“Celâl Bey’in Yüksekkaldırım’daki gezintilerinin başka bir amacı da vardı: Fazilet ile buluşmadan önce, doğrudan doğruya Yüksekkaldırım’dan yukarı çıkar ve oradaki yaşlı bir Rum plakçıya uğrardı. İki yaşlı adam dost olmuşlardı; yaşlı plakçı Celâl Bey’in mahremiyetine girme saygısızlışını hiç göstermemesine rağmen, gelen misafirinin acısına katılıyordu. Senfonik müzik plakları ile dolu mağazada Celâl Bey’e sıcak bir çay bardağı eşliğinde biraz temiz müzik dinletiyordu. Bu arada aralarında fazla bir konuşmanın sürüp gittiği de söylenemezdi… İki yaşlı adam birbirinin derin gizliliğine konuşmadan giriyor, acılarını paylaşıyorlardı. Ve, bu ziyaretlerin sonunda aşağı yukarı hep aynı cümleler tekrarlanıyordu.
– Benim için bir şeyler hazırladınız mı, efendim?
Ve beyaz kolalı yakalı gömlekli plakçı, dükkânının arkalarına giderek beraberinde bir paketle dönüyordu:
– Dört set temin edebildim, beyefendi… Temiz kullanılmış… dikkat ettim… hele birisi… von Karajan Berlin Senfoni’yi idare ediyor… Çok güzel bir Kader Senfonisi… hemen hemen cızırtısı hiç yok.. sizin nasıl kullandışınızı biliyorum… ümit ederim ki, bunlar size kış sonuna kadar yeter… Size iyi Beethoven’ler dilerim…”
Kriton Dinçmen ruhu gösteren bir aynayı kodlayıp kitap yapmış. Muhteşem!
Ve yapmış gene yapacağını… Şifreleri masanın üzerine bırakıyor, bize oda oda aratıyor. Her sayfada bir kod ve karşılık notası.
İnsanların ruh problemi olur da, ruhların insani problemi olmaz mı?
Ruh doktoru bir insan mı yoksa insan doktoru bir ruh mu?
Murat Birsel
***
Beethoven’li Ölüm
Prolog gibi
Kış aylarında öğle üzeri Köpü’den kalkan ada vapurları beş-on yolcu taşır… o saatte günübirlik adalara gidecek yolcu zaten yoktur… şehirde işlerine inenler zaten erken saatlerde inmiş, dönüşleri ise akşam altı yada yedi sularında olur. .. öğle sıralarında adaya gitmek üzere binenlerin ise, dönüşe kadar iki-üç saatleri kalır ki, kimse kış soğuğunda böylesine uzun bir yolculuğu göze almaz. Öyle olunca da, öğle saatlerinde köprüden kalkan vapur beş-on yolcu ile gider ve Büyükada’dan bütün diğer adalara uğrayarak, ada kışının ıslak yalnızlığından bir an önce kurtulmak için ikindi vapurunu yakalayan dönüş yolcularını şehrin canlılığına kavuşturur.
O gün de, kışın dondurucu kirliliği her tarafı sarmış, Birkaç gün önce yağan kar rodosun etkisiyle erimeye başlamış ve kahve rengimsi soğuk bir balçığa dönüşmüştü. Kasketlerinin altında kafalarına geçirmiş oldukları yün atkılarını boyunlarına sokuşturan insanlar gelip geçen dolmuş ve otobüslerin aralarından koşuşup duruyorlardı.
Celâl Bey, o her zamanki tuhaf –acı gülümsemesi, yırtık-pırtık pantotonu ve yandan patlak ayakkabıları ile dadısından kalma kadın pardesüsüne sarılmış, son yıllar sığınmış olduğu ada tepesindeki metruk Çinkolu Ev’in alt katındaki arka odasından çıkmış ve arnavut kaldırımı dik yokuşu düşe-kalka inmişti. ada iskelesinin kuytuluğunda rüzgârdan korunmaya çalışan bir-kaç yolcunun gözünden olduğunca sakınarak dışarıda bir yerde beklemiş ve kimseye görünmemeye çalışarak vapurun burunundaki ikinci mevki yarı-boş kısmın altındaki bodruma inmişti. Ne var ki, kendisi ne kadar saklanmaya çalışsa da, gene de, arkalarda kalan iki adalının gözünden kaçamamıştı.
Celâl bey soğuk-kış dinlemeden bu havada iniyor…
Hasta, be! Vallahi acıyorum ona.
‘Sapık’ desene be..
İyi ki, o sıralarda Celâl bey bodrumun merdivenlerini inmiş, yarı karanlık boş salonun bir köşesinde büzülmüştü. Son yıllarda adada yalnız başına bir serseri hayatı geçiren Celâl Bey’in dış dünyaya açıldığı tek gün bir birbuçuk-iki ayda bir şehre yaptığı inişlerdi. Ne kadar da aşağılaştırıcı, acı verici, utandırıcı kahredici de olsa, gene de, bu inişler kendisini yaşamı boyunca hasretini çektiği ancak tek bir gün dahi tadamadığı ‘erkek olma’ya yakınlaştırıyordu.
Yüksekkaldırım’ın arkasındaki sokakta bir zamanlar faal orospuluk yapıp çaptan düştükten sonra evin hizmetçiliğini üstlenmiş olan Fazilet, çalışan genç kadınların tahammül edemeyip kovaladıkları bu eski yaşlı müşlerisine gene de dost davranarak, kendisine yalvararak dile getirdiği sapık-pis-iğrenti verici isteklerine katlanıyordu. Doğaldır ki, Celâl bey de boğazından ve de giyim ve artırdığı tüm paralarını da Fazilet’e aktarıyordu. Fazilet’e yapılan bu ziyaretler evin genel durumuna, müşteri sayısına, patronun keyfine ve de Fazilet’in o sıralarda yapmakta olduğu esas işinin önemine göre kısa ya da uzun sürüyordu. Celâl bey kapıdan görününce, oradaki kabadayının yüzü asılır, ürkek adımlarla içeri girmeğe çalışan Celâl bey’e ters-ters bakar ve içeriye doğru “Fazilet, gel! Senin moruk gene geldi!” diye seslenirken, yan odadaki girişe bakan pencereden uzanan patron alçaltıcı bakışlarla geleni süzerdi. Celâl bey’in Fazilet ile bir odaya girmeleri onbeş dakikayı bulduğunda yaşlı adamın yalvaran sesi ile orospu eskisinin hakaretleri karışır ve sonunda Fazilet’in ‘ulan bunak pezevenk… biliyorsun.. erkekliğin ne zaman vardı ki, şimdi altmışından sonra hayır bekliyorsun… ulan, bu verdiğin paranın üç-dört katını içerideki birisine ver de gör! Sana yaptığımın çeyreğini bile yapmazlar be!.. çek git be! Bir daha da, hiç gelme be! türünden küfürleri sokağa taşardı.
Celâl Bey’in Yüksek Kaldırım’daki gezintilerinin başka bir amacı da vardı: Fazilet ile buluşmadan önce, doğrudan doğruya Yüksek Kaldırımdan yukarı çıkar ve aradaki yaşlı bir plâkçıya uğrardı. İki yaşlı adam dost olmuşlardı; yaşlı plâkçı Celâl bey’in mahremiyetine girme saygısızlığını hiç göstermemesine rağmen, gelen misafirinin acısına katılıyordu. Senfonik müzik plâkları ile dolu mağazada Celâl Bey’e sıcak bir çay bardağı eşliğinde biraz temiz müzik dinletiyordu. Bu arada aralarında fazla bir konuşmanın sürüp gittiği de söylenemezdi.. İki yaşlı adam birbirinin derin gizliliğine konuşmadan giriyor, acılarını paylaşıyorlardı. Ve, bu ziyaretlerin sonunda aşağı-yukarı hep aynı cümleler tekrarlanıyordu.
Benim için bir şeyler hazırladınız mı, efendim?
Ve beyaz kolalı yakalı gömlekli plâkçı, dükkanının arkalarına giderek beraberinde bir paketle dönüyordu:
Dört set temin edebildim, Beyefendi… Temiz kullanılmış… dikkat ettim.. hele birisi… von karajan Berlin Senfoni’yi idare ediyor… Çok güzel bir Kader Senfonisi… hemen hemen cızırtısı hiç yok.. sizin nasıl kullandığınızı biliyorum… ümit ederim ki, size kış sonuna kadar yeter… Size iyi Beethoven’ler dilerim…
Celâl Bey memnundu.
Çok teşekkür ederim efendim… Zaten bende bir set daha var.. daima bir seti saklıyorum… bulamazsam diye…
Ümit ederim ki, ben size gene bulabileceğim…
Ve bu, sadece aralarında anlaşılabilen konuşmanın sonunda Celâl bey memnun, ucuz olarak elde edebildiği plâklarını alarak yaşamında yüzlerce kez başarısızlıkla sonuçlanan girişimlerini bir kez daha tekrarlamak üzere, bir sokak arkadaki o pis ve iğrenç çevzadebi Fazilet’ine yollanıyordu…
Sonra da, pişmanlık ve utanç içinde ada vapurunun burundaki ikinci mevkinin bodrumunda büzülüp adaya gider ve tepedeki sığnağına… Kırık-döküp pikapına dönerdi.
Fazilet ile o pis odaya girmesinin yarım saati bulmasına karşın, belki bu sefer olur ümidi ile de kendini halâ zorluyor, yardım etmesi için kadına yalvarıyor, her zamanki vizite ücretinden fazla ödeyeceği vaadlerini üst-üste tekrarlıyordu.
Fakat oradakilerin alay ve aşağılamaları içinde parayı ödeme sırası geldiğinde, yaşlı adamın üstünde ancak o herzaman ödemekte olduğu miktardan fazlası çıkmadığında, kendisinin birkaç dakika önce daha fazla ödeyeceği vaadlerinin boş çıktığı anlaşıldı.
Ne olmuşsa olmuş, belki de o sıralarda herkesin sinirlerinin gergin olması ya da yıllarca süren o tatsız ziyaretlerin kerhanenin patronunu ve diğer sermayelerini ve hatta o güne kadar gene de sabırlı davranan Fazilet’in kendisini öylesine kızdırmışlar ki, kendilerinin yıllarca içlerinde ve yaşamlarında duymakta oldukları tüm aşağılık ve bayağılıkların zavallı yaşlı adama karşı duyulan nefret ve parçalama nöbetine dönüştürmüştü. Tümü birden Celâl Bey’e saldırmışlar; küfürlerle tekme ve yumruklar birbirini takip ediyordu. Sonunda, kendisini yerlerden kaldırıp sokağa fırlatmışlar, dış kapıyı üstüne kapatmışlardı.
Celâl Bey’in yüzü tırmıklanmış, alnı yarılmıştı… Ardarda gelen tekmelerden ve sonunda sokağa fırlatılmaktan her tarafı ağrıyordu… ve, en kötüsü… plâk paketinin içeride kalmış olduğunu fark etti… Her ne pahasına olursa olsun, bir daha o eve dönmeyecekti… kendinden nefret ettiği kadın, o evden ve oradakilerden de nefret ediyordu… ama, tüm bunlara rağmen, o plâk paketin alması gerekiyordu… yeniden dövseler de, sövseler de o paketi elde etmesi lazımdı. Kendisini toparlamağa çalıştı.. tüm cesaretini topladı ve bir kez daha o iğrenç kapıyı çaldı… kapıdaki kabadayının ilk cevabı kapıyı açar açmaz yüzüne indirdiği yumruk oldu; Celâl Bey yılmadı.. ve, yalvarmağa başladı… “Beyefendiciğim… içeride plâklarım kaldı… plak paketim… yalvarırım size… lütfen paketimi verin… yalvarırım size… lütfen, bana o plak paketimi verin… yalvarırım, beyefendiciğim…”
Celâl bey, tüm yaşamı boyunca içinde duyduğu bütün , bu aşağılık ve pisliklere… bu rezilliklere rağmen, içindeki soyluluğun ve terbiyenin beyefendiliğini hiç kaybetmiyordu… “beyefendi, lütfen, plâk paketimi rica ediyorum…
Ve, kapı kabadayısı elindeki paketle kapıda göründü. Paket, dükkandan alındığı gibi tertemiz ve sapa sağlam duruyordu… “paketini mi istiyorsun… al ulan, pis bunak” dedi ve ayağı ile iyice parçaladıktan sonra sokağa fırlattı..
Celâl bey parçalanmış plâklara baktı… sırtını döndü, ve belki de o zamana kadar hiç tatmadığı asil bir kararlılık ve kendinden emin bir tavırla yokuştan indi.
Celal bey her şeyi halletmişti; gereken kararı vermişti. Hiç bir şey olmamış gibi vapura girdi, vapurun arkasındaki salonun en dibindeki lüks kısma geçti ve üstündeki çamurlara, sırtındaki dadısından kalma yırtık pardesüsüne, yanları patlak pabuçlarına, yüzündeki tırmıklara ve alnındaki yumruk ve dövülme izlerine aldırmaksızın bir koltuğa oturdu.
Adada vapurdan çıktığında dik bir yürüyüşle çarşıdan geçti ve çinkolu eve çıkan arnavut kaldırımı dik yokuşu tırmandı.
Bir gün bu işi bitirmesi gerekiyordu… ve, bitirecekti… altmış küsür yıllık koca bir aybın rezilliği altında daha fazla yaşamıyacaktı. Kararını vermişti.
Odasına girdi ve masanın yanındaki sandalyede yıkıldı. Gözlerinin önünden yaşamı geçiyordu… tüm yaşamı…
Bilmiyorum… ama, uzun zamandır hiç böylesine rahat ve huzurlu hissetmedim… senelerdir içini kemiren, içinden gelecek herhangi bir gülümsemeyi daha dudaklarımda şekillenmeden yok eden o huzursuzluk yok… daha bu sabah, gözlerimi açtığımda göğsümü bir mengene misali sıkıştıran sıkıntı yok… Vapur iskeleye yanaştığında pis bir yağmur çiseliyordu.. son günlerdeki kar, dünden beri yerini bu iğrenç ıslaklığa bırakmıştı; günlerdir Pendik’ten kopup gelen gündoğusu düşünce de, beraber getirdiği kar azalmış, bir süre sonra bitmişti.. Bizim Ada’ya karı gündoğusu getirir; o kesilince de, kar biter… Beş-altı gün tepedeki yıkık çinkolu evin alt katındaki bu arka oda, daha da boğucu bir havaya girer… zaten kış boyunca tahta ve naylonlarla kapatılmağa çalışalan kırık pencerelerden giren rüzgar ve yağmur ile dışarıdaki camların uğultusu ev ile dışarısı arasında pek bir fark bırakmamaktadır…. Evet… son bir ,iki gündür yaşamım boyunca içimi kemiren sıkıntı artmış, dayanılmaz bir hal almıştı… Yıllardır geçinmeğe çalıştığım ‘malûldür-çalışamaz’ kararlı raporun sayesinde elime geçirdiğim üç-beş kuruşları güçlükle ayırdabildiğim parayı da, o kahrolası utanç dolu yetersizliğimi alt edebilerim umudu ile bu sabah da gene İstanbul’a indim… doğru yüksek kaldırım yokusundaki…
Yok.. yok! Böyle olmayacak… her şeyi tâ baştan.. ama her şeyi söylemem gerek… Sonra da, şu anda beni böylesine mutlu eden o kararıma geçerim.. Bütün yaşamımı bir pisliğe çeviren her şeyi… Evet, bir anda beni böylesine rahatlatan kararımı pekistirmeden önce, beni bu güne getiren her şeyi söylemem gerek…
Adım Celâl.. eski vali muavinlerinden, ve sonra, büyük iş adamlarından Fahri Bey’in oğluyum.. adadaki köşkte doğdum.. anne-babamın evliliklerinin ilk yılında bir arkadaş ziyaretinde bulunmak üzere adaya geldiklerinde annem adayı öylesine beğenmiş ki, aile hemen bu köşkü satın alarak adaya taşınmışlar. Ve iki oğulları olmuş… Ancak, ilk iki doğumdan sonra Fahri Bey Tanrı’nın kendisine bir kız evlâdı göndereceğine öylesine inandırmış ki, köşkte herkes gelecek kız bebeği beklemeğe başlamış… inanmış ve hazırlıklar ona göre ayarlanmış…
Ve, doğum gerçekleştiğinde yeni gelenin, beklenenin zıdddına, bir kız bebek olmadığı anlaşıldı. Fahri Bey gene bir üçüncü oğlan babası olduğunu bir türlü kabul ediyordu.. ne var ki, elinden bir şey gelmiyordu.. ister istemez geleni, yani beni kabul etti… ve adım da Celâl oldu. Babam ise, kelimenin tam anlamıyla yıkılmıştı.
-Kabul edemem! Ağzımdan Celâl kelimesi çıkmıyor, yahu! Celâl diyemem! diye tekrarlayıp duruyordu.
Problemin halli büyük babamın ablasından geldi; o büyük aklı ile çok güzel (!!) bir çözüm öne sürdü.
Herşeyi abartmayınız! O da oğlunuz!… küçük oğlunuz! Demek ki, allah böyle istedi! Ağlaşmayı bırakın da, bir orta yol bulalım… adı “Celâl” değil mi? Kendisine aile içinde ‘Celile’ adını takalım… kendisine kız elbiseleri giydirelim, saçını uzatalım, kız gibi taratalım. Kız evlat gibi büyütelim! Hepimiz de mutlu oluruz… oldu bitti… İlk mektebe başlayınca, onu tekar ‘Celâl’ yaparız… zaten, yaşının büyümesi ile her şey kendiliğinden hallolacak… o da erkekliğini anlıyacak! Bu kadar basit!
Ne var ki, işler öylesine basit değilmiş…
Her ne kadar halamın bu parlak fikri herkesi pek rahatlatmış ise de, bir noktada… küçücük bir noktada, pek de olumlu sonuç vermedi; köşkün düşünce ve değer yargıları arasında, ufak bir ayrıntı kimsenin aklına gelmedi: pembe atlaslar içinde sepetinde yatan zavallı Celâl’ın fikri hiç alınmamıştı.. ? Celâl olduğu hiç düşünülmemişti..
Ve, böylesine bozuk bir düzen bu güne kadar sürüp gider… Aylar geçti… yıllar geçti.. Celile büyüyordu… En nadide ve pahalı ipek ve atlaslardan akide şekeri pembesi elbiseleri ile oyuncak bebekleri ile oynamakta, onları giydirip soymakta biberonla beslemekte… hatta, annesinin kendisine yaptığı gibi, ufacık memesinden süt vermekte.. iyi terbiye görmüş bir kız çocuğu gibi, gelen misafirlere reveranslar yapmakta, piyanoyu tıkırdatmak ta, civar köşklerdeki diğer kızlarla evcilik oynamakta… yani, kelimenin tam anlamıyla ‘Celile’ gibi yaşamakta idi… ama, kendisi ‘Celal’ idi.
Bu sıralarda bazı tuhaf, anlıyamadığım gözlemim oldu. Mesalâ… Köşkün hamamında… Biz çocukları, halamın nezaretinde Necibe hanım yıkardı… Üçümüz de çırıl çıplak soyunur ve bizleri hamanda çıplak bekliyen o kadına teslim ederlerdi.. İki ağabeyim ile ‘kız’ olarak beni… ve ben, Necibe Hanımda olmayıp ağabeylerimde olan bazı fazlalıkların benim ufacık önlerinde de olduklarını gördüm… Sonraları, bizlerin yıkanmasından sonra hamama çıplak giren annem ile halamın da önlerinde o fazlalıkların olmadıklarını fark ettim… yani ‘kızlar’ ve ‘kadınlar’da olmayan o şeylerin bende ve ağabeylerimde olduklarını anladım… Ne oluyordu?… Ben ‘kız’ dım… ama ‘erkek’lerde olanlar bende de vardı! Ortada bir tuhaflığın olduğu belli idi… Benden saklanan… Benim de anlıyamadığım… ancak şimdi artık bir şeyler sezinmeğe başladığım çok ciddi bir şeyler oynayıp duruyordu… Ama… ne? Ne vardı?… ne oluyordu?…
Anlamaya başladığım kadarıyla, babamım ‘erkek’, annemin ise ‘kadın’ olması gerekiyordu… yatağım, annem ile babamın yatmakta oldukları önü geniş teraslı ve Büyükada’ya bakan köşkün ikinci katındaki ön-orta odasında idi… Ağabeylerimin yatak odaları ise, anne-babamın odasından yan kapılarla geçilen köşkün iki ön köşesinde bulunurlardı. Zaten bu düzen benim okula başlama, yani ‘Celâl’ olma yaşıma kadar sürdü. Ve, tüm. Bu seneler sürece babam ile annemin arasında geceleri bazı bana anlaşılmaz gibi gelen fısıldaşmaların gülüşmelerin, kelime ve iniltilerin önemli anlamları olduğunu farkettim… ve bunların ‘büyük’ erkek ile kadınlar arasında yaşandıklarını anladım… ama, ben büyüyünce ‘annem’ gibi mi, yoksa ‘babam’ gibi mi olacağım?… yoksa … ne annem ne de babam gibi mi olacağım? Ama, bu, bana yapılan bir haksızlık… bir kötülük idi…
Onlar kötüydü… onlardan nefret ediyordum… onlardan hiç biri gibi olmayacağım…
Ne olacağım?
Ve işte o dört-beş yaşlarımda benim o meşhur ‘yaramazlıklar’ım başladı.
Bir gün, annemin gelecek misafirlerine ikram edilmek üzere kek hazırlamakta olduğunu gördüm. Kekte kullanacağı malzemeyi… un, yumurta, yağ, vişne reçeli v.s. gibi şeyleri gereken miktarlarda önceden hazırlamış ve mutfaktaki masanın üzerine hazırlamıştı.
Nereden, nasıl aklıma geldiğini bilmiyorum… annemin mutfaktan çıkmış olduğu bir arayı kollayarak, ufak tefek tamirat malzemesinin konduğu alt gözlerden birini açtım ve orada cam bir dolapta duran alçıdan bir avuç alarak annemin önceden ayırdığı unun içine boşaltıverdim… ve … bir şey olmamamış gibi uslu uslu yerime oturdum… Öğleden sonra gelen misafirlere çay ile birlikte ikram edilen ‘kek’in o iştah açıcı görünümü ile masaya getirilişini, ancak, dilimlenme sırası gelince taş kesilmiş halini hiç unutamam”
O kekin nasıl ve neden o hale getirilişini kimse hiç bir zaman anlamadı.. yüzümdeki o mutluluk ifadesinin nedenini anlamadığı gibi..
Evet… annem ile babam arasında o fısıldaşma ve gülüşme ile ah-vah’larının ve de oh’larının suçluluk ile karışık bir haz… gizli olarak kalması gereken bir haz işlemi olduğunu anlamıştım… hatta, hemen daima, o gecelerin sabahının erken saatlerinde annemin yataktan kalkıp banyoyu sıcak su ile doldurduğunu ve döndüğünde de “bey, suyun hazır” dedikten sonra babamın banyo yaptığını anlamıştım.. Ve, gizli kalması gereken bu suçluluk dolu, hazlı işlemler içimi anne-babama karşı bir kızgınlık, hatta nefret hissi içimi dolduruyordu.
Ve bir gün her ikisinden de öc almaya karar verdim. O ah-Vah’lı ve de oh’lu gecelerin sabahında o sıcak su seronomisinin önemli olduğunu anlamıştım… onu bozmam gerekiyordu. İşte böyle bir gecenin sabahında, annemin erken saatlerde banyoya gidip “bey, senin sıcak suyu hazırladım” nakaratı ile odaya dönmesi üzerine, ben de ‘çişe gidiyorum’ bahanesi ile yataktan kalktım ve babamın çalışma odasındaki masanın üzerinde duran mürekkep hokkasını aldım ve banyoda babamı beklemekte olan sıcak suya boşalttım!
Olanları anlatmama gerek yok!…
O sıralarda babamın göğsünde gelip-geçici sıkışmalar olmağa başlamıştı… Ve, eve ada doktoru Naci Bey çağrılır. Muayene sırasında ben de, pembe organza bir elbiseleri içinde, ‘küçük Celile’ olarak bir kenarda bebeklerimle oynuyordum; muayenenin bitiminden sonra Naci Bey bana “tatlı kız, gel de seni öpeyim” gibisinden birşeyler söyleyince, bizimkiler doktora usulca benim gerçekte erkek olduğumu, ama şimdilik, okul yaşına gelinceye kadar beni kız olarak büyüttüklerini fısıldadılar. Şaşıran doktor hemen ciddileşir ve bu yaptıklarının, ayrıca beni kendi yatak odalarında yatırmalarının benim zihinsel gelişmem açısından tehlikeli olduğunu vurgulamaktan geri kalmadı.
Doktor Naci Bey’in ayrılmasından sonra, önerileri üzerine evde bir tartışma başlamak üzere idi ki, o her şeyi bilen ve evin yöneticiliğini elinden hiç kaçırmayan halam, kızgınlıkla öne atıldı:
Neler söylüyorsunuz siz, yahu! Parmak kadar çocuk kadından, erkekden ne bilir be? Bu doktorları da, hiç sevmem! Bilir bilmez herşeye karışırlar! Basbayağı ukalalık! Seni, evin beyinin göğüs ağrıları için çağırdık! Ailenin, kendi iç işlerine nasıl , ne hakla karışırsın? Fikrini soran mı, var? Ufacık bir çocuk için böyle şeylerin konuşulması hem ayıp hem de günah! Basbayağı günah!.. Zaten, ben bu adamı hiç sevmem! Keşke… o Rum mu, Ermeni mi… ne ise onu çağırsa idik… adam, efendi adam! Aile işlerine hiç karışır mı? Başı eğik gelir, işini yapar, sağa-sola bakmaz, çıkar gider… Bu Naci bey de, Paris’ten geldiği için her şeyi biliyormuş…! ayıp! Ayıp! de günah!
Halamın bu ateşli müdahelesi ile Dr. Naci Bey’in önerileri de çöpe atılmış oldu.
İşaretlemem gerek ki, tüm bu yıllarım sürece öğle uykularımı hep annemin koynunda geçirdim. Beş-altı yaşlarımda . bir herif olmama rağmen, kız çamaşırlarımla annemin yatağına girer ve ilk iş olarak annemin memesini ağzıma alırdım… O da alışmış, hiç çekinmeden bu sapıklığıma ses çıkarmazdı; zaten, o da iyilikle bu isteklerime cevap vermezse, ben zorla memesini ağzıma alır, kanatırcasına ısısırdım..
O yıllara ait bir yaramazlığım ise, yaşlı-genç bakmaksızın eve gelen annemin hanım misafirlerin eteklerini kaltırıp kafamı oralarına kadar sokmamdı.. bazıları ‘Celile’nin bu yaptıklarına kızıp şiddetle karşı çıkarlarsa da, bazıları yarı gülüp “gene yaramazlıklarına başladın! Kaç kere söyledik! Yapma bunu, kızım.. yapma!…” diye azarlardı. Sonunda ise, “çocuk işte”… yaramazlık yapmadan durmaz!. Gibilerden özürlerle işi geçiştirirlerdi.