saat dans edip yüzü mosmor yere yığılan on altı yaşındaki genç kızdan, iş kazası geçirenlere, dayak yiyen kadınlardan, kamp köpeklerinin saldırısına uğrayan çocuklara ve birkaç kalas kesmek isterken, ellerini kemiklerine kadar kesen ‘becerikli’ adamlara kadar bir sürü insan acilin kapısından girerdi.
Anders Jonasson hastalarla cenaze levazımatçısı arasındaki kalede dururdu. Onun görevi önlemler almaktı. Eğer yanlış karar verirse hasta ölebilir ya da ömür boyu sakat kalabilirdi. Acile gelen yaralıların çoğunun durumunu anlamak için özel bir teşhis gerekmezdi; bıçak saplanmış ciğere, trafik kazasından sonra haşat olmuş bir bedene neler yapılacağı ortadaydı. Bu durumda hastanın yaşayıp yaşamayacağı aldığı yaranın ciddiyetine ve doktoran becerisine bağlıydı.
Anders Jonasson’un nefret ettiği iki tür yara vardı. Bunlardan biri ağır yanık yarasıydı; ne yaparsa yapsın hasta ömür boyu acı çekebilirdi. İkincisi kafadaki yaralardı.
Şimdi önünde yatan kız kalçasındaki ve omzundaki yarayla yaşayabilirdi. Ama beyne saplanmış kurşun başka bir şeydi.
Doktor bunları düşünürken Hemşire Hanna’nın ne dediğini duyamamıştı.
“Affedersin?”
“Bu o kız.”
“Hangi kız?”
“Lisbeth Salander. Polisin haftalardır üç cinayetten aradığı kız.”
Doktor kızın yüzüne ‘baktı. Evet oydu. Gazete afişlerine basılı pasaport fotoğrafını her İsveçli gibi o da görmüştü. Demek ki şimdi katilin kendisi de vurulmuştu, yani bir çeşit şiirsel adalet.
Ama bu doktoru ilgilendirmezdi. Onun görevi Nobel ödülü almış biri de olsa, üç kişinin katili de olsa -ya da ikisi birden-, kim ve ne olduğuna bakmaksızın hastanın hayatını kurtarmaktı.
Acili o bildik telaş sarmış, Jonasson’un çalışma arkadaşları işe koyulmuşlardı. Lisbeth Salander’in elbiselerini keserek çıkardılar. Jonasson stetoskopla Lisbeth’in göğsünü dinlerken, bir hemşire kan basıncını -100/70- bildirdi. Kalp atışı düzensizdi, nefesi de.
Yani Lisbeth Salander’in durumu kritikti. Kalça ve omzundaki yara kompres yapılarak, hatta üzerindeki yara bantlarıyla sonraya bırakılabilirdi. Kafasındaki yara önemliydi. Jonasson hemen bilgisayar tomografisinin çekilmesini istedi.
Anders Jonasson sarı saçlı, mavi gözlüydü. Acil doktorluğundan önce, yirmi yıl boyunca araştırmacı ve patolog olarak çalışmıştı. Meslektaşlarım şaşırtan ve onunla birlikte çalışanları gururlandıran bir özelliği vardı; nöbet tuttuğu günlerde hiçbir hasta ölmemişti, mucizevî bir şekilde hastalarını hayatta tutmayı başarmıştı. Tamam, ölen birkaç hastası vardı ancak bunların hepsi de tedavi sonrası, başka nedenlerle ölmüşlerdi.
Jonasson, bazen ortodoks tedavi sanatından ayrılabilirdi. Eğer bir tedavi yöntemi istediği sonucu vermez de işler sarpa sararsa, nerede yanlış yaptığım anlamak ve doğru yöntemi bulmak için zaman harcamaktan kaçınmazdı. Aslında bu yönetmeliklere de uygundu, tek sorun doktorlar ne yapacaklarını düşünürken hastanın kaybedilme riskiydi. Daha da kötüsü, durumun umutsuz olduğuna karar verilip tedavi kesilebilirdi.
Dr. Jonasson kafasında kurşun olan bir hastayla ilk defa karşılayordu. Bir nörologa ihtiyacı vardı. Bu konuda kendini yetersiz hissediyordu ama birden hak ettiğinden daha şanslı olduğunu düşündü. Temizlenip ameliyat elbiselerini giymeden önce Hanna Nicander’i yanına çağırdı.
“Stockholm’deki Karolinska Hastanesi’nde çalışan Profesör Doktor Frank Ellis şimdi Göteborg’da. İyi bir beyin cerrahı, üstelik yakın arkadaşım. Radisson’da kalıyor. Bana telefonunu bulabilir misin?”
Anders Jonasson röntgen filmlerini beklerken, Hanna Nicander otelin telefon numarasını bulmuştu. Jonasson saatine baktıktan sonra -gecenin ikisine geliyordu- ahizeyi kaldırdı.
Radisson’ın nöbetçi resepsiyon görevlisi böyle geç bir saatte telefon bağlamaya niyetli olmadığından, Dr. Jonasson’un durumun vahametini anlatan birkaç söz etmesi gerekti.
“Günaydın, Frank,” dedi Jonasson. Cevap almak için uzun süre beklemişti. “Ben Anders. Duydum ki Göteborg’a gelmişsin. Sahlgrenska’ya şöyle bir uğrayıp bir beyin ameliyatına katılmaya ne dersin?”
“Benimle dalga mı geçiyorsun?” dedi Frank tereddütlü bir sesle. Frank Ellis çok uzun bir süredir İsveç’te yaşamasına ve İsveççeyi zorlanmadan -hafif bir Amerikan aksanıyla- konuşmasına rağmen temel dil olarak İngilizceyi korumuştu. Anders, İsveççe konuşuyor, Ellis İngilizce cevap veriyordu.
“Frank, seminerini kaçırdığım için üzgünüm ama sanırım bana özel ders verebilirsin. Acile genç bir kadın getirdiler, başında kurşun yarası var. Kurşun sol kulağının tam üzerinden girmiş. Birine danışmam gerekiyor ve bunun için senden daha uygun birini düşünemiyorum.”
“Demek durum ciddi’ dedi Frank.
“Yirmi beş yaşında bir kız.”
“Kafasından mı vurulmuş?”
“Ve kurşun kafasında kalmış.”
“Ve hâlâ hayatta?”
“Nabzı düzensiz, nefesi de; kan basıncı 100/70. Ayrıca biri omzunda, diğeri kalçasında iki kurşun yarası daha var. Yani baş etmem gereken iki sorunla karşı karşıyayım.”
“Durumu parlak görünüyor,” dedi Ellis.
“Parlak?”
“Eğer biri kafasında bir kurşunla hâlâ yaşıyorsa, umut vaat ediyor demektir.”
“Anlıyorum… Bana yardımcı olur musun?”
“İtiraf etmeliyim ki, bu akşam arkadaşlarla biraz kafa çektik. Yatağa saat birde girdim, büyük ihtimalle kanımda hatırı sayılır miktarda alkol dolaşıyor… ”
“Kararları ben alıp müdahaleyi ben yapacağını. Ama aptalca bir şeyler yapmam hâlinde beni uyaracak bir yardımcıya ihtiyacım var. Dürüst konuşmak gerekirse, beyin hasarının değerlendirilmesi söz konusu olduğunda, Profesör Ellis sarhoşken bile benden birkaç gömlek üstündür.”
“Tamam. Geliyorum. Ama bana bir hizmet borcun var.”
“Otelin önünde bir taksi seni bekleyecek.”
Profesör Frank Ellis gözlüğünü alnına kaldırdı, ensesini kaşıyarak bakışlarım, Lisbeth Salander’in beynindeki her kıvrım ve köşeyi gösteren bilgisayarın ekranına dikti. Ellis 53 yaşındaydı. Kömür karası saçlarına ve sakalına yer yer ak düşmüştü; Cityakuten televizyon dizisindeki ikincil karakterlerden birine benziyordu, Vücut yapısı haftanın birkaç saatini spor salonunda geçirdiğini gösteriyordu.
Frank Ellis, İsveç’i seviyordu. 1970’Ii yılların sonunda araştırmacı değişim programıyla gelip iki yıl kalmıştı. Daha sonra her fırsatta ziyaret etmiş ve nihayet Karolinska Enstitüsü’nde profesörlük teklifini kabul ederek İsveç’e yerleşmişti. O zamanlar Ellis artık uluslararası saygın bir isimdi.
Anders Jonasson, Frank Ellis’i on dört yıldır tanıyordu. İlk defa Stockholm’de bir seminerde karşılaşmışlar, biraz konuştuktan sonra olta balıkçılığı gibi ortak bir zevklerinin olduğunu keşfetmişler, Anders onu Norveç’e kadar sürecek bir balık avı seyahatine davet etmişti. O günden sonra ilişkilerini hep sürdürmüşler, birkaç kez daha balık avına çıkmışlardı. Ama şimdiye kadar hiç birlikte çalışmamışlardı.
“Beyin bir muammadır,” dedi Profesör Ellis. “Yirmi yılımı beyin araştırmalarına harcadım, aslında daha da fazlasını.”
“Biliyorum. Seni rahatsız ettiğim için özür dilerim, ama…”
“Bırak şimdi özür dilemeyi,” dedi Ellis.
“Bu sana bir şişe Cragganmore’a patlar, bir daha balığa çıktığımızda alırsın artık.”
“İyi. O kadar pahalı değilmiş.”
“Yıllar önce, Boston’da çalışırken bir hastam vardı. Senin hastanla aynı yaşlarda bir kız; bu konuyu New England Journal of Medicine’de yazmıştım. Evinden üniversiteye giderken, biri kıza tatar yayıyla ok atmış. Sol kaşının kenarından giren okun ucu neredeyse ensesinin ortasından çıkmıştı.”
“Ve o kız hayatta kaldı, öyle mi?” diye şaşkınlıkla sordu Jonasson.
“Acile geldiğinde feci görünüyordu. Oku kesip bilgisayar tomografisi çektik. Ok beynini boydan boya geçmişti. Mantıken kızın ölmesi gerekirdi, ya da en azından komaya girmesi.”
“Ne durumdaydı?”
“Bilinci yerindeydi. Yalnızca bu da değil; tabii çok korkuyordu ama son derece de mantıklı