Roman (Yabancı)

Aşk Kırıkları

ask kiriklari 5ed4358245a1b“Belki uyanacak ve her şeyin bir rüya olduğunu görecektim. Ama biliyordum, asıl şu ana dek yaşadığım hayat bir rüyaydı. Şimdiki ise gerçekti. “

Elisabeth Sturm, ailesi tarafından dünyadaki en sıkıcı yere taşınmaya zorlanmıştır. Büyük şehirden gelen Ellie kendini yalnız ve sürgün edilmiş gibi hisseder, üstelik yeni okulundakiler de kibirli ve soğuk görünmektedir. Fırtınalı bir gece, siyah atının üzerindeki karanlık bir binici tarafından kurtarılan Ellie, o andan itibaren onu hem korkutan hem de cezbeden gizemli rüyalar görmeye başlar. Rüyalarının izinden giderek yıllarca kendisinden saklanan aile sırrını açığa çıkaran Ellie, ölümcül bir tehlikeyle yüz yüze gelir. Üstelik tüm gücüyle karşı koysa da kibirli, ulaşılmaz ve büyüleyici Colin’in karanlık cazibesinden uzak duramamaktadır. Ancak duyguları sevdiği adamı yok edecek kadar tehlikelidir…

Aşk Kırıkları hcyecan verici ve romantik bir olay örgüsüne sahip. Sonunda kendini gerçek aşka bırakan genç bir kız ile aşktan korkan gizemli ve tehlikeli genç bir adamın nefes kesici hikâyesi. ”

Bulletin Jugend und Literatur

***

GİRİŞ

Bir şeyler değişti. Bunu sezebiliyorum. Hava daha da yumuşadı, orman daha da yeşillendi, gece göğü daha da karardı. Ay ağlıyor.

Yeni bir ruh var. Tutsak bir kuş gibi çırpınıyor. Huzursuz, şaşkın, öfkeli. Aynı anda hem hassas hem de vahşi. Sivri, ince ve kancamsı.

Leziz görünüyor.

Bu genç bir kızın ruhu. Burada, yukarıda, yıkıntımda oturmuş karanlığa bakıyorum ve açım.

Buna karşı tüm gücümle savaşıyorum. Saat saat, dakika dakika. Ve savaşmaya devam edeceğim; ta ki bu duygu yaşlanıp içi boşalana ve ölene dek.

Savaşıyorum. Savaşıyorum.

Ve kaybediyorum.

BAŞSIZ

Şimdi. Sonunda, işte şimdi oldu. Bedenim şilteye bir anda yumuşakça yerleşti ve bir parça daha derine gömüldüm; sadece birkaç milimetre ama bu, göz kapaklarımın ağırlaşmasına yetti. Düşüncelerim birbirinden koptu ve öfke azaldı. Uyuşuk bir halde, hiçbir şeye sevinemeyecek kadar uyanık ama kederli olamayacak kadar da yorgundum. Hatta belki de rüyalar beni bekliyordu. Avutucu rüyalar. Bir an için başka birisi olabileceğime inandıracak herhangi bir şey.

Ancak rüyalar ruhuma süzülme şansını elde edemeden kararlı adımlar yaklaştı. “Elisabeth! Lütfen.”

İster istemez homurdandım. Birkaç saniyecik sonra gelseydi babam beni derin uykuda bulabilirdi. Bir an beni uyandırmış olduğu için ondan nefret ettim. Kalbim göğüs kafesimde acıyla çarptı.

Örtüyü başıma çekip, “Hayır, sonra,” diye yanıtladım homurdanarak. Yatakta sessizce yatıp hiçbir şey düşünmemek gerçekten de imkânsız mıydı? Evet, gerçi akşamın erken saatleriydi ama bir pazar günüydü ve hafta içi gündüzleri uyunabilecek bir gün varsa, o da pazardı.

Babamın benden ne istediğini çok iyi biliyordum. Bu “hiçbir yer”e geldiğimizde beni bununla tehdit edip durmuştu. Kutuları taşımamı, evle ilgilenmemi, kitaplarını düzenlemesine yardımcı olmamı istiyordu. Ayrıca komşulara davetiye dağıtmamı da istiyordu. Şimdi yatağımın ayak ucunda durmuş, elindeki zarfları, örtünün altında sakladığım yüzüme doğru yelpaze gibi sallıyordu. Demek tehdidi gerçekti.

Tıpkı Westerwald’daki bu evi satın alıp Köln’den bu sıkıcı yere taşındığımız zamanki gibi. Bana kararını bildirdiğinde bunun kötü bir şaka olduğunu düşünmüştüm. Çünkü babamın işi iyi gidiyordu. Ama o daha fazla araştırma yapmak istiyordu ve Rieddorf’taki psikiyatri kliniği de yeni bir şef için yanıp tutuşuyordu. Babam en azından Rieddorf’ta bir ev bakabilirdi. Ama hayır, vur deyince öldürmesi gerekiyordu. Eğer şehir dışına taşınılacaksa, o halde burası ıssızlığın tam ortası olmalı. Bu can sıkıcı kasabada hiçbir şey yoktu. Bir fırın bile. Sadece dört yüz kişi vardı, ki büyük ihtimalle bunların çoğunluğu yaşlılar yurduna layıktı. Bu can sıkıcı yerin adını dahi anmak istemiyordum. Kaulenfeld. Kulağa mezbaha gibi geliyordu.

Annem babamın fikrine balıklama atlamıştı. Satış sözleşmesini imzaladıktan sonra neredeyse rahatlamış görünüyordu. Ve o günden bu yana da pek bir şey değişmedi. Haftalardır sanki okul gezisine çıkmış gençler gibi davranıyorlardı. Bense genellikle odama kapanıp ağlamıştım.

Ama babam artık gizlenmeme izin vermek istemiyordu. Başımı kapadığım yastığın aralığından tek gözümle pencereden dışarı baktım. Hava hâlâ aydınlıktı. Gerçi birazdan kararacak ve yavaşça mavimsi taş kömürü rengine bürünecekti ama yine de görünebilir, büyük şehirden gelme, yabancı vc egzotik birisi gibi algılanabilirdim. Ama ben görülmek ve algılanmak istemiyordum. Hiçbir şey ve hiç kimse tarafından.

Babam derin bir göğüs geçirip yüzünü buruşturdu. Buklelerinden biri kaşlarının arasına düşüp alnında koyu renkli bir S harfi oluşturdu. Belki yüzüncü kez, bir erkeğe göre fazla güzel saçları var, diye düşündüm. Bu haksızlıktı. Yalnızca kadınların böyle saçları olması gerekirdi. Benim böyle saçlarım olmalıydı örneğin.

“Elisabeth, tartışmak istemiyorum. Evi yerleştirirken günlerce bir kez olsun bize yardım etmedin, tamam, bunu kabullendik. Bu kadar işimiz olduğu halde yine bütün günü yatakta geçirdin, buna da tamam. Ama şimdi senden şu davetiyeleri komşularımıza dağıtmanı istiyoruz. Ve ben bunun…”

Öfkeyle, “Tamam, yapacağım!” diye bağırıp yastığı yere fırlattım. “Yapmayacağımı söylemedim. Sadece birazcık… dinlenmek istiyorum.”

“Dinlenmek,” diye tekrarladı babam. Ağzının sol kenarı alayla kıvrıldı. “Çok mu yoruldun?”

“Bir saat içinde,” diyerek sorusunu inatla duymazdan geldim. Bakışları fazla sorgular gibi göründüğü için başımı diğer tarafa çevirdim. O anda kimsenin benden fazla dinlenmiş olamayacağını çok iyi biliyordu, öyle ki bacaklarım uyuşukluktan karıncalanmıştı. Sonuçta sadece öğleden sonrayı değil, bütün hafta sonunu yatakta geçirmiştim. Uyku, halime acıyana dek uzun süre beklemek zorunda kalmıştım. Bende eksik olan şey yorgunluktu. Kafam ve düşüncelerim yorgundu ama bedenim yatmaktan acı çekiyordu.

Neyse ki tahminim doğru çıktı, bir saat içinde hava gerçekten kararmıştı. Kasabanın içinde mümkün olduğunca göze çarpmadan dolaşmak istiyordum. Bir yabancı burada boyaya batmış bir köpek gibi görünebilirdi. Bana kalsa, lise son sınavından önceki bu lanet olası son sene boyunca kimsenin gözüne görünmek istemezdim.

Ama ailem buranın sakinleriyle en azından komşuluk ilişkisi kurmayı açıkça kafaya koymuştu. Sanki şimdiye dek komşularıyla bir kez olsun ilgilenmişler gibi. Ya da onlar bizimle ilgilenmiş gibi. İsa Mesih yan komşumuz olsaydı, babam ona çitin üzerinden el sallamaktan fazlasını yapmazdı herhalde. Ama ortam yeterince soğuktu ve ben de onların şimdiki komşularıyla ilgili bir tartışmaya girmek istemiyordum. Tamam, annemin birkaç dostu vardı, en azından arkadaşlarını arar ya da arada bir onları ziyaret ederdi. Ama yüzlerini neredeyse hiç görmemiştik. İkisi birbirine yetiyor, diye düşündüm ve ansızın içim kıskançlıkla doldu, öfkeyle soludum.

“Elisa.” Babamın sesi artık keyifli ve dostça çıkmıyordu. “Çizgiyi aşma.” Yüzüme çarpan hafif hava akımından onun yine zarfları salladığını anlamıştım ama dönüp bakmadım. Hemen kalkmamla ilgili nutuk çekmeye başlama riski fazla büyüktü. Zaten arabadan inip annem doğru anahtarı bulana dek soğukta durup titrerken komşu evlerin perdeleri kımıldamıştı.

“Pekâlâ. Bir saat. Bana göre hava hoş,” diye pes etti babam sonunda. Zarfları yatağımın üzerine bırakarak odadan çıktı.

Kalbim gürültüyle çarparken olduğum yerde kaldım ve mavimsi gökyüzü kömür karasına dönüşene, evin önündeki sokak lambası sağlıksız bir turuncu ışık saçana dek bir şey düşünmemeye çalıştım. Aslında feci şekilde açtım. Cuma akşamından bu yana neredeyse hiçbir şey yememiştim ve doğrulduğumda oda gözlerimin önünde dans etmeye başladı. Yine de hızlı bir hareketle uyuşmuş ayaklarımın üzerine dikildim, ağrıyan ayak parmaklarıma aldırmaksızın bileğe kadar gelen yüksek ökçeli botlarımı giydim ve üzerime örgü hırkamı aldım. Zayıflıktan ve üzüntüden yere yığılıp bayılırsam -mümkünse ağır yaralı olarak- ve babam da beni böyle bulursa. beni yanlış yere sürüklemiş olduklarını görürler ve böylece her şeyi iptal ederlerdi. Bu düşünce çekiciydi. En azından teorik olarak Grischa’yı bir kez daha… sadece bir kez daha görebilme ihtimali çekiciydi. O beni görmese de. Ama burada, bu Hiçbiryer’de ona hiçbir zaman rastlamayacaktım. Bana sadece onu rüyalarımda görmek düşecekti.

Hayır. Yeter artık. Grischa yok. O şimdi sonsuza dek geçmişe aitti, hatta bu zorunlu sürgündeki tek anlamlı şeydi. Onu bir daha göremeyecektim. Tobias’ı da, Grischa’yı da. Ne gerçek hayatta ne de düşüncelerde.

“Şimdi bir de kendini bırakma,” diyerek kendime çıkıştım. Hayal kurmayı kendime yasaklayalı epey zaman olmuştu. Sadece kafa karıştırıyorlardı ve sonunda gerçekler daha da acımasızlaşıyordu. Kendime acıdığım hayaller hepsinden fazla yasaktı. Ve Grischa’yla ilgili olanlar sadece acı vericiydi. Onu düşlemek işleri hiçbir zaman iyiye götürmemiş, tersine her şeyi daha da kötüleştirmişti çünkü gerçekte onun ile düşlerim arasındaki uçurum her seferinde beni yeniden çiğneyip yutuyordu.

Gözyaşlarımı akıtmamak için artık gözlerimi bulanık tutamıyordum. Ağlamamak için yumruğumu ısırdım ve kendi etrafımda bir kez döndüm. Daha önceleri, buraya geldikten sonra çevreme bakmaktan çok, kendimi hep kör gibi yatağa atıp annemi başımdan savıyordum. Burada bana göstermek istediği her şeyden gurur duyuyordu ve nedenini şimdi anlıyordum. Oda kocamandı. Köln’deki eski odamdan en az dört kat büyük, genişletilmiş bir çatı katı stüdyosuydu. Ön cephede, acınacak denli küçük olan kasabanın bütününü gören toplam altı büyük penceresi vardı. Yatak, çatı eğiminin altında duruyordu ama sağa ve sola baktığımda dışarıyı görebiliyordum. Yanında giysi dolabım, odanın öteki köşesinde müzik setim, küçük bir kanepe ve iki pencerenin önünde de çalışma masam duruyordu. Ve ortada epey kalabalık bir dans partisi verilebilecek kadar geniş alan vardı.

Bunu gerçekten güzel bulmuştum. Gerçi fazla boş ve büyüktü ama her nasılsa huzurluydu. Adımlarım yankı yapmıyordu, bunun sebebi herhalde eğik tavandan ve ağır yer döşemelerini kaplayan yumuşacık, rengârenk desenli eski halıdan olsa gerekti.

Yine de bunu yaptıklarına inanmıyordum, beni hayatımdan çekip alarak buraya sürüklediklerine ve buranın benim gerçekten de yeni evim olduğuna… Bunun olması gerekmiyordu. Liseyi bitirmeme bir yıl kala değil. Bu kadar zaman bekleyebilirlerdi. Sadece bir yıl. Herhalde bu yüzden kimse ölmezdi.

Bir yaz. Bir kış. Ve belki oldukça soğuk geçecek bir ilkbahar daha. Sonra buradan gidebilirdim. Buna bir şekilde katlanmam gerekiyordu.

Belki de Nicole’ü aramalıydım. Ya da Jenny’yi. Beni özlediklerini sanmıyordum; taşınacağımdan uzun zamandır haberleri vardı ve son haftalarda buna çoktan alışmış gibi görünüyorlardı. Çoğunlukla keyifsizdim ve artık bensiz buluşuyorlardı. Ama yine de… Tanıdık bir ses, sadece merhaba demek için. Hırkamın cebindeki cep telefonumu yokladım. Ekranında şebeke yok uyarısı ışıldıyordu. Şebeke yok da ne demekti?

“Kahretsin,” diye söverek stüdyonun öbür köşesine doğru yürüdüm. Telefon hâlâ çekmiyordu. Ekranda bir çubuk bile yükselmemişti. İyice izole olmuştum demek ki. Acı verici kısa bir an, hafta sonu ansızın bana kederle bakıp cep telefonumu soran Tobias’ı düşündüm; ah, zaten ondan da bir şey çıkmazdı. Ben burada, o Köln’deyken ve ikimizde de araba yokken. İlk kez bir çocuk benimle ilgilenmişti, peki sonunda ne olmuştu? Karanlıkevler’e taşınmıştım. Sürgündeydim.

Üstelik şimdi bir de babam beni diğer sürgünlerle olabildiğince sevimli bir şekilde tanışmaya zorluyordu. Davetiye demetini titreyen elime aldım ve gıcırdayan merdivenlerden olabildiğince sessiz aşağı indim. Anne ve babamın yatak odasından fazlaca mutlu gülüşler ve açılan bavulun fermuar sesi duyuluyordu. “Ben gidiyorum!” diye bağırıp bir yanıt beklemeden ağır kapıyı çarptım. Sanki varlığımın farkındaymışlar gibi.

Karanlıktı. Işığa alışmış gözlerim için fazla karanlık. Gerçi bu arada sokak lambası açık sarı rengiyle yanmaya başlamıştı ama ıslak asfalt üzerine sadece koni biçiminde mat bir ışık yayıyordu. İnce ince çiseleyen yağmur yüzümü ıslattı ve ensemden içeri girip beni üşüttü. Çevrede ölüm sessizliği vardı; öyle sessizdi ki sanki kendi kanımın akışını duyabiliyordum. Rüzgâr durmuştu. Tek bir yaprak ya da çalı kıpırdamıyordu.

Bahçemizin önünden geçip tepeye doğru devam eden yokuşun başında tüm heybetiyle kocaman bir meşe duruyordu. Dalları, yolu yutan zifiri karanlık başlamadan önceki son sokak lambasının solgun ışığında ıslak ıslak parlıyordu. Bu ağaç buraya geldiğimizde hemen dikkatimi çekmiş ve bana kasvetli bir duygu vermişti: Merakla karışık umutsuzluk. Dallardan kalınca bir tanesi garip bir biçimde gövdeden uzakta, yere paralel duruyordu ve diğerlerinden neredeyse tamamen ayrılmış gibiydi.

Annem büyülenmiş bir halde meşenin pütürlü kabuğuna dokunup güçlü gövdesine sırtını dayadığında -ve onu kucaklayacağından, hatta dans edeceğinden korkmaya başladığımda- babam, “Orada kimin canına kıyılmış olduğunu bilmek istemezdim,” demişti. Bu sıradan bir ağaç değildi, idam kararlarının infazının gerçekleştiği bir meşeydi. Altında hırsızları ve katilleri asmışlardı. Bugün altında, çürük ayakları yeri neredeyse parçalanarak otlara batmış olan bir bank duruyordu. Çevre güzelleştirme derneği tarafından bağışlanmıştı.

Babam mutluluk içinde, tüyleri diken diken eden bu hikâyeden en iyi sonucu çıkartmaktan kendini alamamıştı. Duymasam daha iyiydi. Beyinsiz rahibin teki bir kıza âşık olup onu hamile bıraktığı için kendini burada asmıştı ve o günden sonra başsız bir süvari olarak çevrede dolaşmaya başlamıştı. En azından kasabada böyle anlatılıyordu. Zaten bunun dışında anlatılmaya değer hiçbir şeyi yok, diye düşünmüştüm alayla.

Tamam, bir zamanlar bu ağaçta bir cesedin sallanmış olması pek de güzel bir düşünce değildi ama bu yüzyıllar öncesinde kalmıştı. Şimdi olsa olsa yürüyüşe çıkanlar burada mola veriyor olmalıydılar. Ve ortada karanlık herifler de dolaşmıyordu. Sadece çayırda yan yana otlayan, tüyleri berbat biçimde kirli ve tiftik tiftik iki koyun görmüştüm.

Karanlığa biraz alışmıştım. Örgü hırkama sıkıca sarınıp zarfın üzerindeki adreslerdeki evleri aramaya koyuldum. Hepsi birbirine yakındı ve bütün evlerin içinde sanki yaşlı insanlar oturuyormuş gibiydi. Yaşlılar tarafından kuşatılmıştım.

Sadece son adresi hemen bulamadım. Hatırladığım kadarıyla babam, “Bu ev Bahçe Sokağı’nın en sonunda,” demişti. Bakımsız bir sokak için ne güzel isim ama. Çoğu ev terk edilmiş gibi görünüyordu. Başını alıp büyüyen sadece bahçelerdeki bitkiler değildi, yol kenarındaki çalılar da dikenleri omzuma takılacak biçimde çitlerin üzerinden sarkıyordu, özellikle işgüzar olan bir tanesine takılınca hırkamdan bir ilmek çekildi. Kısa bir an gözlerimi kapayıp derin bir soluk aldım. Burada sokakta bile rahat edemeyecek miydim?

Nihayet son adresi bulmuştum; uygarlığın bir hazinesi. Burada âdeta televizyondaki satış kanallarından (“Buna mutlaka sahip olmalısınız!”) fırlamış gibi görünen, güneş enerjisiyle bahçe aydınlatması vardı ve bütün pencereler fırfırlı perdelerle özenle donatılmıştı. Demek burada da yaşlı birisi oturuyordu.

Kemikli bir el iç taraftan perdeleri araladı. Davetiyeyi aceleyle posta kutusuna tıkıştırdım. Eğer çabucak tüymezsem kapıyı açıp benimle konuşmaya çalışacaklardı. Ve ben konuşmak istemiyordum.

Davetiyeleri koyduktan sonra kendi kendine kapanan bahçe kapısına atıldım. Elim kaydı ve çitin tahtasına çarptı. Sokak kapısının kolu yavaşça aşağı inmişti bile. Bahçe kapısına yeniden uzanarak kuvvetle çektim. Menteşe yerinden ayrıldı.

Ardımdan erkek olduğu anlaşılan boğuk bir ses, “Hey, genç bayan!” diye seslendi. Hiçbir şey duymamış gibi yapıp kaçmaya hazırlandım. Tanrım, ne budalalıktı. Biraz önce Sturm ailesinin sevimli

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Dalgalar Hep Aşk Getirse

Editor

Kıskançlık – Anna Godbersen

Editor

Gece Yolu

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası