ATEŞTE AÇAN ÇİÇEKLER adlı bu çalışma, ATEŞTE YEŞERDİM isimli kitabımızın devamıdır.
ATEŞTE AÇAN ÇİÇEKLER, kendisine bir çıkış yolu arayan insanların; ibretli ve esrarlı hadiselerle yüzleşmesini konu etmektedir.
Ele alınan hususlar; o kadar çarpıcı ve o kadar merak uyandırıcı ki, okuyup da şaşkınlık içinde kaybolmak mümkün değildir.
ATEŞTE AÇAN ÇİÇEKLER isimli bu kitap sizleri çok etkileyecek, kendinizi yeniden sorgulamanıza sebep olacaktır.
Çok daha önemlisi de; siz de ATEŞTE AÇAN ÇİÇEKLER’den birisi olmak için kolları sıvama ihtiyacı hissedeceksiniz.
Kitabı bitirdiğinizde de bütün dostlarınıza tavsiye edip, bu doyumsuz mutluluğu paylaşmak isteyeceksiniz.
Yeni bir ufuk ve yeni bir bakış açısı dileğiyle
Birinci Bölüm BEYAZ CEHENNEM
YERİ GÖĞÜ BEYAZ bir cehenneme çeviren kar fırtınasının, iliklere işleyen amansız soğuğu içinde, kasabadaki insanlar görülmemiş bir panik yaşıyorlardı. Göz gözü görmez hale getiren bu dayanılmaz afet, âdeta insanları kırıp geçirmeye başlamıştı. Bu dondurucu kışın tesiriyle burunlardan ve gözlerden akan sular derhal buz tutuyor, bıçakla kesmiş gibi elleri çatlatıp, kan revan içinde bırakıyordu. Allah’ım sanki bu bir soğuk değil de, insanları yakıp kavuran bir aleve, parçalayıp yutan bir ejderhaya dönüşmüştü.
Bu görülmemiş kış dehşetine rağmen, insanlar sokaklara dökülmüş, donmak pahasına okul yolunu tutmuşlardı. Yaşlı genç, kadın erkek memur esnaf neredeyse bütün kasabalı bu korkunç soğuğun dayanılmazlığı içinde, âdeta Ölümle alay eder gibi büyük bir telaşla koşuyorlardı. Kar cehenneminde boğulurcasına, düşe kalka okula giden bu adamlar çıldırmış mıydı? Bu havada kasabalıyı cınhıraş bir panik içinde okula çeken olay neydi?
Ahlar, vahlar, feryatlar gözyaşlarına bakılırsa saygın bir insanın ölüm haberi olmalıydı. İyi ama bir ölüye koşmak için neredeyse canlarını feda etme fedakârlığı nereden geliyordu? Belli ki akıl mantık dinlemeden, seve seve canlarını vermeye hazır oldukları esrarlı bir vaka, bu insanları bu kar cehenneminde yollara dökmüştü.
Nasıl unuturum? Daha dün gibiydi. Hem de o gün bir Cuma günüydü. Ben ise ilkokul üçüncü sınıfa giden mağdur, çaresiz ve gariban bir çocuk… Annemin beni bütün kalın giyeceklerimle sarıp sarmalayarak okula gönderdiği o dondurucu felâket günü…
Okula gittim ki, Allah’ım ne göreyim! Canları çeken, kanları donduran bu müthiş kıyamette, bütün insanlar sel gibi okula akıyor, her kafada bir ses, kimse kimsenin dediğinden bir şey anlamıyordu.
Okulun küçük salonunun ön tarafında bir cenaze, bütün öğretmenler başında, birbirlerine sarılıp gözyaşı döküyorlardı Akın akın gelen halk ise, salonu çoktan doldurmuş, giremeyenler okulun önünde büyük bir kalabalık oluşturmuştu. Dizlerine vurarak, göğüslerini döverek, feryat figan içinde gözyaşı döktükleri bu cenaze kime aitti?
Benim gibi olayın tedirginliği içinde, olup bitenlere bir mana veremeyen öğrenciler ise tam bir şaşkınlık yaşıyorlardı. Nihayet okul müdürü kalabalığın önüne geçip, ağlamaktan bitap düşmüş haliyle:
Kardeşlerim, diyerek söze başlamıştı, içini çeke çeke.
O esnada, feryatların birbirine karıştığı kalabalık birden susmuş, okul müdürünü dinlemeye başlamışlardı:
Hayatımın en zor konuşmasını yapacağım. Keşke ölseydim de, bu can dostumun önünde, onun için bu konuşmayı yapmamış olsaydım. Yalnızca okulun değil, bütün kasabanın iyilik meleğini kaybettik. Bilmem ki, Nurullah Öğretmen’in yardım etmediği, el uzatmadığı, gözyaşını silmediği bir Allah’ın kulu var mı aranızda?
Acı feryatların bir anda yumaklandığı: “Yok!” sesleri, dalga dalga, salonu ve okul bahçesini dolduran kalabalığın yüreğine oturmuştu. Uğultular, haykırışlar bir türlü bitmiyordu:
Nurullah Öğretmen… Nurullah Öğretmen…
Hocamız… Kardeşimiz… Babamız…
Allah ondan razı olsun
Şaşkınlık ve elem içindeki halkın bu figanları öylesine içten, öylesine yürekten geliyordu ki, âdeta herkes en yakın dostunu ve evladını kaybetmiş gibi görülmemiş bir üzüntü yaşıyorlardı.
Nurullah Öğretmen, annesiz babasız, büyümüş, hayatın çilesini bütün acısıyla yaşamış ama yılmamış, pes etmemiş, doğruluktan ve iyilikten ayrılmamış bir insandı. O hayat cehenneminde yeşeren bir çiçekti. Dondurucu karlar arasında başını uzatan bir kardelendi. Ezildikçe güçlenen, çile çektikçe kuvvetlenen, acıları yaşadıkça sabrı artan istisna bir ruha sahipti. O öyle bir çiçekti ki, en amansız şartların içinde bile solmadı, direndi, ateşte açan çiçeklerden birisi olup çıktı.
Bu donduran soğukta, onun için buralara koşan Siz değerli kardeşlerim, aslında Nurullah Bey için her şeyi anlatıyorsunuz, benim üzerine ilave edecek bir şeyim yoktur. Ancak, biz onu öylesine sevmiştik ki, hiç değilse içimizin yangınına tercüman olacak birkaç kelam etmek istiyorum.
Müdür Bey, yeniden hıçkırmaya başlamıştı. Bütün kalabalık sanki işaret almış gibi kabaran duygularına engel olamıyordu. Kendisini zar zor toparlayan okul müdürü konuşmasına devam ediyordu:
O, bütün kazandığını fakirlerle, çaresizlerle paylaşmıştı. Hem kendisi, hem de eşi oldukça mütevazı bir hayat yaşadılar ve asla bir lüksleri olmadı. Öyle ki, onun evi, neredeyse bir fakirin evinden daha fakirdi.
O esnada bütün gözler, tabutun başında vakur duruşuyla sessizce gözyaşı döken eşine ve ağlamaktan gözleri şişmiş, annesinin kucağında titreyen beş altı yaşındaki oğluna çevrilmişti. Herkesin hayretle seyrettiği hazin bir manzara vardı ortada…
Anne oğlun ayaklarında doğru dürüst ayakkabı yoktu. Çocuğun sırtında sıradan bir mont, hanımın üzerindeyse incecik bir pardösü dikkat çekiyordu. Her görenin yüreğini hüzünlendiren bu acıklı, duygu yüklü halleri, kalpleri biber gibi yakıyordu.
Orada bulunan herkes biliyordu ki; Nurullah Öğretmen bütün imkânlarını fakire ve garibana ayırmış, kendi ailesine ancak bu kadar düşmüştü. Bunun için de, ayakta duramayacak kadar acıklı bir hale düşen eşi ve oğlu, bütün kasabalı tarafından mukaddes bir emanet gibi seyrediliyordu. Okul müdürü bu unutulmaz gerçeği, kendine has o dokunaklı üslubuyla anlatmaya devam ediyordu:
Eşi ve oğlu eski ve sıradan giysilerle kışı geçirirken, daha geçen hafta kendi imkânlarıyla yoksul öğrencilerimize ayakkabı, kazak ve mont almıştı. Bu durumu gören bazı öğretmen arkadaşlarımız: “Nurullah Bey” dediler. “Sizin evinizin hali, eşinizin ve çocuğunuzun durumu, yardım ettiğiniz ailelerden pek de farklı değil. Önce kendi ailenizin ihtiyaçlarını giderip, sonra da muhtaçların haline el atsanız daha iyi olmaz mı?”
Gönlünü bütün mağdurlara ev yapmış, onlara manevi baba ve ışık olmuş Nurullah Öğretmen, bizleri çok etkileyen şu cevabı vermişti: “Benim evimin, eşimin ve çocuğumun durumu her ne kadar iyi görünümlü olmasa da, onlar aç değiller, başlarında sahipleri vardır. Ama o zavallıların hiç kimsesi yoktur. Bu kış ortasında aç ve perişan haldeler…