Roman (Yabancı)

Aşkın Öteki Yüzü

askin oteki yuzu 5ed42ee090e98XIX. yüzyılın sonu, New York…
Toplumsal sınıfları, ahlâk anlayışı ve katı kurallarıyla oldukça muhafazakâr bir kent.

Newland Archer, pek çok aristokrat gibi hukuk eğitimi almış, güzel sanatlara, felsefeye düşkün genç bir avukattır. Ailesi Archer’in May Weiland ile evlenmesini uygun bulur.
Heyecanlı nişanlılık dönemi bir süre sonra yerini mutsuz bir evliliğe bırakır.

May’in Avrupa’da yaşayan kuzeni Madam Olenska’nın zengin kocasını terk edip New York’a gelmesiyle hayatlarında yeni bir dönem başlar. Madam Olenska, bu çevrenin alışkın olmadığı kadar özgür, cesur, hayal gücü zengin bir kadındır. May’in muhafazakâr, geleneklere bağlı ve sıkıcı haline karşın Madam Olenska sıradışı tavırlarıyla Archer’i büyüler. Aşkının karşılıksız olmadığını anlayan Archer ilerleyen zamanlarda aşkla vicdanı, muhafazakârlıkla arzuyu, özgürlükle itaati ayırt edemeyecek kadar büyük bir girdabın içine girer.

XX. yüzyıla gelindiğinde ise ne New York eskisi gibidir, ne de insanları…

***

BİRİNCİ BÖLÜM

1870’li yıllarda, Primadonna Christine Nilson, New York Müzik Akademisi’nde ocak ayında gösterime giren Faust operasında başroldeydi.

Öteden beri, Avrupa’daki ünlü opera binaları ile yarış edebilecek nitelikte, yeni bir opera binasının yapımı konuşulmaktaydı. Bu gerçekleşene kadar sosyetenin önde gelen isimleri, her kış eski Akademi’nin kırmızı ve altın yaldızlı localarında toplanmaktan hoşlanıyorlardı. Muhafazakârlar, Akademi’nin küçüklüğü ve konforsuz olması yüzünden New York’u istilaya başlayan o korkunç yeni insanlar buraya rağbet etmedikleri için buraya gelmeyi tercih ediyorlardı. Romantikler de hafızalarda uyandırdığı tarihi hatıralar ve akustiğinin mükemmelliği nedeniyle bu salona bağlı kalıyorlardı.

Akademi’de, Madam Nilson’un başrolünde oynadığı Faust operasının ilk gösterimi bu geceydi. Günlük gazetelerin, “Eşsiz anlayış ve kibarlıktaki dinleyiciler topluluğu” diye açıkladığı seçme bir kalabalık, temsili izlemek üzere yerlerini almışlardı. “Brugham” tipi özel küçük arabalar, bütün aileyi taşıyabilecek geniş Londolar veya ihtiyacı karşılayan, gösterişsiz, kahverengi, kiralık yaylı arabalar karlı, kaygan sokaklardan geçerek bu özel misafirleri taşımıştı. Kahverengi yaylı arabayla gelmek, kendi arabasıyla gelmek kadar itibarlıydı, dönüşte de büyük bir avantaj sağlardı. Akademinin kemerli kapısı altında arabacıların alkolden ve soğuktan kızarmış burnunu görmeyi beklemeden, kahverengi arabalar dizisine doğru ilerleyip en öndekine atlar, hemen yola çıkabilirdiniz. Amerikalıların eğlenceye gitmekte gösterdikleri çabukluğun daha fazlasını, eğlenceden ayrılırken gösterdiklerini “Araba ve Ahırlar Birliği” çok önceden keşfetmişti.

Newland Archer, locanın arkasındaki kapıyı açtığı zaman, bir bahçe sahnesi canlandırılıyordu. Delikanlı, saat yedide annesi ve kız kardeşiyle akşam yemeğini yemiş ve pırıl pırıl cilalı ceviz rafları olan gotik kitaplığın önünde, tepeleri başak şeklinde oymalı koltuklardan birine kurularak yaprak sigarasını tellendirmişti. Aslında oyun başladığında orada olmaması için hiçbir sebep yoktu. Fakat New York büyük bir şehirdi ve böyle büyük bir şehirde operaya her zaman erken gelmek, yakışık almazdı. Newland Archer’in yaşadığı New York’ta, neyin yakışık alıp almadığı gibi problemler, binlerce yıl önce atalarının kaderlerine hükmeden dehşet verici batıl inançlar kadar önemli sayılırdı.

Geç gelmesinin ikinci sebebi ise tamamıyla kişiseldi. Yaprak sigarasını tellendirirken, gelecekteki hayatını düşünürdü. Bu şekilde rüyaya dalış, ruhunda gerçekleşmiş zevklerden daha ince, daha derin bir hoşnutluk yaratırdı. Hele beklediği zevk, çok ince, çok özel bir kalitedense hayalini kurmaktan o derece hoşlanırdı. İşte şimdi geleceğini düşünürken yüreğini büyük bir mutluluk dolduruyordu. Salona girişini yönetmenle anlaşarak ayarlamış olsa daha uygun bir zaman seçmiş olamazdı. Çünkü tam o sırada elindeki papatya yapraklarını birer birer koparıp yere atan Primadonna, şarkısının “Beni seviyor, sevmiyor, seviyor…” kısmını okuyordu. Notalar dudaklarından, sabah çiyleri kadar pürüzsüz bir ahenkle dökülüyordu.

Tabii kelimeler “Beni seviyor” değil, “M’ama!” idi. Çünkü müzik dünyasının değişmez bir kanunu gereğince Fransız operaları, İngilizce konuşan seyirciler tarafından daha kolaylıkla anlaşılsın diye İtalyancaya çevrilirdi. Bu gelenek Newland Archer’e çok doğal görünüyordu. Gelenek derken, üzerine baş harfleri mavi nakış ile işlenmiş gümüş saplı iki fırça ile saçını yapışı, ceketinin iliğine bir çiçek (tercihen papatya) takmadan asla herhangi bir sosyal ortamda görünmemesi gibi alışkanlıkları demek istiyoruz.

“M’ama… No, m’ama…” Primadonna şarkısına devam ediyordu. Yaprakları koparılmış papatyaya dudaklarını kondururken o “M’ama!” haykırışında zafer kazanmış bir kadının aşk coşkunluğu vardı! Bir taraftan da iri iri açılan gözlerini her türlü sahtelikten arıtarak, kurbanına onun kadar samimi görünmeye gayret eden kırmızı kadife elbiseli, tüylü şapkalı Faust’a çeviriyordu.

Sırtını locanın duvarına dayayan Newland Archer, gözlerini sahneden ayırarak salonun diğer kısımlarında gezdirdi. Tam karşısındaki locada korkunç şişmanlığı nedeniyle uzun zamandan beri opera gösterimlerine gelmeyen Mrs. Manşon Mingott oturuyordu. Kendisi gidemese bile gala gecelerine ailenin genç bir bireyini göndermekten hiçbir zaman geri kalmamıştı. Locanın en ön kısmında gelini Mrs. Lovell Mingott ile yeğeni Mrs. Weiland yerlerini almışlardı. Elbiseleri gösterişli işlemelerle süslü bu orta yaşlı kadınların biraz gerisinde de, gözlerini hayranlıkla sahnedeki âşıklara dikmiş olan beyaz elbiseli genç bir kız oturuyordu. Salonun sessizliği içinde Madam Nilson’un “M’ama!”ları etrafı titretirken, (o papatya şarkısında bütün localar daima susarlardı) beyaz elbiseli genç kızın yanaklarını pembe bir sıcaklık kaplamıştı. Doğal bir şekilde başına dolanmış saçlarından kurtulan sarışın tüyler alnına yapışıyor; göğsü, tek bir papatya ile tutturulmuş tül işlemeli yırtmacın ucuna kadar kızarıyordu. Bir ara, başını kucağındaki kocaman inci çiçeği demetine doğru eğdi. Newland Archer, genç kızın beyaz eldivenli parmaklarıyla hafif hafif çiçekleri okşadığını gördü. Mutlu, gururu okşanmış bir yüz ile gözlerini yeniden sahneye çevirdi.

Oyunun dekorlarında üstün bir güzelliğe erişmek için masraftan ve gayretten kaçırulmadığından, elde edilen başarı Paris ve Viyana operalarını seyretmiş olanlar için bile mükemmel sayılabilirdi. Sahne ışıklarına kadar ön kısım zümrüt yeşili bir kumaşla kaplıydı. Ortalarda, yosun yeşili kumaşla düzenlenmiş bahçelerde, bodur fidanlar ve portakal ağaçları görülmekteydi. Ağaçların aralarına, iri iri, pembe ve kırmızı güller serpiştirilmişti. Eşsiz hercai menekşeler, gülfidanlarının dibindeki yosun yataklarından dışarı fırlıyordu. Bu sihirli bahçenin orta yerinde, belinde soluk mavi satenden kuşağı ve bu kuşağa takılmış yine mavi renkte bir çanta olan beyaz kaşmir elbisesi içinde, Madam Nilson duruyordu. Kalın sarı saç örgüleri saten gömleğinin her iki yanına özenle bırakılmıştı. Başı önünde, yere bakarak Faust rolündeki Mösyö Capoul’un sevdalı, içten haykırışlarını dinliyor, onun, villanın alt kat pencerelerinden birine bakarak göz işareti veya sözle anlatmak istediği şeyleri kavrayamıyordu.

Gözleri yeniden kucağında inci çiçeği demeti ile karşısındaki locada oturan genç kıza kayan Newland Archer, “Sevgili yavrucak! Sahnede olup biten şeyin anlamını bile tamamıyla sezemediğine eminim,” diye düşündü. Onun dikkatli, düşünceli ve genç yüzünü, titrek bir sahiplik heyecanıyla seyretmekten kendini alamıyordu. O kıza sahip olmaktan duyduğu gurura, onun saflık ve masumluğuna karşı hissettiği şefkatli bir saygı karışıyordu. “Faust’u onunla… Baş başa… İtalyan göllerinde okuyacağız…” diye düşündü. Oralarda geçireceği balayı sahnelerini hayal ediyor, sevgilisine bizzat tanıtmak istediği bazı edebi başyapıtları zihninde kurguluyordu. Bugün öğleden sonra, May Weiland, duygularına karşılık verdiğini kendisine itiraf etmişti. Zihni daha şimdiden nişan yüzüğünden, nişanlanma öpücüğünden ötelere sıçrıyor ve Avrupa sihirbazlığına ait bir sahnede kendisini May’le yan yana hayal ediyordu.

Müstakbel Mrs. Newland Archer’in saf bir kadın kalmasına asla razı değildi. Yol gösterici, aydınlatıcı arkadaşlığı sayesinde sosyetede değerli bir “kendini çekip çevirme gücü” elde etmesini, kendisi gibi evli genç kadınlarla başa çıkabilecek hazır cevap, enerjik bir zihin yeterliliğine mutlaka erişmesini isterdi. Sosyetede hoş cilvelerle erkeklerin ilgisini çekecek, fakat bunu başarırken de onları uzakta tutacak, ölçülü ve olgun tavırlar takınmak gerekirdi. Karısının, iki yıl kendisini büyüleyerek eğlendirmiş olan o evli kadın gibi sosyetik yaşamı seven ve beğenilmeye istekli biri olmasını istiyordu.

Entelektüel ve artistik konularda Newland Archer, kendisini o eski New York aristokrasisinin bütün erkeklerinden üstün görürdü. Belki onlardan fazla okumuş, düşünmüş, onlardan fazla yerler görüp dünyayı daha iyi tanımış olduğu için. Teker teker ele alındıklarında seviyece değersizliklerini ortaya koysalar da New York aristokrasisini onlar oluşturuyordu. Erkekler arası dayanışma prensibi gereğince, Newland, “ahlak” konusundaki öğretilerini itirazsız kabul ederdi. Bu noktada kendisine has bir görüş sahibi olmanın gereksiz bir karışıklığa yol açacağını ve ayrıca uygunsuz kaçacağını da içgüdüsel olarak bilirdi.

Elindeki dürbünü birden sahneden farklı yönlere çeviren Lawrence Lefferts; “Ulu Tanrım!” diye kendi kendine söylendi.

Lawrence Lefferts stil ve tarz konusunda New York’un en önde gelen otoritesiydi. Bu karışık, fakat büyüleyici konuyu incelemeye herkesten fazla zaman ayırmıştı. Fakat o derin ve rahat bilgisini yalnız inceleme yolu ile elde etmiş olamazdı. Ona, şakakları açılmış alnından, uçları kıvrık, sarışın, havalı bıyığından başlayarak zarif vücudunun dayanağı ayaklarındaki rugan kunduralara kadar tepeden tırnağa bir göz atmak “tarz” duygusunun onda anadan doğma bir özellik, bir Tanrı vergisi olduğunu anlamaya yeterdi. Bu kadar hoş elbiseleri hiç umursamıyor gibi sırtında bu derece kayıtsızlıkla taşımak, o alabildiğine uzun vücudun kımıldanışlarına, o ahenkli tembellik edasını bu derece başarı ile vermek başka türlü nasıl mümkün olabilirdi? Kendisine hayran olan gençlerden birisinin vaktiyle dediği gibi, “Gece elbiselerinin hangisiyle siyah kravat takmak ve hangisiyle takmamak gerektiğini Lawrence Lefferts’ten başka hiç kimse kestiremezdi.”

Lawrence Lefferts; “Ulu Tanrım!” diye tekrarlayarak elindeki dürbünü başka hiçbir kelime eklemeden ihtiyar Sillerton Jackson’a uzattı.

Lefferts’in baktığı yöne bakan Newland Archer, ihtiyar Mrs. Mingott’un locasına giren, ince yapılı, hemen hemen May Weiland kadar boylu, birbirine yakın bukleler halinde şakaklarına doğru taşan kumral saçları pırlantadan ince bir bantla tutturulmuş olan genç ve güzel kadını gördüğü için öyle haykırdığını anladı. Saç şekli kendisine bir Josephine tipi veriyordu. Sırtında koyu mavi kadifeden bir gece elbisesi vardı. Belini sıkan kuşağın yanı eski tarz bir toka ile tutturulmuştu. Bu alışılmamış modeldeki elbiseyi giyen kadın, bütün gözlerin kendisine çevrili olduğunu fark ettiğini hissettirmeden bir süre locanın orta yerinde ayakta durdu. Mrs. Weiland’in ön sağ köşedeki yerini kabul edip etmemek konusu üzerinde tereddüt ediyordu. Anlaşılan, oraya oturması için ısrar ediyorlardı. Sonunda hafif bir gülümseyişle kabul ederek karşı köşedeki Mrs. Lovel Mingott’la aynı seviyede bir koltuğa yerleşti.

Mr. Sillerton Jackson dürbünü Lawrence Lefferts’e geri vermişti. Orada bulunanların hepsi ihtiyar adamın ne söyleyeceğini merak ederek başlarını o tarafa çevirdiler. Çünkü “biçim” ve “üslûp” konusunda Lawrence Lefferts ne derece yetkili ise “aile” konusunda da ihtiyar Jackson o kadar kuvvetli bir otorite olarak tanınırdı. Büyük New York ailelerinin bütün akrabalıklarını, başka ailelerle olan ilişkilerini bilirdi. Örneğin, Leffertslerin Long Island kolunu oluşturan genç filizlerin cimriliğini, Rushworthların çılgınca evlilikler yapmaya olan eğilimlerini veya Albany Chiverslerin (ki bu ailenin New Yorklu yeğenleri kendileriyle evlenmeyi öteden beri reddetmişlerdir) her ikinci kuşakta görülen akıl hastalığını, bunlara benzer daha birçok özelliklerini size ayrıntılı olarak anlatabilirdi. New York’taki Chiverslerin Albany Chiversler’le evlenmeyi reddedişinde yalnız zavallı Medora Manşon bir ayrıklık olarak kabul edilebilirse de, herkesin bildiği gibi, onun annesinin bir Rushworth olduğu unutulmamalıdır.

Bu aile ağaçları ormanına ek olarak Mr. Sillerton Jackson, dar ve tüysüz şakaklarındaki o bir tutam gümüş saçın altında, son elli yılda New York sosyetesinde iz bırakmış üzeri örtülüp bastırılmaya çalışılmış büyük rezaletlerin, esrarengiz olay ve maceraların bir defterini de tutuyordu. Kafasının içinde biriktirdiği “istihbarat” öylesine genişlemiş, hafızası o derece kuvvetlenmişti ki, Julius Beaufort adını taşıyan bankerin kim olduğunu, yaşlı Mrs. Manşon Mingott’un babası yakışıklı Bob Spicer’in başına neler geldiğini, size ancak o söyleyebilirdi. Bob Spicer, evlendikten bir ay sonra Battery’deki eski opera binasında büyük bir kalabalığı numaralarıyla adeta büyüleyen güzel bir İspanyol dansözünün, Küba’ya dönmek üzere vapura binerek denize açıldığı gün, kendisine emanet edilen eşsiz bir para ile birlikte esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolduğunu New York’ta bilmeyen yoktu. Fakat bu gizemli olayların ve benzeri daha bir sürü işlerin gerçek içeriği Mr. Jackson’un yüreğinde sıkıca kilitli olarak korunmaktadır.

İşte bu yüzden locada bulunanlar, Lawrence Lefferts’in dürbününü geri veren Mr. Sillerton Jackson’u

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Pamuk İpliği

Editor

Vergilius’un Ölümü

Editor

Burma Günleri Özet inceleme ve George Orwell Hakkında

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası