2012 senesi, Balkan Savaşının yüzüncü yıldönümüdür. Bu tarih, Osmanlı Devletinin uğradığı en büyük hezimetlerden biri olduğu gibi Balkanlar’dan çekilişinin ve dağılmasının da son habercisidir. Nitekim 1912 Balkan Savaşından iki yıl sonra Osmanlı, Dünya Savaşına katılmış ve Almanya’nın bir diğer müttefiki olan Bulgaristan’ın, 1918’in sonbaharında savaştan çekilmesi üzerine müttefiklere (İngiltere, Fransa, vs.) teslim olmuştur. Dikkatle göz önünde tutulacak nokta, Birinci Dünya Savaşını tetikleyen olayın yani Avusturya Veliahtının Saraybosna’da katledilmesi hadisesinin Balkanlarda olmuş ve Osmanlının sonunun yine orada Bulgaristan’ın teslimiyle gerçekleşmiş olmasıdır. Osmanlının gerçek anlamda bir devlet haline gelmesi, güçlenmesi ve büyümesinin, 1360-1444’te Balkanların, 1453’te de İstanbul’un fethi ile gerçekleştiği düşünülürse, Balkanlar’ın Osmanlı ve Türk tarihindeki önemi kendiliğinden ortaya çıkar. Kemal H. Karpat Balkanlarda Osmanlı Mirası ve Milliyetçilik, Balkanlardaki hakimiyeti yaklaşık 500 yıl süren Osmanlı İmparatorluğunun ardından, bu topraklarda ortaya çıkan siyasal, toplumsal ve ekonomik yapıların tarihidir. Kemal H. Karpat, Balkan tarihinin, Osmanlı tarihinden ayrı düşünülemeyeceğini önemle vurgulayıp; Balkan Savaşlarından sonra yapılan her türlü siyasi, hukuki ve kurumsal yeniden yapılanmada Osmanlının etkilerini analitik bir bakış açısıyla inceleyerek muhteşem bir eser ortaya koymuştur. Bu eser, Balkan Savaşlarının 100. Yıldönümünde bütün gözlerin, hâlâ her şehrinde, her sokağında, her türküsünde, her yemeğinde Osmanlı kültüründen, Osmanlı sanatından, Osmanlı mimarisinden birçok nüve barındıran Balkanlara çevrilmesine sebep olacaktır…
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ…………………………………………………………………………………………….7
BALKAN DEVLETLERİ VE MİLLİYETÇİLİK: İMGE VE GERÇEK………………………………………………………………………………………15
1683’DEN SONRA OSMANLILARIN
BALKAN MİLLETLERİYLE İLİŞKİLERİ…………………………………..58
KOSSUTH’UN TÜRKİYE YILLARI: MACAR MÜLTECİLERİN OSMANLI İMPARATORLUĞU ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ, 1849-1851…………………………………………………………………………………..112
1878 AVUSTURYA İŞGALİNE KARŞI BOSNA VE HERSEK DİRENİŞİYLE İLGİLİ OSMANLI POLİTİKASI……………………130
1878 SONRASINDA GÜNEYDOĞU AVRUPA’DA MİLLİYETÇİLİĞİN TOPLUMSAL VE SİYASAL TEMELLERİ: BİR YORUM…………………………………………………167
N. BATZARİA’NIN ANILARI: JÖN TÜRKLER VE MİLLİYETÇİLİK ……………………………………………………………………….203
BALKAN MÜSLÜMANLARININ MEDENÎ HAKLARI……….236
BULGARLARIN DEVLET KURMA YÖNTEMLERİ
VE TÜRK AZINLIK ………………………………………………………………….261
ROMANYA’NIN BAĞIMSIZLIĞI VE OSMANLI DEVLETİ .295
GAGAUZLARIN TARİHÎ MENŞEİ ÜZERİNE VE FOLKLORUNDAN PARÇALAR ……………………………………………..303
GAGAUZLAR …………………………………………………………………………….320
GAGAUZLARIN SELÇUK-ANADOLU KÖKENLERİ…………..330
EKLER………………………………………………………………………………………..347
KAYNAKÇA……………………………………………………………………………….351
İNDEKS ……………………………………………………………………………………..353
2012 senesi, Balkan Savaşının yüzüncü yıldönümüdür. Bu tarih, Osmanlı Devleti’nin uğradığı en büyük hezimetlerden biri olduğu gibi Balkanlardan çekilişinin ve dağılmasının da son habercisidir. Nitekim 1912 Balkan Savaşı’ndan iki yıl sonra Osmanlı, Dünya Savaşı’na katılmış ve Almanya’nın bir diğer müttefiki olan Bulgaristan’ın, 1918’in sonbaharında savaştan çekilmesi üzerine müttefiklere (İngiltere, Fransa, vs.) teslim olmuştur. Dikkatle göz önünde tutulacak nokta, Birinci Dünya Savaşı’nı tetikleyen olayın yani Avusturya Veliahtı’nın Saraybosna’da katledilmesi hadisesinin Balkanlarda olmuş ve Osmanlı’nın sonunun yine orada Bulgaristan’ın teslimiyle gerçekleşmiş olmasıdır. Osmanlı’nın gerçek anlamda bir devlet haline gelmesi, güçlenmesi ve büyümesinin, 1360-1444’te Balkanların, 1453’te de İstanbul’un fethi ile gerçekleştiği düşünülürse, Balkanların Osmanlı ve Türk tarihindeki önemi kendiliğinden ortaya çıkar.
Birçok tarihçi, Osmanlı Devleti’nin Balkanlarda kurulduğunu ve buradan aldığı güçle Anadolu’nun fethini tamamladığını ileri sürmektedir ki bu iddia geniş çapta doğrudur. Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve kökleşmesi 1299-1448 (Varna Savaşı) sürecinde başlamış, 150 yıl kadar sürmüş ve büyük kısmı Balkanlarda gerçekleşmiştir. Buna karşılık Osmanlı’nın çöküşü, Birinci Balkan Savaşı 1877/8 ile 1912/3 Savaşı arasında 35 yıl gibi kısa bir süre içinde gerçekleşmiştir. Osmanlı Devleti’nin Türkiye Cumhuriyeti şeklini alarak yeni bir kimlik ve felsefe ile dünyaya açılması yine Balkanlarda İttihat ve Terakki’nin II. Mesrutiyet’i gerçekleştirmesiyle başlamıştır. Makedonya, bu hareketin merkezi olduğu kadar gerek İttihat ve Terakki’ye gerek Cumhuriyete birçok lider kazandırmıştır. Bütün bu olayların arkasında yatan, siyasî bir akım olan Balkan milliyetçiliği birinci derecede önem taşır. 19. yüzyılın ikinci yarısı, Sırp, Bulgar, Yunan, Romen gibi gayrimuslim tebaanın milliyetçilik duygularının kabardığı bir dönemdir.
1878 Berlin Anlaşması’yla özgürleşen Sırbistan, Romanya, Karadağ-Bul-garistan otonomi sahibi olmuştur-milliyetçiliği had safhaya çıkarmışlardır. Bu milliyetçilik, 20. yüzyılın başlarında Makedonya’da temerküz edip, bölgeyi kendi ülkelerine katmak isteyen Rum, Bulgar ve Sırp çete faaliyetleriyle daha güçlü ve öldürücü bir hal almıştır. Makedonya, 20. yüzyılın başlarında Selanik, Manastır (Bitola) ve Kosova illerinin hemen hemen hepsini kapsayan bir büyüklüğe sahip olup, şehirde 1.6 milyon Müslüman, 900.000. (Makedon-Bulgar), 280.000 Rum, 110.000 Sırp ve 25.000 kadar Ulah yaşıyordu. Müslüman nüfusu, üç ayrı etnik (Türk, Arnavut, Pomak) gruba ayırmak mümkün olsa da pratikte bunların tümü, kendilerini Müslüman olarak bir bütünün ayrılmaz parçaları saymaktaydılar. Gayrimüslimlerin ezici çoğunluğu Ortodoks Hıristiyan olup, uzun zaman tek kilisenin yani İstanbul Patrikhanesi’nin idaresi altında, barış içinde 400 yıl yaşadıktan sonra kendi milli kiliselerini kurarak ve bunları milli kimliklerinin bir parçası haline getirerek milli bir devlet haline gelmişlerdir.
Balkanlarda kurulan milli devletler Osmanlı öncesi tarihlerini alabildiğine yerici bir şekilde yazarak eski azametlerini canlandırmak yolunu aramışlardır. Böylece her Balkan devleti, Makedonya’yı kendi topraklarının bir parçası gibi görerek, gayrimüslim nüfusu kendi etnik grubunun (Sırp, Bulgar, Rum) dışına itmiştir. Balkan devletlerinin anlaştıkları ana nokta, Müslüman nüfusu kendilerinden saymayarak yok etmek veya güçsüz bir azınlık haline getirmekti. Müslüman-Türk milliyetçiliğinin Balkanlarda doğması ve 40-45 yıl gibi az bir süre zarfında gelişmekte olan kültürel Türklüğün, siyasî Türkçülüğe dönüşmesi birçok bakımdan gayrımüslimlerin milliyetçiliğine karşı bir tepki, bir savunma olarak ve biraz da onun etnik boyutunu kabullenerek meydana gelmiştir. Fakat Balkan devletleri kendi aralarında da nüfus bakımından anlaşamamaktaydı. Bulgarlar, Makedonya nüfusunu Bulgar, Sırplar Sırp, Yunanlılar Rum saymakta idiler. Her devlet Osmanlı idaresinde olan Makedonya’yı kendi topraklarına katmayı amaçlıyordu. 1912 Balkan Savaşı birbiriyle çatışan gayrimüslim devletlerinin etnik milliyetçilikleriyle, Türk-Müslümanların savunma amaçlı ve Osmanlı’yı ayakta tutarak kendi güvenliklerini sağlayan milliyetçiliklerini su üstüne çıkarmış ve birbiriyle çatışır hale getirmiştir. Bu arada çoğunluğu Ortodoks Hristiyan olan Ulahların, Yahudilerin ve başka azınlıkların Osmanlı idaresini tuttuklarını da belirtmek gerek, çünkü bunlar Balkan gayrimüslim devletlerin milliyetçi politikalarından çok çekinmekteydiler.
Balkan Savaşı önlenebileceği gibi, Osmanlı üstünlüğüyle de sonuçlanabilirdi. Durumun bu şekilde gelişmemesinin ana nedeni dış olaylar ve bilhassa yanlış iç siyasetin sonucudur.
Dış olaylardan İtalya’nın Libya’yı işgal etmesi ve oradaki Osmanlı subaylarının idaresinde yerli direnişe karşı Balkan milliyetçilerini desteklemesi başta gelir. Bu arada 1912’de Arnavutluk’un hürriyetini ilan etmesi (Sırp ve hatta İtalyan işgalini önlemek için) Müslüman birliği fikrine büyük bir darbe indirdiği gibi etnik dayanışmanın bazı Müslüman gruplar arasında da din-kültür ortaklığından daha güçlü olduğunu göstermiştir.
İç siyasî gelişmeler Osmanlı yenilgisinin ana nedeni olmuştur. 1912yılı Ocak ayında yapılan seçimleri İttihat ve Terakki Partisi ezici bir çoğunlukla (264e karşı 6 mebus) kazanmıştır. Muhalefet, yani Hürriyet ve İtilaf Partisi (Hürriyet ve İtilaf Partisi çeşitli bazı muhalefet fırkalarının birleşmesiyle ve dönemin tanınmış bazı simalarının (Rıza Nur, Hüseyin Fırat, Rıza Tevfik) katılmasıyla 11 Kasım 1911’de kuruldu. 1912 seçiminde meclisten tasfiye edilen fırka mensubu 23 Ocak 1913 Bâb-ı Âli Baskınından sonra dağıldı ve yurt dışına kaçtı. Fakat dışarıda faaliyetlerine devam ettiler. Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’nda yenilmesinden sonra Hürriyet ve İtilaf Partisi 10 O cak 1919’da tekrar faaliyete geçti. İttihat ve Terakki ve onun milliyetçiliğini alabildiğine yeren Hürriyet ve İtilaf Partisi, İslamcılardan da uzak durmuştur. Ferid Paşa Hükümeti’yle arası açıldı, fırka bölündü ve Milli Mücadele ile varlığını ve itibarını yitirdiyse de savunduğu bazı fikirler değişik şekilde Cumhuriyet’te devam etti.), Arnavutluk İsyanı’nı ve Libya (Trablusgarp) Sorunu’nu bahane ederek yeni seçim talep etmiştir. Ayrıca Halaskar Zabıtan grubu çok az sayıda subaydan oluşmasına rağmen ordu adına konuştuğunu iddia ederek İttihat ve Terakki’yi tenkid edip duruyordu. Tanınmış paşalardan Gazi Muhtar Ahmet, Kazım, Ferit, vs.’den oluşan bir kabine (Büyük Kabine) İttihat ve Terakki Hükümeti’nin yerini aldı ve Ağustos 1912’de meclis dağıtıldı ve İttihat ve Terakki ağır tenkidlere uğradı.
Bu arada hükümet iyi niyet ifadesi olarak ordunun bir kısmını terhis etmişti. Bu olaylar İstanbul’da yaşanırken Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan ve Karadağ öteden beri aralarında konuştukları Balkan ittifakını 1912 yılının ilk aylarında gerçekleştirdikten sonra seferberlik ilan ettiler ve Osmanlı’ya iki hafta sonra bir ültimatom verdiler. Ültimatom, Makedonya vilayetlerinin özerkliğini, büyük devletlerin nezaretinde yaşamayı, Osmanlı’nın seferberlikten vazgeçmesini içeriyordu. (Osmanlı, 30 Eylülde Balkan devletlerinin seferberliğine karşı bir gün sonra seferberlik ilan etmişti.) Osmanlı Hükümeti bu istekleri reddedince Bulgaristan ve Sırbistan 17 Ekim 1912’de savaş ilan ettiler ve Osmanlı ordusunu, iyi teçhizata sahip Almanlar tarafından eğitilmiş olmasına rağmen az zamanda fena halde mağlup ettiler. Bu yenilginin ana nedeni birçok araştırmaya göre Osmanlı ordusunda hizmet gören subayların az ve bilhassa yeteneksiz olmasıdır. Gerçekten ordu -siyasetle ugraşması yasak edildiği halde- hem İttihat ve Terakki hem muhalefet saflarında alabildiğine siyasete karışmış, meslekî gelişimini ihmal etmişti. Az zaman sonra Ahmet Muhtar Paşa istifa etti (29 Ekim 1912) ve nihayet 16 Aralık 1912’de Londra’da başlayan barış konuşmaları Edirne, Adalar dahil tüm Rumeli’yi Balkan ülkelerine terk etmeyi amaçlayarak sürdü.
İttihat ve Terakki, Hürriyet ve İtilaf Partisi’ne karşı uyanan tepkiden istifade ederek Babıâli Baskını (23 Ocak 1913) olarak bilinen darbe ile tekrar iktidarı ele geçirdi ve yenik durumda olmalarına rağmen gümrük bağımsızlığını, kapitülasyonların kaldırılmasını talep etmekten geri durmadı. Ama bu istekler kabul edilmediği gibi Londra Anlaşması’nın yürürlüğe konmamasından şikayetçi olan Bulgarlar tekrar taarruza geçerek Edirne’yi ele geçirdiler. Nihayet Midye-Enez hattını sınır olarak gören anlaşma 30 Mayıs 1913’te Londra’da imzalandı. İttihat ve Terakki’ye karşı olan muhalefet bu hazin durum karşısında Edirne’nin kaybını bahane ederek birkaç darbe teşebbüsünde bulundu; Mahmut Şevket Paşa öldürüldü ve kargaşa yaratıldı. Bu arada Balkan müttefikleri arasında çıkan anlaşmazlıklar genellikle “İkinci Balkan” savaşı olarak bilinen çatışmaya yol açtı. Bulgarlara karşı birleşen eski müttefikleri (Romanya’da buraya katılmıştır) Sofya’yı yenilgiye uğratmışlardı. Başlarında Enver Paşa’nın bulunduğu milliyetçi Osmanlı-Türk subayları Edirne’yi geri almışlardı.
Nihayet Londra’da 29 Eylül 1913’te imzalanan nihaî anlaşma Edirne’nin Osmanlı’da kalmasını ve Meriç Nehri’nin Bulgaristan’la arasında sınır olmasını temin etmişti. Böylece durum bir dereceye kadar sükunet bulmuşsa da Balkan Savaşı’nın verdiği yok olma korkusu Osmanlı ricalini sarsmıştı. Birçok subay, yazar ve düşünür kurtuluşu büyük bir devletin himayesine girmekte görmüşlerdi. Daha Tanzimat döneminde Rusya’nın oluşturduğu korku nedeniyle İngiltere ve Fransa’nın himayesini arayan Osmanlı Devleti bu kez Balkan ülkeleri karşısında uğradığı yenilginin acısını ve kurtuluşu, Almanya’nın desteğinde aramak zorunda kalmıştı. Almanya’ya bel bağlamak suretiyle Balkanlarda kaybettiği topraklarını tekrar elde etmek isteyen İttihat ve Terakki Hükümeti’nin liderleri, devleti Almanya yanında müttefik devletlere (İngiltere, Fransa, Rusya) karşı savaşa sokmuştur.
Bu yazının amacı, Balkanların yakın veya uzak tarihini anlatmak değildir, Balkanların, gerek Osmanlı gerekse Modern Türkiye tarihindeki önemini belirtmektir. Bunun için de 1912 Balkan Savaşı’nı esas alarak Balkanların tarihimizdeki önemini belirtmek istedik. Çünkü Balkanlar, 1912’de kaybedilmesine rağmen Türkiye’nin hayatını her bakımdan etkilemeye devam etmiştir. Balkan Savaşı’nda yarım milyon kadar Müslüman; Sırp, Bulgar ve Rum tarafından katledilmiş ve aynı sayıda kişi yerlerinden zorla çıkarılarak Trakya ve Anadolu’da sığınmaya mecbur edilmiştir. Bu göçmenler 1856-78 arasında Kırım, Kafkas ve Balkanlardan gelen göçmenlere katılarak Osmanlı halkının hem eski acılarını tazelemiş, hem de gittikçe büyüyen Müslüman milliyetçiliğinin Türk milliyetçiliğine dönüşmesini hızlandırmıştır.
Türk milliyetçiliğinin ilk merkezi Selanik olmuş ve Genç Kalemler gibi milliyetçi dergiler orada yayımlanmıştır. Ziya Gökalp ilk olarak orada faaliyet göstermiştir. Türk milliyetçiliğinin, Sırp, Rum ve Bulgar milliyetçiliğine bir tepki ve aynı anda savunma olduğunu daha evvel belirtmiştik. Yine Balkan Savaşı göçmen mübadelesine yol açmıştır. Rum ve Bulgarlarla yapılan kısıtlı sayıda mübadeleyi, 1923-6’da iki milyon kadar kişiyi kapsayan Türk-Yunan mübadelesi izlemiştir. Anadolu Hristiyanlarını Balkanlara, Balkan Müslü-manlarını Trakya ve Anadolu’ya getiren bu mübadeleler, her ülkede hakim çoğunlukta olan etnik dini grubun sayısını ve dolayısıyla siyasî gücünü arttırmıştır. Türkiye hükümeti ile Balkan hükümetleri arasında 1930’larda yapılan göç anlaşmaları bu etnik arınmaları daha da derinleştirmiştir. Ancak eskiye göre 1930’larda Balkanlardan Türkiye’ye göçler tek yönlü olup Anadolu’nun Türk-Müslüman nüfusunu arttırmış, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele’de oluşan insan zayiatını bir dereceye kadar telafi etmiştir.
Balkan Savaşı’nın tetiklediği milliyetçiliğin nüfus değişimiyle ortaya çıkışını, yalnız Müslüman-Hristiyanlar arasında oluştuğunu düşünmek çok yanlıştır. Makedonya Slavları (çoğunluk Bulgar) Bulgaristan’a gönderilmiş, Bulgaristan’da yaşayan Rumlar -binlerce sene Karadeniz sahil kasabalarında yaşamış olanlar dahil- Yunanistan’a göçmüşlerdir. 1913’te Bulgaristan’a karşı savaşa katılan Romanya, güney Dobruca’nın (Silistre, Pazarcık) iki vilayetini mükafat olarak alınca buraya Balkanlarda bilhassa Makedonya’da yaşayan Ülahları iskan etmiştir. Böylece orada yüzyıllardan beri çoğunlukta olan Müslümanların bir kısmı Türkiye’ye göçmüşlerse de yüksek sayıda Müslüman-Türk, vatan bildikleri topraklarda yaşamaya devam etmişlerdir. 1940 yılında Almanya’nın baskısıyla güney Dobruca’nın iki vilayeti, tekrar Bulgaristan’a iade edilmiştir. Bu iki vilayete iskan edilen Ulahlar ise Romanya hakimiyetinde kalan kuzey Dobruca’nın Köstence ve Tulca vilayetlerinde yaşayan Bulgar nüfusla mübadele edilmiştir.
Balkan savaşları Osmanlı idaresi sırasında kurulan Balkan Birliği’ne ve bu birliğin temelinde yatan dinsel, kültürel hoşgörüye son vermiştir. Daha evvel belirtiğimiz gibi bu hoşgörü yalnız Müslümanlarla gayrimüslimler arasında değil, çeşitli Hıristiyan gruplar arasında da geçerli idi. 1912 Balkan Savaşları sonunda, daha açık bir şekilde ortaya çıkan Hırvat-Sırp (Katolik-Ortodoks) gerginlikleri nihayet 1990’larda kanlı çatışmaya dönüşerek Vakovar şehrinde Katoliklerin katlini müteakip, Hırvatistan’ın Krayna bölgesinde yaşayan Sırpların atılmasıyla neticelenmiştir. Ama her iki ülke aynı dili paylaştıkları Bosnalılara yani Müslümanlara karşı 1992-5’te amansız bir savaş açmaktan geri durmamışlardır. 1945’ten sonra kardeşliği, eşitliği, insanlığı ön plana koyduğunu ilan eden Balkan komünist idarelerinin Müslümanlara karşı tutumu iki dünya savaşı arasında Balkanlara hakim olan faşist, milliyetçi hükümetlerin tutumundan farklı olmamıştır. Yugoslavya’nın Tito hükümeti 150.000 kadar Türk-Müslüman vatandaşını sınır dışı ederek Türkiye’ye göndermiş. Bulgarista’nın Zivkov hükümeti ise 1980’lerde orada yaşayan Türkleri “Türkleştirilmiş Bulgar” sayarak “ait oldukları milletin sinesine dönmek” kampanyasıyla isimlerini Bulgarlaştırmış (ki bu bir çeşit zorla Hıristiyanlaştırma anlamına gelir) ve daha sonra Türkiye’ye göç etmeye zorlamıştır.
Tüm bu katliamlara, göçe, zorlamalara rağmen halen Balkanlarda; Türklerden, Arnavutlardan, Bosnaklar’dan, Pomaklardan, Ulahlar’dan meydana gelmiş Osmanlı Müslümanlarından veya onların çocuklarından oluşan 11-13 milyon Müslüman yaşamaktadır. Arnavutluk ve Kosova’da Müslüman nüfus çoğunlukta olup Bulgaristan’da halen 1 milyon kadar, Sirbistan’da 300.000, Yunanistan’da 150.000 Bosna-Hersek’te 2.000.000, Romanya’da 100.000, Hırvatistan ve Karadağ’da 25.000 kadar Müslüman nüfus vardır. Böylece Balkan Savaşı’nın tetiklediği kıyımlara, zorlu veya anlaşmalı göçlere rağmen halen Balkan ülkelerinin takriben 50 milyon nüfusunun (Romanya hariç) yüzde 8-14’ünü eski Osmanlılar (veya tercihan kullanılan yerli terim ile Türkler) oluşturmaktadır. Ve bunlar daha evvel Türkiye’ye göçmüş birkaç milyon Balkan kökenli nüfus ile akrabalık, hemşerilik, vs. nedenlerle bağlarını devam ettirmektediler. Buna karşılık Türkiye’de yaşayan Yunan (Rum), Sırp, Bulgarların sayısı 15.000 civarındadır. Bir yerde acıda olsa itiraf etmek gerektir ki, 1912 Savaşı’ndan sonra gelişen nüfus hareketleri daha büyük acıları ve anlaşmazlıkları önlemiştir.
Balkanlar, 1912/3’ten sonra büyük siyasî dalgalanmalar geçirmiştir. Bu savaşın sonunda Makedonya’nın güneyi (Selanik merkezli) Yunanistan’a Kuzey Makdeonya’ya (Üsküp merkezli) Sırbistan’a, küçük bir bölümü ise Bulgaristan’a verilmiştir. Makedonya’da yerli bir hareket kaçınılmaz hale gelmiştir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasındaki dönemde Balkan ülkelerinde hakim olan aşırı milliyetçi rejimlerin daha fazla birbirine düşmelerine engel, bölgede etkilerini geliştiren İngiltere, Almanya ve İtalya rekabetidir. Bu rekabetin kurduğu denge Almanya’nın (1941-2)Yugoslavya’yı, Yunanistan’ı; İtalya’nın Arnavutluk’u işgal etmesiyle bozulmuştur. (Bulgaristan ve Romanya, Almanya’nın müttefiki olmuşlardır.)
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra en önemli gelişme, Balkan Slavlarından oluşan Tito idaresinde kurulan komünist federal Yugoslavya’dır. Bu federal sistem Sırbistan’ın yani Sırp milliyetçilerinin tüm Yugoslavya’ya hakim olarak ülkeye “Sırplık” milli damgasını vurmak istemeleriyle 1991’de dağılmaya başlamıştır. Bu parçalanmayı önlemek için Milosevic idaresinde Sırbistan, ordusundan ayrılığını ilan eden Slovenya, Hırvatistan ve nihayet Bosna-Herseke karşı savaş açmış, fakat Bosna’nın bir kısmında Sırp Cumhuriyeti kurmaktan başka bir başarı sağlayamamıştır. Balkanların büyük ülkesi olan ve değişik dil, kültür, din gruplarından oluşan Yugoslavya yedi ülkeye (Slovenya, Hırvatistan, Kadarağ, Bosna-Hersek, Kosova, Makedonya ve Sırbistan) bölünmüştür. Böylece Balkan ülkelerinin sayısı, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk, Türkiye ile on ikiye çıkmıştır. Neticede 1912/13’te başlayan Balkan siyasî dramı (ve Türkler bakımından trajedisi) 1990’lardan sonra pek de sağlam görünmeyen, dağılmadan doğan bir denge ile sonuçlanmıştır. Yine de kurulan siyasi, milli, kültürel, dini dengelerin bir süre devam edeceğini düşünmek isabetsiz olmaz. Çünkü bu dengeyi kendi lehine bozacak hiçbir ülke yeterli derecede güçlü değildir.
Balkanların en büyük ve güçlü ülkesi şüphesiz Türkiye’dir. Balkanlarda etki sahibi olmak için Türkiye stratejik, ekonomik, kültürel, demografik birçok unsura sahiptir. Şüphesiz ki Türkiye neo-Ottomanism’i (yeni Osmanlılık) canlandırmak gibi bir amaç gütmekle hiçbir yere varamaz. Zaten Türkiye’nin Balkanlarda lüzumundan fazla etki sahibi olmaya kalkışması, Balkan Savaşı’nda olduğu gibi kendisine karşı yeni koalisyonların kurulmasını da körükleyebilir. Her ne olursa olsun, Balkanlar, tarihinin acılarını, küskünlüklerini ve intikam duygularını bir yana bırakarak geleceğe yeni, insani ve barışçı bir gözle bakması gerekir. Son Balkan Savaşı’ndan sonra geçen kanlı, acıklı 100 yıllık acı tecrübelerden sonra gelecek yüzyılların Osmanlı idaresi zamanında oldugu gibi barış, hoşgörü ve kardeşlik içinde geçmesini beklemek yerindedir. Türkiye bu amacı gerçekleştirebilirse hem dünyada hem de bu bölgede büyük itibar kazanacağı gibi kendi güvenini ve ekonomik gelişimini daha da sağlama bağlayacaktır. (Bu son görüşleri New York ve New Jersey’de faaliyet gösteren Balkan Devletleri Federasyonu’nun son toplantısı için Federasyon’un fahri başkanı sıfatıyla yazdığım yazıda daha geniş şekilde ifade ettim. Federasyon her sene Birleşmiş Milletler’in açılışında New York’a gelen Balkan devlet başkanlarını, bakanlarını bir araya getiren toplantılar düzenlemektedir.)
Bu kitaptaki yazılar, Balkan tarihi, kültürü, insanları ve siyasî olaylarla ilgili değişik tarihlerde yazdığım yazılardan oluşmaktadır. Bu giriş, kitaptaki yazıları güncelleştirmek, açıklamak ve tamamlamak amacıyla yazılmıştır.
15 Ocak 2012 Madison, Wisconsin