Akıcı üslubu ve anlatımı ile soluksuz okunacak bir roman. Hikayenin geçtği dönem ve gerçekte yaşanmış olması ayrı bir haz veriyor.
Türkan Şoray
“Sıdıka Hanım” romanı için mükemmel demiştim. “Asıl Adı Atiye” mükemmelden de öte.
Doç. Dr. Naci Onur
Fırat Üniversitesi Edebiyat Kürsüsü
Zengin bir beyin dadılarla ve özel hocalarla büyütülen güzeller güzeli kızının inişli çıkışlı hayat hikayesi… Büyük bir azim, çok büyük bir aşk… Her anı, değişen hayat tabloları ile dolu bir hikaye…
“Bu kitapta anlatılanlar, benim ailemin yaşadığı bir hikayedir. Bir kısmını bizzat yaşadım; geçmişe ait olan kısımlarını ise yaşayanların kendilerinden dinledim. Asıl Adı Atiye, bir biyografi değildir; bir romandır. Her olay birebir anlatılmış ya da hayal gücüm beni bazı yanılgılara düşürmüş olabilir. Adını değiştirerek kullandığım çok az aile veya kişi vardır. Diğerleri kitapta geçen lakapları ve isimleri ile yaşayan aileler ve kişilerdir.”
Naşide Gökbudak
***
-I-
Sıdıka Hanım’ın evindeki telaşı akşam yaklaştıkça artıyordu. Kolay değildi. Büyük kızı Küçük Hanım’a söz kesilecek, şerbeti içilecekti. En çok yorulanlardan biri; şüphesiz ki evin emektar ve sadık uşağı, Beko idi; gerçi artık ne olduğu da belli değildi. Bir ağabey, bir dayı, bir vekilharç kısacası evin temel direklerinden biriydi. O büyük aşk, o güçlü duygu; hayatını bu eve ve bu evdekilere bağlamasına yetmişti. Artık niye sevdiğini, nasıl sevdiğini, kaç yıldır sevdiğini de hatırlamıyordu. Düşünmüyordu da zaten. Başta Sıdıka Hanım olmak üzere, kendini bu evdekilere adamıştı. Bütün gayesi; onların hayatını kolaylaştırmak, mutsuzluklarını hissettirmemeye çalışmaktı. İşte, bu gün de, o günlerden biriydi. Beko bugün, Bakkal Nazım’a kaç sefer yaptı, bilmiyordu. Gerçi evdeki herkes bir telaş ve heyecan içindeydi, Küçük Hanım hariç. O sadece, programlanmış gibi, yapılması gerekenleri yapıyordu. Yüzünde hiçbir ifade yoktu; ne üzgün ne de mutluydu. Bugün sanki sadece et ve kemikti. Duygularını, sofadaki ceviz sandığa kilitlemiş gibiydi. Beko, elindeki torbayla mutfağa doğru yürürken avluyu yıkamaya çalışan Firdevs, yorulmuş olmalı ki sağ elinde süpürge, sol elini de beline koyarak Beko’yu seyretmeye başladı. Ve sırf konuşmuş olmak için:
“Beko Dayı, yine neler getirdin?” diye sordu. Beko, yorgun bir ifadeyle yanıtladı:
“Ne bileyim kızım, anan habire bir şeyler istiyor. Altı üstü bir söz, düğün değil kına değil. Niye bu kadar hazırlanıyor, bilmem.”
Firdevs, Beko’ya nasıl bir cevap vereceğini düşünürken, mutfaktan Sıdıka’nın sesi duyuldu.
“Beko, Beko! Bu, benim ilk mürüvvetim olacak. Gücümün yettiğinin en iyisini yapmalıyım. Ele karışmak, yele karışmaktır. Şimdiden söz gelsin istemem. Biliyorum, çok yoruldun ama…”
Beko, hemen sözünü kesti: “Sıdıka Hanım, benim yorgunluğumun ehemmiyeti yok. O çocukların mürüvvetini görmek, beni de mesut ediyor. Üzüldüğüm sensin. Bir de…” Sonunu getiremedi. Çok masraf oldu diyecekti; ama Sıdıka’yı daha fazla üzmemeliydi. Olabildiğince işini kolaylaştırıp, onu birazcık da olsa mesut etmeye çalışmalıydı. Bunu fazlasıyla hak ediyordu. Bir taraftan bunları düşünürken bir taraftan da torbadakileri çıkartıyordu. Yakılması için öd ağacı, bir kutu kibrit, iki kilo toz şeker, bir paket sigara, çay ve bir küçük şişe limon kolonyası. Beyaz da bunları bir bir alıp, tel dolaba yerleştirmeye başladı. Bir kutu kibriti Sıdıka’nın önüne doğru attı. Sonra birdenbire irkildi:
“Sıdıka, kusura bakma, elimden birdenbire çıktı.”
Sıdıka hafifçe güldü ve içinden; “Hâlâ benim, Saray Köy’deki Konağın Hanım’ı olduğumu zannediyorlar. Eski camlar çoktan bardak oldu,” dedi ve hafiften bir iç geçirdi. Ne düşündüğü anlaşılmasın diye acele ile ocağa döndü:
“Bevaz, sen de şu vişne şerbetini ez; ez de hazır olsun. Çörekler hazır. Börek nerdeyse pişecek. Hanife Bacı, baklavanın şerbetini verdi. Eh, pek bir işimiz kalmadı.”
Birdenbire hatırlamış gibi ekledi:
“Küçük nerede, epeydir ortalarda gözükmüyor?”
Firdevs, biraz da şikâyetçi bir tavırla:
“Ütüye kömür koydular, akşam giyeceği entari ile Dilşat Ablamın oyaladığı yazmayı ütülüyorlar. Bense hâlâ ne giyeceğimi bilmiyorum,” dedi.
Sıdıka gülerek karşılık verdi:
“Yavrum, sözü kesilecek olan Küçük, sen değilsin nasılsa; eli yüzü temiz bir şey bulur, giyersin.”
Beko, getirdiklerini mutfağa bıraktıktan sonra avludaki sedirin üzerine oturmuş, büyük bir itina ile sigarasını sarıyordu. Bir taraftan da düşünüyordu. “Bu kız, böyle mi evlenecekti? Hayret, hayatın ne getireceği belli olmuyor. Acaba arada sırada Küçük’e mektup yollayan o delikanlıya ne oldu? Bir keresinde buraya kadar bile gelmişti. Temiz yüzlü bir çocuktu ama o son mektupla her şeyi mahvetmişti. Küçük de ne kadar perişan olmuştu. Küçük, hiç de evlenecek bir kız gibi mutlu ve heyecanlı değildi. Bu zoraki bir evlilik. Sırf evde kalmış olmamak, anasının yükünü azaltmak için bu evliliği kabul etti. Yazık olacak ama ne yapılabilir ki?” diye düşünürken, ellerini de iki yana hafifçe açmıştı. Firdevs:
“Ne oldu, Beko Dayı, ters giden bir şey mi var?”
“Hayır, hayır! Hiçbir şey yok. Anana bir daha bir şey isteyip istemediğini sorayım.”
O sırada Sıdıka içeriye girmişti. Beko’nun son söylediklerini duymuştu:
“Beko, galiba her şey tamam, yalnız bir sorun var. Oğlan tarafı, birkaç gün sonra da düğün yapmak istiyor. Ergani uzak yer, tekrar gelemeyiz, diyorlarmış. Ama o adamın da daha kırkı çıkmadı. Kimse bilmez. Arkamdan sayıp, dedikodu ederler.”
Beko, güldü:
“Aman, Sıdıka Hanım; onu bilmeyen mi var? Ama yine de bir yirmi gün sonraya gün verelim.”
Sıdıka Hanım’ın, o adam diye bahsettiği, içki ve kadın uğruna on yedi köyü yiyerek, sonunda içki yüzünden otuz sekiz yaşında çatlayan, Saraylı Küçük Bey’di.
Vakit, gece yarısına yaklaşıyordu. Söz kesilmiş, şerbetler içilmişti. Ev halkından hiç kimse memnun değildi. Yine de herkes birbirine hayırlı olsun dileklerinde bulundu. Küçük Hanım’ın yüzünden hiçbir şey anlaşılmıyordu. Sıdıka, kızına yaklaştı, yüzünü öptü:
“Hayırlı olsun, yavrum.” Küçük, ağır ağır başını kaldırdı, gülümsemeye çalıştı ama yapamıyordu; boşuna çabalıyordu, duygularını saklamak oldukça zordu:
“Sağ ol, anne,” dedi ve hemen ilave etti:
“Buraları sabah düzeltsek olmaz mı? Ben biraz yorgunum, yatmak istiyorum.”
Sözünü bitirdikten sonra annesinin cevabını bile beklemeden sofadaki, Dilşat’la paylaştığı odasına yürüdü. Yüzü ifadesiz ve yorgundu. Elindeki ebruli karanfil çiçeğine bir kere daha baktı. Sonra odanın bir köşesine fırlattı. Bir ara mutfak kapısının önünde damat adayı ile karşılaşmıştı. Mustafa aceleyle eline bu çiçeği tutuşturmuş ve hafifçe eğilerek;
“Senden güzel bir çiçek bulamadım, Küçük Hanım; bunu kabul et,” demişti.
Küçük ne diyeceğini bilemeden Mustafa sofaya, erkeklerin yanına geçmişti bile. Küçük, üzerindeki yavruağzı çiçekleri olan, ipek kumaştan elbiseyi -ki bu anasının gençliğinden kalma çok güzel bir kıyafetti, ve Dilşat’ın, nefis bir oya yaparak süslediği, gene aynı tonda yazmayı aceleyle çıkarttı. Belindeki ince gümüş kemeri sökerken, düşünüyordu; “Bunu da kemer diye getirdiler.” Kemer, söz hediyeleri ile getirilmişti. Küçük, ne getirdiklerini bile tam olarak bilmiyordu. Kemeri beline taktıkları için görmüştü. Tabii bu kemer, Küçük Bey’in kızı için çok basit, çok hafif kalmıştı. Hepsini gömme dolabın kendine ait tarafına yerleştirdi. Beğense de beğenmese de itina ile yerleştiriyordu. Yapı olarak düzenli ve mükemmeliyetçi bir yaradılışa sahipti. Bu yönü Küçük Hanım’ın hayatını birçok bakımdan zorlaştırıyordu; ama ne yapsın, o da öyle yaratılmıştı. Sedir olarak da kullanılan yatağına yarı oturur vaziyette uzandı. “Bu genç adam çirkin değil, yakışıklı bile sayılır. Kadınlara nasıl davranılacağını da biliyor galiba, köylüden çok bir şehirli gibi davranıyor. Memleketinde hali vakti de iyiymiş,” diye düşünürken ürperdi. “Ben nasıl uzaklara giderim; anamı bacılarımı nasıl bırakırım? Ama buna mecburum. Acaba bu yüzden mi Erganili Mustafa’yı istemiyorum? Hayır, asıl sebep bunlar değil.” Tam o anda Harput Müftüsü’nün torunu Kemal’i hatırladı, hafiften güldü, bir anlık tebessümün ardından yüzünde acı bir ifade belirdi. Dilşat’ın odaya girdiğini duymamıştı bile. Çünkü o, on dört yıl öncesinde ve Harput’taydı.
Dilşat, Abla’sının çok uzaklarda olduğunu fark etmişti; aşağı yukarı nerelere gittiğini, kimi düşündüğünü de tahmin edebiliyordu. O da üzgündü; ama yapabileceği bir şey yoktu. Ve ne yazık ki ablası, hayatı olduğu gibi kabullenip, eğlenceli hale getirmeyi bilmiyordu. Bunları düşünürken uyumuştu. Zira o da çok yorgundu.
Küçük, daha mutlu bir ifadeye bürünmüş gibiydi. Konaktaki günlerini, özellikle de ders almaya başladığı günü hatırlamıştı. Annesi, bir gün evvel Küçük’e;
“Bak, Küçük; bu zat, sadece ninenin hatırı için hususi ders verme işini kabul etmiş, sen de hakikaten bir kabiliyet görmezse ve yeterince gayret sarf etmezsen sana ders vermeyebilir. Bu noktayı bilerek hareket et,” demişti.
İlk ders aldığı gün, bu endişeyle kalbi çarparak çalışma odasına girmiş; ama, Hacı Hayri Bey’in babacan ve sevecen tavırları ile hemen rahatlamıştı. Ne yazık ki bu rahatlama çok sürmemiş, ilk dersten sonra Hacı Hayri Bey derse devam edemeyeceğini bildirerek günlerce görünmemişti. Ta ki Kemal’i ikna edip, gizlice ziyaretine gidinceye kadar. Kemal’e o teklifi nasıl da yapabilmişti. İlk defa büyüklerinden gizli bir iş yapacaktı. Doğrusu Kemal de ona beklediğinden daha çok destek olmuş ve sırrını saklamıştı. Ya hocası ile kumaşçı dükkânında karşılaşmaları; kendisinin, annesinin çarşafını çekerek, onu oracıkta başı açık bırakmasıyla annesi ve hocası; Lamia Teyze’nin sesini duyana kadar birer heykel gibi donarak birbirlerine bakakalmışlardı. “Neden, öyle olmuşlardı acaba?” diye düşündü. “Herhalde annem birdenbire bir erkeğin karşısında çarşafsız kalınca ne yapacağını şaşırdı. Hocam da annemin güzelliği karşısında dilini yuttu. Annem de ne kadar güzeldi, Yarabbim!” Bu sahneyi hiç unutamamıştı.
Ama unutamadığı en büyük, en heyecanlı olay; Kemal’le hocasını yeniden ders vermesi için ikna etmeye gidişleriydi. Bahçede oynuyorlardı. Kemal, onu köpek kulübesinin yanına götürmüştü. O anı yaşıyor gibiydi:
“Küçük, bak; bu benim köpeğim. İstersen şu süt beyazı da sana verebilirim.”
Küçük sevinmişti:
“İsterim, hem de çok. Ona bahçede büyük köpeklerden uzak küçük bir kulübe yapar, Henno ile ben bakarız,” dedi Kemal’e biraz daha sokularak.
“Kemal, sen hep çok cesur olduğunu söylersin. Ben senden bir şey isteyeceğim, yapabilir misin acaba? “
Bu acaba’lı soru Kemal’i kızdırmıştı:
“Tabii yaparım, söyle!”
“Ben artık ders alamıyorum; çok üzülüyorum. Bana ders vermesi için hocama gidip yalvarmak, ikna etmek istiyorum. Ama annemler böyle bir şey yapmamı istemiyorlar. Beni gizlice götürebilir misin? Ve bu sırrımızı ebediyen saklayabilir misin?”
“Tamam, o da bir iş mi? Yalnız, hocanı nerede bulabiliriz?”
“Harput çarşısının sonunda yeni, büyük bir manifatura dükkânı açılmış. O dükkân, hocamın bir arkadaşınınmış, arada sırada gidip ona yardım ediyormuş; bir şansımızı deneyelim mi?”
“Bak, Küçük; çarşının içinden geçersek, babamın veya dedemin bizi görme ihtimali çok fazla. Onun için arka mahalleden dolaşmamız gerek; biraz uzunca olur, yürüyebilir misin? Kızlar biraz güçsüz olurlar da.”
Küçük bu sözlere biraz bozulmuştu, ama şimdi Kemal’le takışmanın sırası değildi. Epeyce yürümüş nihayet çarşıya gelmişlerdi. Küçük hem hocasıyla karşılaşacağından hem de gizli bir iş yapıyor olmasının verdiği korkuyla çok heyecanlıydı. Kalbi çarpıyordu; ağzı dili kurumuştu. Şansları varmış ki Hacı Hayri Bey oradaydı. Ve çocukları görünce şaşırmıştı:
“Hayrola, çocuklar; Valide Hanımların bir siparişi mi vardı?”
“Hayır, hocam; biz annelerimizden gizli geldik. Ne olur, bana ders vermeye devam edin. Yoksa beni kabiliyetsiz mi buldunuz?”
“Yavrum, sen çok kabiliyetli bir kızsın. Böyle bir kanaate nerden vardın? Sadece zamanım yok. İşime dönme ihtimalim var.”
Henüz Hayri Bey sözünü bitirmeden, Küçük ağlamaya başlamıştı. Küçük’ün ağlaması, Kemal’e dokunmuştu. Küçük’ün yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. O günleri sahiden yaşıyor gibiydi. Kemal’in sesini net ve bütün canlılığı ile duyabiliyordu.
“Hoca Efendi! Kadınları yalvartmak ve ağlatmak ayıp olur, biz erkekler için. Bakın, benden bir ricada bulundu; ben de hemen kabul ettim.”
Hocasının bıyık altından gülüşü ve Kemal’in bu erkekçe tavırlarından hoşlanışı, Küçük’ün gözünden kaçmamıştı. Hacı Hayri Bey, birkaç dakika tereddüt etmişti:
“Peki,” dedi. “Ben de senin gibi erkekçe davranıp, ders vermeye geleceğim. Her cuma aynı saatte.”
Küçük zıplamaya, el çırpmaya başlamıştı. Birdenbire ninesinin sözünü hatırladı: Kibar kızlar, aşırı hareketlerde bulunmamalı. Kibar bir hanımefendi olmak için önce duyguları dizginlemeyi bilmek gerekir. Küçük, kibar bir kız tavrına bürünüp, ciddi bir tavır takınarak;
“Bu cuma, yani önümüzdeki cuma değil mi?” dedi.
“Evet, annene söylersin.”
Küçük yine duraladı. Kemal hemen atıldı.
“Biz kimseye bir şey söyleyemeyiz. Kaçak geldik ve bu sırrımızı saklamanızı rica ediyoruz.”
“Peki, ben hallederim. Hadi siz gidin, analarınız merak edecektir.”
Nasıl da mutlu bir şekilde yola koyulmuşlardı. Eve yaklaştıklarında yıkık bir evin arsasından geçmek zorundaydılar. Arsanın etrafında söğüt ve yabani dut ağaçları vardı. Kemal, kuytu bir köşeden geçerken, aniden sarılmış, Küçük’ün yanağından öpmüştü; Küçük kızmıştı:
“Sen delirdin mi? Ne yapıyorsun anneme söyleyeceğim!”
Kemal de gayet emin bir tavırla:
“Söyleyemezsin; ben senin sırrını taşıyacağım, sen de bunu,” diye cevap vermişti.
Küçük hâlâ gülümsüyordu; aslında söylemek niyetinde falan değildi. Kızmamıştı da, hatta biraz hoşuna da gitmişti. Ama ne kadar da çok korkmuştu öpücük yanağında belli olursa, ninesi anlarsa diye.
Dilşat çok susamıştı; rüyasında habire çeşme arıyordu. Nihayet dayanamadı, uyandı. Ay ışığı Küçük’ün yüzüne vurmuştu. Ve öyle mutlu bir ifadesi vardı ki bir an sormak istedi. Sonra; “Nasılsa söylemeyecek. Havasını hiç bozmayayım. Gene konakta ve eski günlerde yaşıyor galiba,” diyerek; Küçük’e hiç bakmamış gibi sofaya çıkıp, bir bardak su içerek döndü. Yatağına girip, yüzünü duvara doğru çevirdi. Sofadaki büyük saat çalıyordu, neredeyse sabah ezanı okunacaktı. Küçük, biraz Dilşat’ı seyretti. İçinden; “Ne güzel, hayatı hafife almayı biliyor. Ben o işi asla yapamıyorum,” diye düşündü ve yine Kemal’e, daha doğrusu geçmişe döndü.
Saray’a dönerken annesi de kendisi de hiç konuşmamışlardı. “Zavallı annem ne düşünüyordu kim bilir? O kadar mutsuz, o kadar çaresizdi ki. Bunu ben bile anlıyordum çocuk halimle. Ben çocuk oldum mu ki?” Biraz düşündü, sonunda hiç çocuk olmadığına karar verdi. Küçük, artık düşünmüyor, yaşıyordu.
Annesinin gece sabahlara kadar ağlayışını, babasının her gece sabaha karşı sarhoş bir vaziyette eve gelişini; babasının ayak seslerini duyar duymaz annesinin kendi odasına gelip, karşısındaki sedire uzanışını hatırladı. İlk geldiği gece, daha doğrusu Küçük ilk fark ettiği gece sormuştu:
“Anne, senin yatağına ne oldu? Buraya niçin geldin?”
Annesi afallamış, “Hiç, hiç yatak belimi ağrıttı da,” diye cevap vermişti.
Artık durumu yavaş yavaş kavrıyordu. Bir daha sormadı. Hatta görmezlikten geldi. Annesini huzursuz etmemek için. Her şeyleri fazlasıyla vardı. Olmayan tek şey bir baba, bir koca ve bu koca konağı idare etmesi gereken bir erkekti. İşte bu eksiklik; herkesi mutsuz ve çaresiz kılıyordu. Bu yüzden babasını hiç mi hiç sevememişti. Ya Turgut Bey, yani Kemal’in babası ne kadar da evine bağlı, çocuğuna ve ailesine düşkündü. Elini Kemal’in omzuna atıp da; “Aslan oğlum,” diyerek başını okşadığında, içi bir tuhaf oluyor, kıskanıyordu. Hayır hayır, imreniyordu. Kemal, konağa sık sık gelmezdi. Yani, annesinin geldiği kadar sık değildi. Gene de Ede’nin oğlu Fikret’ten sonra en çok gördüğü çocuk Kemal’di. Fikret’i, bir kardeş gibi görüyordu zaten. Ama Kemal, onda başka duygular uyandırıyordu. Bu neydi acaba? Kız arkadaşı da fazla yoktu. Hatta hiç yoktu. Kardeşi Dilşat’tan başka. Ya ilk defa hocasının onu, ailesinin yanında okuttuğu gün, ne kadar da mutlu olmuştu. Lamia Teyze’ye, yani müstakbel kaynanasına çok kızmıştı; Kemal’i beraberinde getirmediği için. “Kaynanam,” diyordu zira her lafın başı; “Küçük, benim gelinim olacak,” der dururdu. Neyse yine de konaktaki unutamadığı ve mutlu olduğu, nadir günlerden biriydi. Annesi ne kadar da çok etkilenmişti. Sanki ağzı dili kilitlenmişti. O şiir de ne kadar güzeldi. Hocası, arkadaşının yazdığını söylemişti ama ona daha başka şeyler, anlayamadığı şeyler hissettirmişti. Neydi o? Gözlerini kısarak düşünür gibi yaptı. Sonra “A, evet hatırladım,” dedi:
Hüzün çiçeğim benim, biraz gidemez misin?
Alıp sırça kalbini, bana veremez misin?
Zemheride gül açar, nevbaharlar yaşardık.
Altın kafesten uçup, bana gelemez misin?
“Hayır, hayır, bu arkadaşının falan değildi. Anneme yazılmıştı. Şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Hocam, anneme âşıktı. Ya annem, annem acaba bir şeyler hissediyor muydu?” Bu sorunun cevabını veremedi.
Hocanın son geldiği gün, yani Küçük’ün ateşler içinde yattığı gün… Evde birçok şey değişmişti. Annesi onlara ne kadar düşkün olduğu halde saatlerce yanlarına gelmemişti. Geldiğinde gözleri kıpkırmızıydı. Ninesiyle de aralarında bir şeyler geçmiş gibiydi. Sekiz on gün, birbirlerine çok soğuk davranmışlardı. Örnek gelin kaynana haline dönmeleri de oldukça uzun sürmüştü. Küçük, hocasını da o günden sonra hiç göremedi. Ne kadar hoş bir insandı. Küçük, bir iki kere lafını edecek oldu ama ninesi kesin tavırla:
“Artık ders faslı sona erdi. Öğreneceğin kadar öğrendin. Bu konu bir daha açılmayacak,” dedi.
Onlar da açamadılar. Ninesinin altın kalbine rağmen, lafı üstüne laf konamazdı. Ninesi, o gün Mürüdü’ye gidecekti. “Yakın akrabalarından birini kaybetmiş. Küçük Bey kaç gündür ortalarda yoktu. Lamia Hanım onlara gelecekti. Turgut Amca’nın da Diyarbekir’e gitmesi gerekiyormuş.” Küçük merdivende otururken annesi bunları, Beyaz’a anlatıyordu:
“Beyaz, Lamia çok sever isotlu köfte yapın,” diye sözünü bitirdi.
Beyaz “Gece kalacaklar mı Sıdıka?” diye sordu.
“Evet, zannederim.”
İçinden “İnşallah Kemal’i de getirir,” diye, dua etti. Biraz zayıf bir ihtimaldi, ama yine de hemen üst kata çıktı. Çok sevdiği kayısı renkli elbisesini giydi, saçlarını taradı. Saçlarını, lüleleri bozulmayacak şekilde arkadan bağladı. Koşarak salona indi. Annesi şöyle bir baktı:
“Ne kadar güzel olmuşsun Küçük! Gittikçe bana benziyorsun.”
Bu onun duymaktan mutlu olduğu sihirli sözlerden biriydi. Hemen annesinin boynuna sarıldı:
“Sahi mi anneciğim?”
“Evet, yavrum. Şansın benzemez inşallah,” dedi mırıldanarak.
Onları seyreden Dilşat, aceleyle üst kata çıkmıştı. Epeyce süslendikten sonra rüküş bir vaziyette inmişti. Dudaklarına ve yanaklarına biraz krepon kâğıdı sürmeyi de ihmal etmemiş gibiydi. Onu görür görmez hepsi gülmeye başladılar. İşte kıyamet o zaman koptu. Büyük bir yaygara kopararak ağlamaya başladı. Tam o sırada kapı çalmıştı. Beyaz, aceleyle kapıya giderken Küçük de arkasına takılmıştı bile. Evet, Lamia Hanım, Kemal’i de getirmişti. Salondaki hoş beş muhabbetinden sonra Kemal’le Küçük, çalışma odasına girdiler. Ona okuduğu manzumeleri ve tarih kitabını gösteriyordu. Arkalarından Dilşat damlamıştı; ama okuma ile arası olmadığından, neyse ki çabuk sıkılıp gitti. Dilşat gider girmez, Kemal birden Küçük’ün elini tuttu. Gözlerinin içine bakarak:
“Niye bunlarla uğraşıyorsun? Ben seninle evleneceğim ve bir sürü çocuğumuz olacak. Onlarla meşgul olurken, hiçbir şeyle uğraşamazsın. Boşuna kendini yorma. Benimle evleneceksin değil mi?” diye sordu.
Küçük, uzun süre cevap vermedi. Hatta o arada onu öpmesini bekledi. Ama öyle bir harekette bulunmadı.
“Yoksa beni istemiyor musun? Cevap versene,” diye sabırsızca tekrarladı Kemal.
Elleri ateş gibiydi. Gözleri sevgi ve merak doluydu. Bunu on iki yaşında olmamasına rağmen, gayet kolay anlamıştı. Mutluydu ama duygularından dolayı suçluluk ve biraz da utanç duyuyordu. Daha uygun bir cevap bulamamış gibi “Ama ben, çok çocuk doğurmam,” dedi.
Kemal elini bıraktı. Zıplamaya başladı:
“Yani, benimle evleneceksin. Bu, o demektir.”
“Keşke hemen cevap vermeseydim de ellerimi bırakmasaydı,” diye düşündü. Çünkü elleri onun elindeyken içine bir sıcaklık doluyordu. Lamia Hanım ile annesi fısıldar gibi konuşuyorlardı. Annesi bir ara, babasının hiçbir yere gitmediğini, yukarıda alem yaptığını, sonra da sızıp orada kaldığını, üç günden beri aşağıya inmediğini söyledi ve ilave etti:
“Sanki ben çok meraklısıymışım gibi, cehennemin dibine insin. Üzüldüğüm nokta, bunları artık selamlık katında yapacak kadar yüzsüzleşmesi.”
Küçük hemen Kemal’in kulağına eğildi:
“Alem yapmak ne demek?”
Kemal biraz düşündü:
“Galiba saz takımı ve şarkıcılar geliyor, bazen köçek bile oluyormuş.”
“Akşam bizim selamlık katına çıkıp, seyredelim mi?”
Kemal yine duraladı.
“Kadınlar böyle şeyleri seyretmemeli!”
“Çok mu kötü şeyler?”
Kemal de tam ne olup bittiğini bilmiyordu:
“Neyse, bir ara çıkalım. Ama nasıl? Kimseye görünmeden nasıl çıkarız?”
“Dilşat ve Ziver erken yatar. Biraz sonra biz de yatacağız deriz. Annemler hep kışlık bahçedeler. On beş dakika sonra merdivenlerin altında buluşuruz. O kata çıkınca yanda büyükçe bir oda var. Odadan küçük bir pencere selamlığın sofasına bakıyor, oradan seyrederiz.”
“Peki ya görürlerse?”
“Babam zaten sarhoştur. Ötekiler de çok çok aşağı inin, burada ne arıyorsunuz derler.”
“Peki nişanlım. Seni reddedemem.”
Ona nişanlım, demişti. Çok mutluydu. Lamia Hanım onlara doğru geliyordu.
“Ne o, Küçük; yüzünde güller açıyor?”
Tam o sırada annesinin sesi duyuldu.
“Beyaz! Çocukları yatır! Nergis de bize çay yapsın.”
Beyaz çocukları alarak üst kata çıktı. Aslında Dilşat buna da itiraz etmişti:
“Küçük, niye yatmıyor?”
O da hemen yatacağını söyledi. Kemal’e “Konuştuğumuz gibi,” diyerek yukarıya odasına çıktı.
Odasındaki konsolun üstünde duran saate baktı. On beş dakika bekledi, sonra sessizce indi. Doğru selamlık merdiveninin altına. Kalbi çok hızlı çarpıyor, bacakları titriyordu. Bu heyecan, Kemal’le beraber olacağı için miydi? Yoksa büyüklerinden gizli bir iş yapmanın korkusu muydu bilmiyordu; galiba, her ikisi de etkiliyordu. Kemal, orada onu bekliyordu. Dikkatle merdivenleri çıktılar. Selamlığın büyük oymalı kapısı açıktı. Aceleyle yandaki küçük odaya girdiler. Kemal:
“Önce ben bakayım. Senin görmemen gereken şeyler olabilir,” dedi ve pencereye gitti.
Sofadan yana takılmış bordo kadife perdenin arasından odanın epeyce bir kısmı görünüyordu. Kemal bir iki dakika baktıktan sonra:
“Gel, şimdilik pek bir şey yok. Gerçi gördüklerinden hoşlanmayacaksın, ama ısrar eden sendin. Ne yapayım?” diyerek, pencere önünü ona bıraktı.
Küçük, gözünü perdenin aralık yerine uydurduktan sonra sofanın görebildiği yerlerini incelemeye başladı:
“Allah kahretsin! Bu babam ama yanındaki kadın kim?”
“O galiba Tiyatura Nuriye dedikleri kadın.”
Küçük de bir iki kere evde konuşulurken duymuştu. Kadın, babasının ağzına lokma lokma yemek veriyor, arkasından rakı içiriyordu. Babasının daha şimdiden gözleri kaymıştı. Yarı baygın, arada bir Nuriye’nin saçlarını okşuyordu. Kel Feyzo girip çıkıyor, sofraya habire bir şeyler taşıyordu. Küçük, çok kızmış ve üzülmüştü. “Zavallı annemin niye bu kadar acı çektiğini şimdi daha iyi anlıyorum,” diye düşündü.
Kemal “İstersen inelim,” dedi.
“Hayır hayır, asla!”
Tam o sırada merdivenlerde bir hareket başlamıştı. Nefeslerini tutup, birbirlerine biraz daha sokuldular. Kemal, Küçük’ü korurcasına, elini onun omzuna atmıştı.
Gelen çalgı takımıydı. Pos bıyıklı, iriyarı bir adam, elinde gırnatasıyla önden girdi. Küçük Bey’in önünde eğildi. Tiyatura Nuriye’yi de selamladı. Arkadan gelen bütün çalgıcılar da aynı şeyi yapıp, yan taraftaki ince uzun sedire sıralandılar. Küçük:
“Kemal, bu Nuriye ne kadar yüzsüz; bu kadar erkeğin içinde babama yemek ve içki veriyor,” dedi. Kemal;
“Kızım, adı üstünde o Tiyatura Nuriye,” dedi.
Önce toplu halde “Bu dere baştan başa ayvalı bağ”ı söylemeye başladılar. Nuriye de onlarla beraber söylüyordu. Bir de sigara yakmış, dumanını arada bir Küçük’ün babasının yüzüne üflüyordu. O pos bıyıklı adam gırnatası ile taksime başlamıştı. Adı Gırnatacı Şükrü’ydü. Bir sürü şarkı türkü, uzun hava çalmışlardı. Bunların içinde “Kar mı yağmış şu Harput’un başına, Kara gözler kara gözler, Kışlalar doldu bugün…” gibi uzun havalar da vardı. Bunları o da çok severdi. Sonra birdenbire daha kıvrak, daha neşeli havalara geçtiler. Birden ortaya kadın elbiseleri giyinmiş, kadın mı erkek mi olduğu belli olmayan biri çıktı. Şıkır şıkır oynuyordu. Hiç hoşlanmamıştı:
“Kemal, baksana bu kim? Tanıyor musun?” Perdenin aralık yerine doğru eğildi:
“Bu da Köçek Lito,” dedi Kemal.
“Sen bunları nereden biliyorsun?”
“Babam da dedem de arada bir beni düğünlere götürüyorlar. Gerçi hoşlanmıyorum ama…”
“Bak bak, Tiyatura Nuriye ne yapıyor!”
Nuriye oturduğu yerden omuzlarını oynatıp, boyun kıvırıyordu. Küçük;
“Ne iğrenç! Gidip onların yüzüne tükürmek istiyorum,” dedi.
Kemal’in kolunun altından çıkmaya çalıştı. Kemal onu bileklerinden sıkıca yakaladı. Gözlerinin içine bakarak konuştu:
“Hiçbir faydası olmaz. Unuttun mu, biz buraya gizli geldik. Yakalanırsak ne cevap veririz. Beni bir daha size getirmezler.”
Küçük, bu son cümleden korkmuştu.
“Gidelim! Hemen gidelim!” Kemal bu sefer de ellerini tuttu.
“Bak, bunların iğrenç şeyler olduğunu ben de biliyorum. Ve asla sana böyle bir şey yapmayacağım. Seni hep başımın üstünde taşıyacağım.”
Küçük çok mutlu olmuştu. Aşağı inmek için, odadan çıkar çıkmaz Kel Feyzo ile burun buruna geldiler. Elinde büyük bir tepsi, üzerinde ayaklı fincanlarla içeridekilere kahve götürüyordu. Onları görünce ne yapacağını şaşırdı. Aslında o daha çok korkmuş gibiydi:
“Burada ne arıyorsunuz?” diye sordu. Küçük, yüzüne nasıl baktı bilmiyordu. Kel Feyzo’nun yüzündeki korku daha da artıyor gibiydi. Sesini yumuşatarak konuşmaya başladı:
“Bak, Küçük Hanım; biz hepimiz emir kuluyuz. Burada tek hatalı baban ve o kadın. İçerideki adamlar da vazifelerini yapıyor. Küçük Bey’in davetine bu havalide kim “hayır” diyebilir ki? En iyisi ne siz beni ne de ben sizi görmüş olayım. Bu işten en çok üzülen Sıdıka Hanım olur.”
Söylediklerinin büyük kısmı doğruydu. Ama etraflarında bu aşağılayıcı işi yapmayanlar da vardı. Mesela Seyis Bekir Efendi gibi. Kemal ondan önce cevap verdi:
“Evet, birbirimizi hiç görmedik.”
Küçük, merdivenin altında Kemal’e; “İyi geceler,” dedi.
“İyi geceler, bahar dalım!”
O günden sonra yalnızken onu hep “Bahar dalım” diye çağırdı Kemal.
Kemal de Küçük de artık büyümüşlerdi. Çocuk kabul edilmiyorlar, bu yüzden de bir arada vakit geçiremiyorlardı. Kaçamak bakışlar, bir iki acele ile söylenmiş güzel sözden oluşan, duygusal bir bağ içindeydiler. Ama mutluydular. Konağın her gün biraz daha kötüye giden hali, annesinin her gün biraz daha mutsuzluğa saplanışı, tabii ki Küçük’ü çok üzüyor ve etkiliyordu. Ama o yine de geleceğe güvenle ve mutlulukla bakıyordu. Kemal’le birlikte yaşayacakları geleceğe.
Kardeşi Ziver’in sünneti de en güzel hatıralarından biriydi. Gerçi, Kemal artık erkeklerin yanında, o da kadınlarla idi; ama kaçamak bakışları, gülüşleri hep onunlaydı. Kışlık bahçede durmuş bahçeyi seyrediyordu. Daha doğrusu Kemal’i arıyordu. Birden kışlık bahçenin geniş açık camından ‘tık’ diye çiçek tarhının kenarına bir şey düştü. Bir kâğıda sarılmış küçücük bir şey. Acele ile aldı ve açtı. İçinde minik bir taş, bir papatya ve özenle katlanmış pembe bir kâğıt vardı. Pembe kâğıdı açtı. Hemen anladı; bunu Kemal atmıştı ama ortalarda görünmüyordu. Okumaya başladı.
Bahar dalım!
Güzeller güzeli bahar dalım,
Uzaktan seyrettiğim Sevdalım
Hasretin zor geliyor bana
Ne olacak benim bu garip halım.
Çok hoşuna gitmişti. Hemen oracıkta yazmış olmalıydı. Açık pencereden eğildi. Etrafa daha dikkatlice baktı. Kışlık bahçenin çıkmasının altındaydı. Onu görünce güldü. Küçük ona bütün kalbiyle gülmüştü. Sonra; “Allahü ekber” sesleri duyuldu. Çocuklar sünnet ediliyordu. Ziver’le beraber dört çocuk daha sünnet oluyordu. Ninesi öyle arzu etmişti. O, çok büyük bir kadındı.
Ondan sonraki günlerde Kemal’i çok az görebildi; çünkü artık iyice büyümüşlerdi. Sadece düğünlerde ve bazı merasimlerde karşılaşabiliyorlardı. O da çok kere konuşmadan, birbirlerinin gözünün içine bakarak, gülerek uzaklaşıyorlardı. Birden Küçük’ün yüzünü çok acı bir ifade kapladı. Genç kıza şu an düşündükleri, şu ana kadar düşündüklerinden çok daha acı geliyordu belki de.
Konaktan ayrıldıkları günü hatırlamıştı. Taşınmak için toplanıyorlardı. Daha doğrusu toplanmışlardı da son bir kere gözden geçiriyorlardı. Konaktan zaten çok az bir şey alabilmişlerdi. Selamlıkla beraber on bir odası olan bu saray yavrusu evden, iki oda bir sofa bir eve taşınmak zorundaydılar. Babası, on yedi köyden sonra elinde kalan tek yeri yani bu konağı da fırıncılara satmıştı. Yıllardır tamir görmediği için artık yenilenmesi imkânsız gibiydi. Ancak fırıncılara satabilmişti. Üçüncü katından sular akan, tavanlarında ayna kaplı bu muhteşem konaktan neyi alıp da o küçücük yere sığdıracaklardı? Annesine, anneannesinden kalan Perçenç köyündeki küçük eve taşınıyorlardı. Ancak zaruri ihtiyaçlarını karşılayabilecek eşyaları götürebilirlerdi. Zaten onları da toplamışlardı. Küçük, artık tamamen o ânı yaşıyor gibiydi. Odasının duvarında asılı bir resmi çıkarmaya uğraşıyordu. Resimde yemyeşil ve gelinciklerle süslü bir tarlada, iki kuzu ve bir de kaval çalan çoban vardı. Bu yağlıboya orijinal bir resimdi. Küçük, bu resmi ninesinin odasında bulmuş, duvarına asmıştı. Çok seviyordu. Sedirin üstüne çıkmış resmi almaya çalışırken, Kemal içeri girdi:
“Ben alayım, bahar dalım. Sen in!”
Yanına yaklaşıp belinden tutarak aşağıya indirdi. Sonra çenesini yukarıya kaldırdı. Küçük’ün yeşil mi ela mı olduğu belli olmayan güzel gözleri yaşla doluydu. Kemal bir müddet gözlerinin içine sevgiyle baktı:
“Bak, seni muhakkak bulup evleneceğim. Ve aynen bu konak gibi bir konağa, gelin getireceğim. O konağın içi, sevgiyle, saadetle ve bir sürü çocukla dolu olacak. Unutma beni, bekle! Yalnız bir konu var, sana nasıl mektup gönderebilirim? Kime?”
Küçük, tereddüt içindeydi. Ama acele karar vermesi gerekiyordu. Aşağıda her şey hazır olmalıydı.
“Bak,” dedi “Perçenç’e, Bakkal Nazım’ın dükkânına, Beko’ya diye yazar yollarsın. Ben, Beko’yu tembihlerim bana getirir.”
Aslında böyle bir şeyin olacağından emin de değildi. Ama bir kere denemeliydi. Başka türlü Kemal’den nasıl haber alabilirdi ki? Kemal, Küçük’ü saçlarından öptü:
“Şimdilik elveda,” diyerek elinde resim, odadan çıktı.
Küçük, faytona binerken Lamia Hanım’a ve yanında duran Kemal’e el salladı; bir daha da geriye bakmadı. Gözleri dolu doluydu. Bu ayrılığa dayanamıyordu.
Günlerce yerleşmeye çalışmışlardı. Herkes üzgün, mutsuz ve çaresizdi. Tek mutlu kişi, Beko’nun yanında yaşayan ablasının kızı Nazo idi. Çocuk, Beko ile yaşamak zorundaydı. Yaşıtı çocuklarla olabilmek onu mutlu ediyordu. Dilşat ve Firdevs’le kaynaşmışlardı bile. Küçük de yaklaşmak istiyordu ama yaradılış olarak çabuk bilen bir tip değildi. Üstelik hâlâ olanların çok etkisindeydi. Çünkü daha büyük ve biraz da daha olgundu. Kaybettiği şaşaalı hayatı ve en çok da artık göremeyeceği Kemal’i özlüyordu. Çok çaresizdi. On, on beş gün sonraydı, Beko avluda delinen güğümü inceliyordu. Yanına yaklaştı:
“Beko, senden bir şey isteyebilir miyim?”
“Buyur, Küçük Hanım.”
Biraz korkuyordu. Ya kızarsa, ya annesine söylerse? Ama başka çaresi de yoktu. Söylemek zorundaydı. Cesaretini topladı:
“Beko, bana Harput’tan bir arkadaşım arada sırada mektup gönderecek. Bakkal Nazım’ın dükkânına, senin adına; çünkü benim adım dikkat çekebilir. Burası küçük bir yer, dedikodulara sebep olabilir hiç yoktan.”
Beko biraz düşündü:
“Kötü bir şey yapmıyorsun değil mi Küçük Hanım? Ananın üzülmesini asla istemem.”
“Beko, mektupla nasıl kötü bir şey yapılabilir ki? Ayda yılda gönderilecek bir mektup. Hem ben kötü bir şey yapar mıyım?”
Gene uzunca bir süre düşündü:
“Haklısın, mektupla kötü ne yapılır ki? Hem sen ağır, akıllı bir kızsın.”
Küçük birden sordu:
“Beko, sen hiç âşık oldun mu?”
Beko kıpkırmızı olmuştu. Yine sustu.
“Beko, ne olur söyle,” diye ısrar edince Küçük; Beko “Bak, sana bir manzume okuyayım,” dedi ve okumaya başladı:
“Ben garibin gönlü, yarı aç yarı tokmuş gibi,
Kasaveti neşesinden her daim çokmıış gibi,
Gönlü dolmuş taşarken, hisleri yokmuş gibi,
Kısacası Küçüğüm, hem varmış hem yokmuş gibi.”
Küçük pek bir şey anlayamamıştı:
“Eee,” diye sordu.
Yüzüne rüyada imiş gibi baktı:
“Eee’si yok, sen anla anlayabildiğini,” diyerek uzaklaştı Beko.
Küçük bunu günlerce düşündü. Bu manzumeyi nereden bulmuştu bilmiyordu, birine âşık olduğunu; ama asla açıklayamadığını anlatmak istemişti sanki. Bu genç adam da anlaşılması çok zor, değişik ve bir o kadar da mutsuz biriydi. Aynı zamanda dürüst, sadık ve sırları olan biri.
İki ay sonra Beko, tüken önünden yüzünde acayip ama mutlu bir ifade ile dönmüştü. Küçük’ün kulağına eğildi:
“Orcik küpünün altına bak,” dedi. Beyaz’la Sıdıka’nın mutfaktan çıkması dakikalar sürmüştü; bu dakikalar ona seneler kadar uzun gelmişti. Onlar çıkar çıkmaz hemen koştu. Küçük zarfı alıp, göğüslerinin arasına yerleştirdi. Bu hareketle hem mektubu saklıyor hem de hasret gideriyordu güya. Bunu okumak için en emin yer, yıkanmak için düzenledikleri o büyük dolabın içiydi. Hemen oraya koştu. Mektup yine pembe kâğıda yazılmıştı:
Bahar dalım!
Sen gideli iki ay oldu. O kadar üzgünüm ve o kadar hasretinle yanıyorum ki. Derslerim kötüye gidiyordu. Herkesin dikkatini çekmeye başladım. Annem ikide bir sıkıştırıyor, “Neyin var?” diye.
Bahar dalım, artık hiçbir şey eskisi gibi güzel değil. Arka bahçenin en ucuna gidip, büyük kayanın üzerine çıkıyorum (hani bir kere de seninle çıkmıştık). Oradan Saray köyü bahçeleri ve sizin konağın bir kısmı gözükürdü. Konak zaten yok oldu. Ama senin yokluğunla her şey değişti. Ağaçlar yeşil değil. Sarayın bahçeleri hepten kurumuş gibi. Güneş parlamıyor. Mehtap yok. Çiçekler bile eski güzelliklerini kaybettiler. Bahar dalım, ben sensiz nasıl bu günleri atlatacağım. Yaşadığım anı değil de hep istikbali, seninle beraber yaşayacağım istikbali düşünmeye çalışıyorum. Ancak o zaman kendimi biraz daha saadet dolu hissediyorum. Bahar dalım, tomurcuğum, keşke sen de bana yazabilseydin. Ama benim, senin gibi güvenebileceğim bir kimsem yok.
Mektup daha epeyce sürüyordu.
“Ve sen de beni en az benim kadar düşün, ne olur? Bir tanem, seni sevgi ile kucaklıyorum.”
Altına “Nişanlın Kemal” diye imza atmıştı. O mektubu aylarca, gündüz göğsünde, gece yatağında sakladı, yenisi gelinceye kadar.
İkinci mektup üç ay sonra gelmişti. Yine “Bahar dalım!” diye başlıyor, aşkından ve hasretinden bahsediyordu. Ve Harput çarşısında yürürken çarşafın içindeki bir genç kızın yürüyüşünü ona benzettiğini, çarşının sonuna kadar güya takip ettiğini, çarşının sonunda çarşaflının dönerek, “Ne var, Kemal?” diye bakınca yerin dibine girdiğini anlatıyordu. Kız, Müftülükteki kâtib-i hususiyenin kızıymış. Sonra devam ediyordu. “Bahar dalım, zor toparlandım; hiçbir şey yok, kumaşçıya gidiyorum. İyi günler, diyerek acele ile yürüdüm. İçim bomboş olmuştu. Ağlamak istiyordum. Bahar dalım bu hasret beni mahvedecek. Seni çok çok öpüyorum,” diye bitiriyordu.
Eski mektubu, çeyiz sandığının altına yerleştirdi. Bu mektup Kemal’in elinden yeni çıkmıştı. Üzerinde sıcaklığı ve kokusu vardı. Onu hissediyordu. Özellikle geceleri, yatağında.
Ramazana çok az kalmıştı. Güz mevsimi de bitmek üzereydi. Güz hazırlıkları her günlerini dolduruyordu. Evin içinin meseleleri bitmediği gibi, dışarının yani memleketin meseleleri de hiç bitmiyordu ve bir düzene girmiyordu. Ermeniler isyan halindeydi. Ve bu olay evlerini çok etkilemişti. Bir haftadır evde Malatya’dan gelme bir aile vardı. Biraz gizlilik içinde bir misafirlikti bu. Annesine göre, ninelerinin uzaktan akrabasıymış, bir ara konakta yardımcı olarak çalışmışmış. Ama daha başka bir şeylerin olduğuna inanıyordu. Bu ailenin Ermenilerle bir ilişkisi varmış gibi geldi ona. Çünkü onların gelişi annesini tedirgin etmiş, gitmeleri ise rahatlatmıştı. Genç Ermeni kadını Şiran’ın evlerinde doğum yapması hepsinin ödünü koparmıştı. Bilhassa, Sıdıka Hanım’ın amcasının torunu Rahmi duyacak diye Şiran da kendiliğinden kayıplara karışmıştı. Bu karışıklıktan sonra güz hazırlıklarına girmişlerdi. Düşünmeye bile vakit bulamıyordu. Kışlık erişte kesilecekti. Öğlene doğru kapı çalındı. Nazo kapıyı açtı, bayılacak gibi olmuştu. Sedirin kenarına zor tutundu. Gelen, Lamia Hanım idi. Arkasında da Kemal. Onlara doğru koştu Lamia Hanım elini öpmeye çalışırken, bir taraftan da bir şeyler söylüyordu, ağzı dili kurumuştu. Sonra Kemal’e döndü:
“Hoş geldiniz,” dedi. Lamia Hanım; sofadan çıkan Sıdıka Hanım’a doğru ilerlemişti. Kemal bunu fırsat bilerek Küçük’ün kulağına eğildi:
“Hoş bulduk, bahar dalım, güzeller güzelim,” dedi ve annesine doğru ilerledi.
Beko, avlunun bir kenarında misafirlere bakıyordu. Küçük’e doğru baktı, hafiften güldü. Durumu kavramıştı.
Hal hatır sorma faslından sonra öğlen yemeği telaşına düşülmüştü. Annesi:
“Küçük, Dilşat’ı da al, mutfağa girin. Beyaz, erişte kesmeye devam etsin, hamur sonra kendini salar. Misafirlerimiz kusura bakmasınlar. Burası köylük yer, evde ne varsa ondan bir şeyler hazırlarsınız,” dedi. Lamia Hanım atıldı: