Roman (Yerli)

Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk

Babil'de Ölüm İstanbul'da Aşk - İskender Pala

Kapak Yazısı

Gök kubbenin altında insanın ruhunu soyan kötülükler ve giyindiren aşklar adına…Doğu ak ejder yılında başladı yirmi üç bin yıllık gizem…

Uzayın sonsuzluğuna açılan kapıyı keşfe çıkmış bilge rahipler, uğruna topluca can verdikleri bir sırrın, binlerce yıl sonra, bir şair tarafından aşkın derin katmanlarına saklanarak korunacağını bilselerdi…Siruş başlıklı murassa hançerin kabzasına parmak izlerini bırakanlar, daha avuçlarının sıcaklığı gitmeden hançer kınında kan biriktiğini bilselerdi…

Bağdat, İstanbul, Roma, Paris ve diğerleri; kıyılarına vuran yeni aşkın, bütün eski tarihlerini dolduracak yoğunlukta olduğunu bilselerdi…

Bilgeler, katiller, asiller ve sevgililer; ellerinde tuttukları kitabın alev almaya hazır bir aşk külçesine dönüşmek üzere olduğunu bilselerdi…

Şair, ipeksi dizeleri arasına hayaller gibi sakladığı şifrelerin hoyrat ellerde ihtirasla parçalandığını, sonsuzluk şarabına kadeh yaptığı gelincik yapraklarının kinle dağıtıldığını bilseydi… Ve şimdi kim bilebilir neler olacağını, Babil uyandığı zaman?!..

İç Sayfalar

İÇİNDEKİLER

VII Sunuş
İX Fuzûli
1 Suya Güzelleme
7 Kaside Der Naat-ı Hazret-İ Nebevi
11 Nebiler Nebisi ve efendiler efendisi övgüsünde bir kaside

SUNUŞ

Klâsik şairlerimiz hemen her nazım şekli ve nazım türünden şiirler yazarlar, bunları belli bir sıra içerisinde tertip ederler ve divanlarım böylece oluştururlardı. Hemen her divanın baş kısmında belli nazım türlerinden manzumeler bulunur, bunlar içerisinde Hz. Peygamber adına övgü şiirleri olan naatlar önemli bir yer tutardı.

Naat, bir şairin Efendiler Efendisi’ne karsı sevgisini anlattığı, hiç gösteriş ve kibre kapılmadan samimi duygularla yazdığı şiir türüdür. Hu nedenledir ki naatlarda şairin dili diğer şiirlerinden daha güzel, samimi ifadelerin ihtişamı ön plânda durur. O’nun şefaatini umarak ve hiçbir dünya menfaati gözetmeden yazılan naatların üslûp ve sanatla yoğrulmuş olması da ayrıca onlara güzellik katar. Bu yüzden şairler naat yazma konusunda hiç ihmalkâr davranmamış, bilakis içlerinden Na’tî (naat yazıcısı) mahlasını kullanarak naat mecmuaları oluşturanlar da çıkmıştır.

Naat yazıcılığında gazel, musammat, terkip gibi nazım biçimleri kullanılmışsa da, hemen pek çok şair tarafından kaside nazım biçimi tercih edilmiştir. Türk edebiyatında kaside biçiminde yazılmış naatların en muhteşem örneği ise. Fuzuli’nin Su Kasidesidir, Her beytinin sonunda redif olarak su kelimesi tekrar edildiği için Su Kasidesi adıyla anılan bu müstesna kaside, toplam 32 beyit olup, şiirin rotasını nazirelerin (benzer şiirler) belirlediği bir edebiyatta, türünün yegane örneği olarak taklit bile edilememiştir.

Fuzûlî, yaşadığı Bağdat havalisinde. Dicle’nin Medine istikametine akışından etkilenerek, bir aşka dönüşen Peygamber sevgisini, tıpkı uçsuz bucaksız çöl iklimlerinde dudakları çatlayacak derecede su hasreti çeken bir susuzun özlemiyle anlatmış ve su. hu şiirde bir aşkın adı oluvermiştir. Onun ayağının tozunu başına taç edinen bir ulusun çocuğu olarak Fuzûli belki de bütün bir Türk varlığının derin aşkını terennüm etmiş,  şiiri yüzyıllarca ağlanarak okunmuştur.

Dizelerdeki samimiyet ve derinlik, okuyanların kendi dünyalarındaki aşklarını ve hasretlerini de yaşanır kılarak onları kendileriyle, dinleri ve rehberleriyle baş başa bırakmıştır. Bugün dil bağlarımızı kopardığımız o sevgi atlasından bir ilham olsun diye bu şiiri yünümüz diliyle yorumladık. Hiç şüphesiz, o bir aşkın şiiridir ve itiraf ederiz ki. o aşk, belki de yaşanılabilecek aşkların en muhteşemi olabilir. Allah bizi ve sizi o aşkın ateşine atsın’..

FUZÛLİ (1482-1556)

Şark coğrafyasında yetişen en muhteşem âşıklardan biri olarak yalnızca aşkı her yönüyle aşkı anlatan adamdır Fuzuli. Gazellerinde dillendirdiği her aşk tasviri. Leyla ile Mecnun adlı muhteşem mesnevisinde anlattığı her aşk sahnesi ayrı bir derinliğin çıkarımı olarak durur karşımızda. Çünkü onun dünyasında ne asık in.’ He maşuktur önemli olan. bayır, bizatihi aşkın kendisidir. Ona yöre, bayatı yaşanılır kılmak ancak aşk ile mümkündür. Ona göre, bir aşka ancak aşk olduğu için âşık olunabilir ve gerisi kuru laftan, asılsız görüntüden ibarettir. Cihan aşk üzerine yaratılmıştır der ve mutlak güzelliğin ancak aşk ile kavranılabildiğini söyler. Allah ile kulu arasındaki en sağlam bağ da, kul ile kulu bağlayan ilişkiler bütünü de, kulun eşya ile arasında oluşan tavır da aşk merkezli şekillenir ve pozitif veya negatif güç kazanır. İnsan, mevcudata bakar ve onu görürken yalnızca aşk deseninden ruh biçerek, güzellik kurmasından giysi dikerek yansıtır kalbindeki süveydaya. Bu yüzden şiirlerinde aşkın acı ve ıstırabını anlatır durmadan. Ayrılık, dert ve üzüntüyü arar her dizesinde; kavuşma, neşe ve mutluluğu kovar dünyasından. Acı çekmekle olgunlaşacağına, yüceleceğine inanır ve hüznün kanatlarında özge bir zevk bulur. Hamuru aşk ile yoğrulmuş bitişi olarak hak ettiği yeri şöyle belirler:

Bende Mecnun’dan füzün aşıklık isti’dâdı var.
Aşık-ı sadık benem Mecnun’un ancak adı var

Bütün zamanların aşkları birbirini; benzer şüphesiz ve bütün zamanlarda âşıklar birbirlerinden devralırlar bayrağı. Adem’le Havva’dan kalan kurallar geçerlidir hâlâ bu yarışmada ve Ferhadlar, Keremler, Vamıklar, Salamanlar, Romeoların adı yazılı olan şeref listesinin en başında kendi adının bulunmasını isteyen şairdir o. Kendisi ile Mecnun arasındaki bağı o derece kuvvetlidir ki, bütün divanında en ziyade Mecnunun aşkına öykünür ve kendi söylediği Leyla masalının kahramanını hep kıskanır, bu yüzden veri geldikçe mm küçük görerek gizli bir intikam da aldığı olur.

Esir-i derd-i aşk u. mest i cam-ı hüsn çok amma.
Biziz meşhur olan, Leyla sana Mecnun bana derler.

Gerçi aşk dertlinin tutsağı ve güzellik kadehinin sarhoşu pek çoktur amma ey sevgili, içlerindi’ eli ünlü olan yine de biziz, Çünkü şimdilerde sana Leyla, bana da Mecnun diyorlar.

Hani, pişmek yanmak kadardır ya. Fuzûli’ye göre aşk Öyle bir ateştir ki, ruhları bin türlü kirinden arıtır ve gönülleri yaktıkça âşığa itibar kazandırıp rütbesini artırır. Aşk işinde başarılı olmak, sevgilinin iltifatını ve aşkını kazanmak İçin bu yanışın derinlikli olması gerekir. Ne kadar çok yanarsa âşık, o kadar pişer bu meydanda. Çünkü bütün derilerin çaresi aşktır, ötesi büyük bir boşluk… Tasavvuf, ilâhî askın o uzun patikalarında karşılaşılan güçlükleri asmak, dikenleri çiğnemekle, belki onları aşk duyan gönüllerde yakmak, belki de bizzat gönülleri aşkta pişirmekle hedefine varır çünkü.

Aşk bir sarhoşluk ise, onun niceliğim en iyi Fuzûlî anlar. İşte beyit:

Öyle sermestem ki idrak etmezsem dünyâ nedir.
Ben kimem, saki olan kimdir, mey ü sahbâ nedir

Bir aşık düşününüz, aşk ile kendinden öylesine geçmiş, öylesine mest ve hayran kalmış olsun ki. arlık dünyanın ne olduğunu idrak edemez duruma düşsün. Hatta kendisinin yahut sakinin kim olduğunu bilmesin ve içki yalını kadehi de zihninden silsin. Öyleyse Fuzuli’nin burada söylediği aşk sarhoşu ile tasavvufun fenafillâh makamına erişmiş erleri arasında ne fark vardır? Her ikisi de dünyayı ve dünyaya ait her şeyi gönüllerinden, zihinlerinden silmiş: her ikisi de kendi varlıklarını Mutlak irade’nin içinde eritip O’nunla bütünleşmiş… Öyle ya, saki’nin. içkinin, kadehin ne olduğunu bilmeyen bir mest. kendini de bilmiyorsa bundan ne çıkar? Var olan, ancak bir başkasında yok olmakla varlığını hisseder. Hani der ya:

Canı kim cananı için sevse cananın sever.
Canı için kim ki cananın sever canın sever

Mecnun ile aynı hamurdan yaratılan Fuzûli’ye göre dert ve cinnet, şairliğin sermayesidir. Gönlümle bir derdi bulunmayan, ciğeri yaralı olmayan, entelektüel krizler geçirmeyen, hatta çektiği acılar içinde mutlu olmayan hiçbir insanın şiirinde tat bulunmaz. Bu yüzden o, kendisini Mecnun ile özdeşleştirir ve şiirine bir lezzet katar; sonra da canını canan İçin besleyen. hayatı bir sevgili için yaşayan fedakâr ve avare âşık olma iddiasında haklı çıkar. Aşk kapısına zavallı bir dilenci gibi varıp muhteşem bir hükümdar olarak hayat sürmek de işte budur. Her ne kadar kendisi tersini söylese de:

Fakir-i padişeh-asa geda-yı muhteşemem

Padişah gibi bir dilenci; muhteşem bir kulum ben

Fuzûlî, aşkın bütün kapılarında bekçi, bütün denizlerinde balık, bütün semalarında bülbül, bütün seslerinde nağme olmayı hedefleyen adamdır. Leyla ile Merinin mesnevisinde yer alan bîr gazelinde, Kabe’nin eşiğinde deliliğine çare bulmak için aşktan kurtulma amacıyla cıı,i etmesi gereken Mecnun’a,

Yâ Rab belâyı aşk ile kıl âşinâ beni
Bir dem bela-yı aşktan etme cüda beni

dedirtmesi biraz da kendi macerasını kağıda dökmek değil de nedir? Yani “Tanrım! Beni aşk belası ile yoldaş eyle ve bir an olsun aşkın belâsından ayırma beni!” Belâdan kurtulmak isteyenin duasına bakın siz!..

Belki hiçbir Türk şairi, aşkı Fuzûli kadar samimiyet, coşku. heyecan, duyarlılık ve içten anlatamamıştır. Aşkı yalnızca tensel zevk olma kılığından çıkarıp bütün soyut düşüncelerini içine yükleyerek saygın bir zirveye doğru yükseltmesi ve onu âdeta bütün insanlığın kabul edeceği estetik boyutla ifadelendirmesi, Platon’un asırlarca evvel formatladığı aşkın estetik programını, duyguların sanal dünyasında somutlaştırarak sunması, elbette onun adını gök kubbeye “âşık” olarak kazımaya yetecektir. Belki de doyumu olmayan, empotan heyecanların, onu yüksek, ebedi bir aşka yöneltmekle güçlü bir etken olduğu gerçeğini çağlardan süzülüp gelen bir güzellikle öğrenmektir bizi ona bağlayan.

Puşkin. Dante, Şekspir… Tarihle hepsi millî ve edebi birer misyona sahip idiler. Türk ulusu için de Fuzûlî öyledir. Yazık ki şu feryat onundur.

Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayrı

1. SUYA GÜZELLEME

Su… Hayatın özünü teşkil eden madde… Suyun olmadığı bir nefes, hiç mümkün değil. İnsan varlığının ve vücudunun yaklaşık yüzde 80’i su. Bilinenlere güre toprak, hava, ateş ve sudur kâinatın var oluşunda ki dört temel öge. Her şeyden öte suya duyulan bir ihtiyaç. Açlık sınırı üç gün. susuzluk sınırı bir… Su içeren gıdalar almadığınız zaman ziyan görüyor beden.

Su savaşlarının olduğu bir dünyadayız. Su ile ilgili dilimizde sayısız kelimeler, atasözleri, deyimler olduğunu biliyoruz; bunların sadece kullanılması bile suyun hayat olduğunu anlamamız için yeterli. Suyun rengi yok. Girdiği kabın rengini alıyor, tadı da yok normalde. İnsanoğlu tat duygusunu suyun tatsızlığına göre ölçüyor. Yani tatma duyusu için su bir kıstas, belki bir sıfır noktası. Tat için bu noktanın altında veya üstünde bir lezzet düşünüyoruz. Suyun rengi olmadığı için bazı …

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Dorothy L. Sayers – Banyodaki Ceset

Editor

Başın Öne Eğilmesin; Sabahattin Ali´nin Romanı

Editor

Cehennem Benim (Mevlana Dergahından Bir Filozof Sartre)

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası