Handan Öztürk’ ün son romanı Arumi’nin Rüzgargülü…
Mezopotamya’nın köklü bir kentinde, Doğu ve Batı kültürü arasında sıkışmış bir aileden gelen Meryem, geleneksel analık ve kadınlık dayatmalarını reddederek, sahip olduğu her şeyi arkasında bırakıp uzun bir yolculuğa çıkar. Gizemli ve büyülü kültürlere, egzotik ve egzantirik mekânlara sahip yaşlı Asya kıtasını boydan boya kat eder. Bu yolculuk boyunca, kadınlığının ve cinselliğinin “farkına vararak” yüzyıllık gelenekleri parçalarken bir yandan da birbirinden dokunaklı ve ilginç kadın öykülerine tanıklık eder.
Metamorfoz
Artık düşmandım.
Tutkunun sıradışı kıldığı bir düşman!
Birbirimizi yenebilmenin sim, adeta birer silaha dönüştürdüğümüz bedenlerimizde saklıydı. Öfkeye hakini olamayan bilinçlerimiz çözümü saldırgan bir cinsellikte arıyordu. Romantizmi, tabuları, alışkanlıkları, duyarlıkları bir kenara atmış, tenlerimizi kanırtırcasına sevişiyor, haz almanın ve vermenin son sınırında birbirimize meydan okuyorduk. Şeytanın tenimize sakladığı oyunlara gözü kara dalmış, sevişmenin daha karanlık ve ölümcül hallerini arıyorduk Çatışmalara, ihanetlere rağmen vazgeçilmez olduğumuzu birbirimize kanıtlama, karşımızdakinin tutkusunu sonuna kadar kışlanma çabası ikimizi de birer ifrite dönüştürmüştü. Soluk soluğaydık. Hiç beklenmedik bir anda kendimi çekerek sevişmenin seyrilü bir anda değiştirdim. Güçlü bir haz dalgasının ikimizi de altüst etmesine ramak kalmıştı ki kindarlığı yeğleyen kadınlığım, kıran kırana süren sevişmeyi, tenlerimizle birlikte ruhlarımızı da acıtan, kırıp döken bir boyuta savurdu. Bu ani atağım, onun gözü dönmüş erkekliğini hayal kırıklığına uğratarak iktidarını sarstı.
Sıradan bir olaydan söz edermişçesine, “Git kendini garson kızla avut!” diye fısıldadım.
Bu tek cümle, ondan kendimi esirgememin nedenini değil, daha önce sözünü etmediğim ihanetini, alttan alta biriken, gizli kapaklı kalmış gibi görünen çatışmalarımızı da dile getirdi.
Aklından çok erkekliğini toparlamaya ihtiyacı vardı. Bir süre ne yapacağım bilemez halde kalakaldı. Kadınca bir İntikam tuzağına düştüğünü fark ettiği an bir kez daha dağıldı, ama kısa bir an!
Toparlandığında pençelerini geçirmeye hazır bîr kurda dönüşmüştü.
“Benimle kedinin fareyle oynadığı gibi oynamaktan vazgeç. Seni şu an istiyorum. Sana son kez sahip olacağım, sonra da sonsuza kadar hayatından çıkacağım!” diyerek boynumdan kavrayıp beni hızla kendine çekti.
Bir süre oltaya takılmış balık gibi çırpındıktan sonra direncim tükendi. O an beni öldürebileceğini düşündüm. Teslimiyetimden emin olunca kollarını gevşetti. Buna rağmen küvete düşüp ıslanan bir kumru gibi çırpmıyordum. Onun kaba gücü ile benim makûs bedensel güçsüzlüğüm banyonun kaygan duvarlarına aynı zavallılıkta yansıdı.
“Ayağa kalk!” dedi emredercesine.
Az önceki oyunbozanlığımın verdiği pervazsızlıkla onu küçümseyen bir edayla kalktım. Bu arada yanlışlıkla küvetin boşaltma kumandasına basmışım. Güçlü bir vakumla çekilen suyun ayaklarımızın altında oluşturduğu anaforu izlemeye başladık. Birdenbire aramıza girerek dengeleri sarsan ve her şeyin önüne geçen sesin hayatımızdan çıkıp gitmesini bekledik. Anafor bitti, ses kesildi ama iktidarı sarsılan beyefendinin elinde tutmaya çalıştıklarını da beraberinde götürdü. Bakışlarımdan düşüncelerimi okumuş olmalıydı ki yeniden atağa geçti. Beni hırsla duvara dayayıp bacaklarımı ayırmayı başardı. Mermere dayadığı bedenime girmek için canım dişine takıp, ölümüne bir mücadele başlattı. Kaygan zemini kavramaya çalışan ayaklan gözümde büyüdükçe büyüyordu. Sanki giderek artan kaba gücünü, zemine sıkı sıkıya dayadığı ayaklarıyla yeraltı cinlerinden alıyordu. Bacakları ve kasları bir kurdunki kadar sertleşmişti. Sevişmenin bir erkeğin yalnızca erkekliğini değil, bütün uzuvlarını değiştirdiğine tanık oluyordum. Avını yakalamak için olağanüstü güçlerle donanabildiğine…
Ben de bedenimi zorlayacaktım!
Gücünü kullanarak sunmaya çalıştığı erkekliğini, arketipimdelti “alma” gücünün şuurlarım aşarak alt edecektim. Yüzyılların edilgen kıldığı alıcılığımı ters yüz edip etkin bir silaha dönüştürecektim.
Gözlerimi kapatıp dayandığım duvara sırtımı iyice yapıştırdım. Bacaklarımı hafifçe kırıp sonuna kadar açtım. Gevşeme gücümü bacak arama yoğunlaştırarak erkekliğini beklemediği bir anda içime aldım. Bütün güçlerimi kaslarımda yoğunlaştırarak bir mengene gibi kavradım. Hazla karışık acı bir çığlık yükseldi ondan. Daha İlk hamlede sarsmıştım. Bundan aldığım cesaretle kadınlık kaslarımı bir vakum gibi sıkıp gevşettim.
“Canımı acıtıyorsun, dur!” diye inledi.
Yalvarışa dönüşen kesik kesik sözcükler anlamı olmayan seslere, sonra da hırıltılara dönüştü. Hırıltılar da kuytuluklarda yiten yankılara…
Alma gücüm bittiğinde sesler kesildi.
Artık içimdeydi!
Sevgilimi, gulyabaniler gibi yutmuş, rahmimin derinliklerine gömmüştüm. Bunun bilincine vardığım an, bir erkeği yutmanın dehşetinden çok, bedenimin yaşadığı güçlü metamorfoz karşısında duyduğum korkuyla titredim. Olduğum yere çöküp kaldım.
Küçülmek, saklanmak, sevgilimi gönderdiğim rahmime kaçmak istedim. Ama hiçbiri olmadı. Yalnızca tuhaf bir hazla titreyen dölyolum bir parça yatıştı.
Gerçek ile hayal, geçmiş ile gelecek, zaman ile mekân arasındaki sırın ebediyete kadar yitirdiğim bu meşum anda başka bir boyuta geçmiştim!
Artık bir masal nesnesiydim. Uçuşan bir tüy, sokan bir an, yutup yok eden bir canavar, koruyucu bir melek, parlak bir ebemkuşağı, bin bir kötülüğün kaynadığı gayya kuyusu, dalgaları hırçın bir okyanus, patlayan bir volkan, uçan bir kelebek, mis kokan bir yabanmenekşesi gibiydim. Bundan sonra dokunduğum her şeyi masala dönüştürecek, konuştuğum herkese masal bulaştıracaktım.
Ve ertesi sabah güneşi, gece de ayı doğurdum.
Uzun, çelimsiz bacaklarımın arasından…
Geçmiş nasıl anlatılır?
Kadınlığımın miladını oluşturan bu metamorfozun tabii ki geçmişimle ilgisi vardı. Geçmişte yaşadıklarımla…
Yaşamın insana en yabancı aşığı ya da yakınlaştığı ila uç arasında kalan her insan gibi sanırım bunu anlatmak ihtiyacım duyuyorum. Bir başkasının basma gelmişçesine soğukkanlı bir edayla sözcükleri inceden inceye damıtarak, yaşadığım tüm olağanüstülüklerden sıradan bir insan hikâyesi kurmayı umuyorum. “Hayatım roman” diyen bütün insan öykülerinin arasına katıp, uzaklardan gelen hülyalı bir yabancı gibi ona bakmak, dinlerken de Hazreti Ömer adaletiyle yargılamak istiyorum.
Keşke kendi hayat hikâyem yaşadığım bu meşum metamorfozu açıklamak için yeterli olsaydı. Maalesef olup bitenleri daha anlaşılır kılmak için şeceresi on beşinci yüzyıla kadar dayanan aile geçmişimize de kısaca değinmem gerek. Çünkü yaşadığım bu metamorfoz, kökleri Ortaçağ’a uzanan kadim bir büyüyle ilişkili. Buhara’nın görkemli konaklarında mayalanan ve soyumuzun kadınları üzerine bir karabasan gibi çöken bu büyü, asırlar süren bir yolculuktan sonra İpek Yolu’nu, Ortadoğu çöllerini aşmakla kalmayıp dünyanın en görkemli surlarını delip geçmeyi başararak bana da ulaştı. Mezopotamya’nın geçmişini yüklenen Amed’e, yani günümüzdeki adıyla Diyarbakır’a ulaşarak dar dünyamı kolayca kuşattı. Çocuksu coşkularımı dizginleyen geleneksel yasaklar silsilesi ile babamın ısrarıyla aldığım Batı taklidi kolej eğitimi arasında sıkışıp kalmış dünyamı usul usul parçalayarak hayatımın merkezine yerleşmeyi başardı.
Bu büyünün müsebbibi ise onuncu üst neslin temsilcisi dedem Animi bin Eyubi.
Muhtemelen içinden çıkamadığı ruhsal karmaşadan uzaklaşmak için zaman zaman beyliğini, ailesini, cemaatini terk ederek kendini yollara vuran, her yolculuk sonrasında yuvasına farklı bir baba, kanlarına farklı bir koca, cemaatine farklı bir şeyh, tebaasına farklı bir bey olarak dönen Animi…
Arumi’nin rüzgârgülü
Bu büyünün tek simgesi ise Arumi’den bize miras kalan tuhaf biçimli bir rüzgârgülü…
Güneş saati olduğu İddia edilen beş asırlık bu alet, el büyüklüğünde yuvarlak gövdesiyle ve bombeli sapıyla antika aynaları andırıyor.
Yuvarlak gövdenin kenarlarındaki, iri bir tarağın dişlerini andıran ve kırık izlerinden bir zamanlar var olduğu anlaşılan yirmi dört dilimden ne yazık ki yalnızca biri sağlam kalmış. Öteki yirmi üç dilimin bazısı ta kökünden, bazısı da girinti çıkıntılar oluşturacak biçimde daha yukarıdan kırılmış. Gövde merkezindeki çıkıntının oluşturduğu gölgenin dilimler üzerindeki hareketi, günümüz saatlerindeki akrep ve yelkovan işlevini yüklenerek zamanı gösteriyor. Güneş saatini oluşturan bu fildişi gövde, gümüş sap üzerine sıkı sılaya perçinlenmiş. Gümüş sapın hafif bir bombe oluşturan uç kısmındaysa düşen bir pusulaya ait olduğu söylenen yuvarlak, küçük bir oyuk var.
Kırık dökük gövde üstünde tek dilim kalmasına rağmen hâlâ kendi etrafında dönebiliyor. Rüzgârgülü adını bu özelliğinden almış olmalı! Hareketli düzeneklerin yeni ve makbul olduğu o yularda, sabit mekanizma üzerine kurulu öteki iki özelliği yerine bu işlevi öne çıkartılmış da olabilir. Aslında bu aletin bir güneş saati mi, rüzgârgülü mü, yoksa pusula mı olduğu konusunda aile içinde hâlâ farklı görüşler var.
Ama bir yol aleti olduğuna kuşku yok!
Komşu beyliklere akınlar düzenleyen Arumi bin Eyubi, görkemü kızıllığını Hive’nin bakırımsı toprak renginden alan bir Zerdüşt tapınağında ele geçirmiş rüzgârgülünü. Güneş ışığının tapmağa düştüğü yeri öperek varlıklarım kutsarken artlarından oklanan ratüplerin cesetlerinin üstünden atlayarak tapınağa giren dedem, her yağmacının yaptığı gibi doğrudan hazine odasına dalmış. Birkaç altın ve gümüş fetişle birlikte bu aleti de bulmuş. Bu tuhaf aletin ne olduğunu anlamak için eline aldığı andan itibaren dedemin hayatında başlayan değişim bana neredeyse bir masal gibi anlatıldı.
Bu anlatılanlara bakılırsa fetihten sonra Animi, zaferini de, ordusunu da, ele geçirdiği zenginlikleri de başkomutanına teslim ederek yanına yalnızca rüzgârgülünü alıp ortadan kaybolmuş. Beyliğine ancak aylar sonra dönmüş. Bunu muhtelif yorumlara yol açan sonraki kayboluşları takip ermiş. Nereye gittiğine, ne yaptığına dair tek kelime etmediği gibi her dönüşünde farklı huylarla ve alışkanlıkla ortaya çıkıyormuş. Üstüne üstlük sevdiği, nefret ettiği insanlar ve tabii ki gözdeleri de değişiyormuş. Sokak kedileri gibi yüzü gözü yara bere içinde, hırpalanmış, saçı sakalı keçeleşmiş, bir deri bir kemik kalnuş halde kendini konağa zor atıyormuş.
Tebaası, bu uğursuz fetihten sonra onda başlayan tuhaflıkları, dudaklarıyla güneşin yeryüzüne düşen ilk ışığını kutsayan rahipleri sırtından vurdurun asıyla ilişkilendirmiş,
Bu bizim tarafımızdan da geçerli!
Her eski ve tuhaf aile hikâyesi gibi Animi bin Eyubi’nin hikâyesi de antik mitler gibi dallanıp budaklananlardan, kırk koldan kırk ayrı efsaneye dönüştürülenlerden. Bu, onun zamanında ve sonrasında olup bilen her ilginç olayın biraz da Arumi’ye mal edilmesinden kaynaklanıyor. Aralarından bazılarının gerçeklik payı yok değil; bunlardan biri Anuni’nin en büyük karışma, söylendiğine göre kadınlarının en cesuruna ait olanı…
Adı anılmayan bu büyükannenin öyküsüne aile içinde nadiren değinilirdi. Kılıç kuşanmada, at sürmede rakip tanımayan, birbirinden yağız delikanlılarla yanşan bu cesur büyükannenin acıklı sonunu ben annemden dinledim. Annem de kayınvalidesinden dinlemiş, muhtemelen o da kendi kayınvalidesinden… Demek hikâyesinin bu bölümüne karşı sülalenin erkeklerinde bilinçli bir ketumluk var!
Animi bin Eyubi’yle bir ilkbahar şenliğinde tanışmışlar. O zaman taze genç bir kız olan büyükanne, girdikleri ok atma yarışında Animi bin Eyubi’ye yenilince onunla evlenmeyi kabul etmiş. Evlendikten sonra uzun bir süre ikisinin de gözü birbirlerinden başkasını görmemiş. Ta ki Anuni’nin Zerdüşt tapmağını yağmalamasıyla başlayan tuhaf kayboluşları her şeyi altüst edene kadar…
Onun uzun kayboluşlarına, dönüşünden sonra da yeni gözdelerle düşüp kalkmasına daha fazla dayanamayan büyükanne, Arumi’nin bir yolculuğu sırasında, yakışıldı ve genç hizmetkârlarından birini koynuna almaya başlamış. Gebe kaldığını öğrendiği gün, genç dostunu eline bir kese altın tutuşturarak yedi diyar uzağa göndermiş. Derler ki uşak, Arumi’nin gazabından öylesine korkuyormuş ki soluğu tek dişi sineğin bile giremediği Ayos Yorgos Manastır’nda almış. Büyükanne, kocası döndüğünde doğurduğu piçi, onun gözlerinin içine baka baka “Kaderin cilvesi” diye kucağına vermiş. Eskimiş bir eşya gibi bir kenara atılışının öcünü böyle almak istemiş.
Şerefine sürülen bu lekeyi herkesten gizleyen Arumi, karısının bu davranışının bir meydan okuma olduğunu anlamış anlamasına da ama asla hazmedememiş. Bütün işlerini ve gözdelerini bir kenara bırakıp üç ay boyunca yalnızca karısıyla sevişmiş. Ta ki onu hamile bırakana kadar. Sonra da doğurmasını beklemiş. Günü geldiğinde nur topu gibi bir oğlan doğuran karısını, tam da bebeğin kırkı çıktığı gün zehirleterek öldürtmüş. Karısının hizmetkârdan olan piçini de doğan bu oğlancığa ömür boyu dadılığa mahkûm etmiş. Rivayete göre bu kız beyliğin en güzel kızı olmasına rağmen evlenmesine izin verilmediği gibi kendisinden bir yaş küçük olan üvey kardeşine, sonra da onun çocuklarına hatta torunlarına bakmak zorunda kalmış.
Babamların soyu, doğumdan hemen sonra annesi zehirlenen yetim oğlancığa dayanıyor.
Hikâyeye dönersek, karısının ihanetini asla unutmayan Animi, kadınlara olan güvenini tıpkı Kral Şehriyar gibi sonsuza kadar yitirmiş. Onun bu güvensizliğinden ve gazabından yalnızca büyükanne ile bu güzel dadı değil ne yazık ki beyliğin bütün kadınları da nasibini almış, intikam ateşini söndürmeyen dedem, Buhara ve Semerkand’ın nefesi kuvvetli, beyni işlek, sezgileri güçlü büyücülerini bir araya toplayarak soyundan gelen ve gelecek olan tüm kadınların nefsini bağlamış. Öyle ki, soyunun kadınları, ne başka erkeklerden, ne de kendi aralarında yaşadıkları gizli kapaklı sevişmelerden haz alamaz olmuşlar. Zaten, bu gizli hikâyenin dilden dile yayılmasında da bu efsunu kuvvetli ama çenesi düşük kara büyücüler rol oynamış.
Bütün tutuculuğuna rağmen annem bu hikâyeyi bana her anlatısında, “Her soyda, yaptığı hovardalıkların acısını kadınlardan çıkartan böyle bir domuzun teki, bu domuzun da nesiller boyu kadınları mutsuzluğa mahkûm eden bir kara büyüsü vardır” derdi…
Arumi’nin ölümünden sonra rüzgârgülü torunlarının en büyüğünün eline oyuncak diye tutuşturulmuş. Ancak o da büyüyünce ….