Evvelotel
— Sinirli yapar bizim buralar adamı. Öyle tuhaf bir yerdir ki, kaderi hızlandırır. Üç ayda olacak olan üç günde olur, yaran varsa kanar, durduramazsın. Sabrım var sanırsın, tükenir. Öleceğin yoksa bile ölürsün. Ölmezsen eksilirsin. Hâlâ burada yaşıyorsan bil ki, son sen, ilk sen değilsin. Kendimden biliyorum, eksildim.
Hikâyemi başkalarına da anlatmış. En başta muhtara, sonra postacıya, mandıracıya, gazete bayiine. Önüne gelene yani. Neden anlattın dedim, hani bir şey anlattığın adamlar seni eksiltiyorlardı? Böylece eşitleniyoruz dedi.
Muhtar kayıtlara bakarken gülüp durdu. Demek Zembilli Göçmen’in oğlusun sen dedi. Benziyorsun da… Ne aksi, ne huysuz adamdır baban!
Beni ilk görüşte tanıdığını söylemiş muhtara, yalan, tanımadı. O acıklı hikâyeyi hatırlamış olsa öyle mi konuşurdu benimle?
— Evvel Otel burası mı? — Burası. — Çok değişmiş. — Eee? — Ne? — N’olmuş değişmiş de? — Hiç. — Ne vardı? — Oda istiyorum, burası otel değil mi? — Kapıda yazıyor, otel. — İyi o zaman. Bir oda. — Kaç kişisin? — Tek. Tek başımayım. — Kaç gün kalacaksın? — Bilmiyorum. — İyi. Buyur, anahtar. Her akşam oda parasını peşin alırım. — Yerlere seramik döşetmişsiniz, tahtaydı. Şu bina da yoktu. — Ne zaman? — Otuz sene evvel. — Otuz sene evvel benim de karımla çocuklarım yoktu. — Benim de yoktu, annemle gelmiştik. Ama seni hatırlıyorum.[1]
Dik dik konuştuğu halde alınmadım, seni hatırlıyorum dediğimde dikkatle yüzüme baktı, ama çıkaramadı. Sormadı da nerden hatırlıyorsun diye. Gözlerimden yaş geldi o an demiş mandıracıya, yalan, öyle bir şey olmadı. Gerçi olsa ne olur, hikâyemin konusu o değil ki. Birkaç gün sonra, artık iyiden iyiye ahbap olduğumuzda, sana en iyisi Zebercet diyeyim ben dedim, kendimi asmaya niyetim yok dedi, kaçıp gideceğim buralardan.
Şaşırdım. Anladım kaderlerimizin kardeş olduğunu, birlikte okunduğunda hiç benzemese de birbirine. Nereye gideceksin? dedim. Buradan gittiğim yere dedi.
Muhtar hikâyenin benim de olduğum kısmını değil, sonrasını, şehirde ağızdan ağza dolaşan kısmını dinlemiş sağdan soldan. Anlatmaya kalktı, susturdum. Çirkin bir adamdı, gözleri çapaklıydı, hikâyem ağzına yakışmıyordu. Evet, dedim sertçe, buldun mu kayıtları? Sinirlendi, kayıt mayıt yok! dedi. Nasıl yok dedim, işte, burada yazıyor, Kuyudibi mahallesi. Kayıtlı olduğu ev çoktan yıkıldı da yerine apartman yapıldı, çekmiş gitmiş ama kaydını almamış, Süslü Yenge tutmuş yakasından götürmüştür. Yüzündeki sinsi sırıtma değişti, hesap sormaya dönüştü: Hem… şimdi mi geldi aklına baban? Otuz senedir nerdeydin? Sana ne? dedim, çıktım muhtarın küflü yazıhanesinden.
Avluda bir asma çardağı vardı, serin serin esiyordu. Bir otel müşterisi oturmaya kalktı, burası hususi, git belediye parkında otur, dedi. Kavruk, ezik bir adamcağızdı, hastaneye yatacakmış, onun için gelmiş, omuzları düştü, bir süre öylece dikildi hiçbir şey diyemeden. İçim acıdı. Niye öyle dedin adama? dedim, yazık değil mi? Hiç kahır çekecek halim yok dedi, benim derdim bana yeter. Çürük bir üzüm tanesi tahta masanın üstüne düştü asmadan. Kadehini kaldırdı, çak dedi, tokuşturduk. Daha tam ahbap olmamıştık, ama birbirimizi anlıyorduk. — Ne iş yapıyorsun sen? — Ticaret. Ameliyat ipliği ithal ediyorum. — Zengin misin? — Fakir değilim. — Doktor musun? — Hayır, eczacıyım. Sen? — Otelciyim. — Bırak şimdi, demin anlattın öylesine takıldığını otele. — İşsizim, kararsızım, iki çocuk babasıyım. Babamın parasını yedim, bitirmek üzereyim. — Ben yiyemedim, babamın parasını görmedim bile. — Babanın parası yoktu ki göresin. O gün kazandığını o gün yerdi baban. — Nerden biliyorsun? — Herkes biliyordu, burası küçücük bir yerdi otuz sene evvel.
Çok sıkıntı çekmiştik çocukluğumda, babam olsa sıkıntı çekmezdik diye düşünürdüm, yanılmışım. İyi. Hiç değilse bu iyi. Mesaj geldi telefonuma. YANLIŞ BU YAPTIĞIMIZ, KARINA DÖN. Sildim. Karıma mesaj çektim. YALNIZ KALMAYA İHTİYACIM VAR. LÜTFEN BİR SÜRE ARAMA. Nasıl da sahtekârdım. Bu çardak yoktu otuz sene evvel dedim. Güldü. Uyduruyorsun bari usturuplu uydur dedi. Sen geldiğinde kıştı bir kere, nereden bileceksin?[2]
Babamın oturduğu ev yıkılmış dedim, muhtarla konuştum. Süslü Yenge öldükten sonra baban ortadan kayboldu dedi, o zamana kadar rastlardım arada bir, burada olduğum zamanlarda. Güzel kadındı dedim, yüzü bugün gibi aklımda. Bence annen daha güzeldi dedi, acayip güzel bir kadındı annen, hiç unutmadım.
Karımdan mesaj geldi, endişeliymiş, oğlum sesimi duymak istiyormuş, hiç değilse çocuğu aramalıymışım. Sildim. Sonra O’ndan mesaj geldi. SENSİZ YAŞAYAMAM. Bilmiyorum, ben yaşayabilirim herhalde. Annem çok daha güzelmiş. Kapat şu telefonunu dedi, ben benimkini attım gitti. Süslü Yenge nasıl bir kadındı? diye sordum. Babamla mutlu muydu, babam onunla mutlu muydu? Ne bileyim ben dedi, yanlarında değildim ki, ama mutlu olsalardı kafayı yemezlerdi herhalde. Nasıl yani dedim, kafayı mı yediler? Eh, ikisi de normal sayılmazlardı, dedi, başlangıçta iyiydiler, ama sonra Süslü Yenge’ye bir şeyler oldu, acayip şeyler giymeye, takıp takıştırmaya başladı. Kapı kapı dolaşıp önüne gelene hayatını anlatıyordu, kadına neden Süslü Yenge diye ad taktılar sanıyorsun? Peki babam? O hiç konuşmazdı, dedi, ben çok korkardım babandan, ısırır gibi bakardı insanın yüzüne. Babamın yüzünü hatırlayamıyordum bir türlü, sarışındı, onu biliyorum.
— Evimi ilk terk ettiğimde, bir gece rüyama sen girdin. — Ben mi? Nasıl? — Oğlum senmişsin güya. Senin o günkü halin yani. Öyle çok ağladın ki, uyanır uyanmaz eve döndüm. Senin yüzünden hayatım kaydı. — Oğlun sevindi mi dönünce? — Sevindi.
Demek oğlun sevindi… Dönsem benimki de sevinir. Yutkundum. Telefonu elime aldım, bıraktım.
— Bence Süslü Yenge babanı sevmiyordu. — Nerden biliyorsun? — Babanı hiç anlatmıyordu, hep başka bir adamdan bahsediyordu. — Nasıl? — Birini seviyormuş babandan önce, adam bunu bırakıp gitmiş. Babam hiç sevmezdi Süslü Yenge’yi, yuva yıktı diye, anneme o kadını eve sokmayacaksın diye tembih etmişti. Bir gün dayımlara gitmiştim, kuzenimle ders çalışacaktık, orada gördüm. Kadınlar Süslü Yenge’yi aralarına almışlar, bir yandan anlattırıyorlar, bir yandan da gülüyorlardı. Yengem ne yapacaksın sevdiğine rastlayınca diye sordu, bir çift ağır sözüm var dedi kadın. Bence doğru söylüyordu.
— Evini kaç kere terk ettin? — İki. — Niye? — Sen niye? — Bu benim ilk terk edişim. — Ne fark eder? Bir sebebi yok mu? — Vardır elbette, ama bilmiyorum.
İçerde birileri vardı, sana sesleniyorlar dedim, boş ver dedi. Az sonra kâtip geldi, merdiven altındaki odayı ucuza vereyim mi diye sordu. Ne yaparsan yap dedi kâtibe, kadehini kaldırdı, çak dedi, yine tokuşturduk. Serin bir rüzgâr çıktı. Gene mesaj geldi, okumadan telefonu kapattım.
— Niye geri döndün? — Bir keresinde sen rüyama girdin, bir keresinde de evi aradım merak etmesinler diye, babam kızın çok hasta dedi, menenjit olmuştu. Mecburen döndüm. — Tekrar gidecek misin? — Bilmiyorum. Öyle yorgunum ki bir kere daha gidemem, gidersem de dönemem. — Ne olacak peki? — Hiç, bekliyorum. Çocuklar biraz büyüsün. Sen dönecek misin evine? — Bilmem.
Babamı aramaktan vazgeçtim.
Kibir
I.
Ölüsünü onun bizi terketmesinden uzun yıllar sonra terkettiğimiz; hikâyesinde de sözünü ettiği gibi panjurları kırık dökük, bahçesindeki süs havuzu çürümüş yapraklar ve kurbağa ölüleriyle dolu evimizde, gerektiğinde alıcılara evi göstersin diye anahtarı verdiğimiz emlakçı buldu; arka odada, bahçedeki aylandız ağacının kırık camlardan odaya girip büyümüş dallarının altında.
“Bir şeye benzetemedim önce” dedi, “büyük, eski bir bavul sandım, dallar üstünü örtmüştü. Ama yaklaşınca ölünün çamurlu ayakkabılarını gördüm.”
Adı “A” harfiyle başlamadığı halde hikâyesinde kendisinden “A” diye söz eden abimi tanımayan emlakçı önce polisi aramış, ardından bana gelmişti. “Evinizde bir ölü var.”
Morga gittim, cesedi teşhis ettim: Evet, o, on yedi yıl önce hepimizi terkeden abim.
Tahminen bir hafta önce donarak ölmüş, ilk karda.
Siyah bir poşet içinde eşyalarını verdiler. Elle yazdığı dokuz sayfalık bir hikâye, bir tükenmez kalem, içinde az miktarda para bulunan cüzdanı, nüfus kâğıdı, sigarası, çakmağı ve giysileri. O dokuz sayfayı okumadan katlayıp cebime koydum; cüzdanını, nüfus kâğıdını sigarasıyla çakmağını alıp siyah poşeti ilk rastladığım çöp tenekesine attım.
Bir taksiye bindim, denizi görür görmez indim. Biraz denize baktım, sokaklarda kararsızca yürüdüm uzun süre. Işıklı ve gürültülü bir caddeye çıktığımda akşam oluyordu. Kaldırıma oturdum. Arabalar ayaklarımın dibinden geçiyordu.
Nereye gidebilirim? diye düşündüm: Karıma. Anneme. Sevgilime. Herhangi bir otele.
Bir arkadaşım olsa ne iyi olurdu dedim. Ama anlatacaklarından korkan insanların arkadaşları olmamalı. İnsan böyle bir zamanda, ölüsünü az önce teşhis ettiği abisinin elle yazdığı dokuz sayfalık bir hikâye cebindeyken nereye gidebilir?
Herhangi bir şehirdeki herhangi bir otele gitmem gerekirken, bu satırları yazana kadar sevgilim diye anmaktan hoşlandığım kadının evine gittim. Cep telefonuyla konuşarak kapıyı açtı, gelmeme alışkın bir yüzle gülümseyip “Hoşgeldin” dedi kısaca. Evi çok sıcaktı, kalorifer alabildiğine yanıyordu, balkon kapısını aralamıştı, üstünde ince beyaz bir tişört vardı, saçları dağınıktı, çilleri belirginleşmişti sıcaktan, çok güzel görünüyordu, çok güzel oluşu beni sinirlendiriyordu, konuşurken durmadan dolaşıyordu, konuşması bitmek bilmiyordu, arada bir yanıma geliyor, koltuğun kenarına oturuyor, bir içki alsana diyordu veya üşüdüysen kapıyı kapat veya başka bir şey. Sonra konuşmaya dalıp beni unutuyordu.
Birden aldım elinden telefonu, fırlatıp attım. Kırıldı galiba, bilmiyorum. “Buraya kadar” dedim ince çenesini avucumda sıkarak, “beni artık arama, bitti.” Asansörü beklemedim, merdivenlerden inerken koşup yetişti, gülünç terliklerinin telaşlı sesini duyuyordum arkamda. Ne oldu? dedi veya sen ne dediğinin farkında mısın? veya gidersen bir daha dönemezsin, öyle bir şeyler işte, tam hatırlamıyorum.
Niye böyle bir kadın vardı hayatımda diye düşünmek istedim apartmandan çıkarken, üşendim.
Çıktığımda karanlık olmuştu. Karşımda heyula gibi duran bakımlı apartmanların bakımlı pencerelerini zorlayan ışıklara, delirmiş akşam neşesine baktım.
Kendimi korkunç suçlu hissettim.
Oysa mazlum olandım ben – küçükken, uslu olan, sessiz olan; büyüyünce başına üç elmanın üçü de düşen, canı yanan.
Bir taksiye bindim. “Bu saatte köprü kalabalık olur” dedi şoför, “isterseniz vapurla geçin karşıya.” “Acelem yok” dedim. Abimin sigarasını çıkardım, çakmağıyla bir sigara yaktım, başım döndü. On yıl önce bırakmıştım sigarayı, süs havuzu kurbağa ölüleriyle dolu evimizden taşındığımız sırada, çocukluğumda annemin babama durup durup kestir şu pis kokan şeyi dediği aylandız ağacının dalları kırık camlardan içeri girmemişti henüz. Gözlerim yaşardı, – dumandan.
Köprüden geçerken üç kuleyi de bir bir gördüm.
Yıllardır anneme bakan Ermeni kadın hemen dert yanmaya başladı, “Hayastan’dan gelen konyağın hepsini içti” dedi. “Hayastan da neresi?” dedim, “Ermenistan” dedi, “biz Hayastan deriz. Çay sanıyor konyağı, içmek istiyor, vermezsem bağırıyor, verirsem içip içip ağlıyor.”
Annem televizyonun karşısında oturuyordu. Bembeyaz olmuş saçlarını omuzlarına bırakmıştı. Sabahlığının çok kirlenmiş olduğu dikkatimi çekti. “Niye yıkamıyorsun bu sabahlığı?” dedim kadına. “Çıkarmıyor” dedi, “yalvarıyorum çıkar diye, çıkarmıyor.”
“Anne sana bir şey söylesem anlar mısın?” dedim. “Anlarım tabii, ben aptal mıyım?” dedi. “Ben her şeyden anlarım. Enstitü bitirdim ben. Bak bunu ben diktim. Ben her gün ajansı dinlerim.” Birden şarkı söylemeye başladı: Güller arasında seni bensiz gören olmuş. Gönlüm yüzünün rengine, ren-gi-ne, düşmüş de ben olmu-u-uş. Be-e-en olmuş.
Bir ses dolaştı içimde, annemin yıllar öncesinde kalan sesi, içimi yaktı. “Anne abim ölmüş” dedim. “Abin kim?” dedi, sonra dikkatle yüzüme baktı. “Siz kaç kardeştiniz? Sen hangisiydin?” Kadına döndü sonra, “Kim bu bey?”
Zaten kırıktı bir şeyler, yıllar önce çatlamış, yavaş yavaş dağılmıştı, hepsi tuzla buz oldu. Kadın “Bu daha ne kadar devam edecek?” dedi. “Ben artık başedemiyorum.”
Taksiden evimin bulunduğu sokağın başında indim, yürüdüm. Trafik tıkanmıştı. Biri siyah bir jipi parketmeye çalışıyor, ama beceremiyordu. Arkadaki arabalar aralıksız korna çalıyordu. Jipi kullanan sarışın genç kadının umurunda değildi. Bir süre dikildim kapının önünde, onlara baktım, bakarken zihnim dağıldı biraz, arkadaki arabadan öfkeli bir genç adam indi, smokin gibi bir şey vardı üstünde, jipteki kadınla konuştu, kadın indi, genç adam bindi, jipi parketti, kendi arabasına geçti, trafik açıldı, ben apartmana girdim, asansörü çağırdım, kattaydı oysa, geç farkettim.
Kapıyı anahtarımla açmadan önce duvara yaslandım, derin bir soluk almak istedim, tıkanmıştım. Karımla kızım televizyon seyrediyorlardı. Karım “Nerde kaldın?” dedi oturduğu yerden. “Geldim işte” dedim. Onlara görünmeden çalışma odama girip kapıyı kilitledim, hikâyeyi çıkardım, ilk kelimeyi okudum. “Ömrünü…” Devam edemedim. Kanepedeki yastığı aldım, usulca balkona çıktım, yüzüme kapattım, ağladım. Kuştüyü yastık sesimi yuttu, ıslandı.