Roman (Yabancı)Roman (Yerli)

Belleğin Kuytularından

Belleğin Kuytularından ile gerçekten zor, ama o ölçüde de talihsiz bir işe giriştiğimin ta başından beri farkındayım. Bu portrelerin arasında dost olduklarım da, olmadıklarım da var çünkü… Zor olan dostları yazmak, talihsiz olan da dost olmayanları. Ama şunu da belirtmeliyim: Dostlarımı yazarken de dost olmayanları yazarken de, kendimce ve olabildiği kadarıyla mesafeli ve soğukkanlı olmaya çalıştım. Yine de, ironi ve mizahtan, hem dostların hem de dost olmayanların hisselerine düşeni aldıklarını söylemeliyim. Bu konuda hiç de mesafeli davranmadım. Duvarcılıkta, taşı gediğine koymak esastır! Behçet Necatigil, Hasan Âli Yücel, Atilla İlhan, Şakir Eczacıbaşı, Fethi Gemuhluoğlu, Kemal Tahir, Orhan Pamuk, Doğan Hızlan, Cemil Meriç, Turgut Cansever, Cemal Süreya, Sezai Karakoç, Tarık Buğra, Halit Refiğ Edebiyata, sanata, kısaca kültür hayatımıza yön vermiş portreler, Hilmi Yavuzun düşünce ve dil ustalığıyla okurlarla buluşuyor.

Sunuş

Belleğin Kuytularından ile gerçekten zor, ama o ölçüde de talihsiz bir işe giriştiğimin ta başından beri farkındayım. Bu portrelerin arasında dost olduklarım da, olmadıklarım da var çünkü…

‘Zor’ olan dostları yazmak, talihsiz olan da dost olmayanları. Ama şunu da belirtmeliyim: Dostlarımı yazarken de dost olmayanları yazarken de, kendimce ve olabildiği kadarıyla mesafeli ve soğukkanlı olmaya çalıştım. Yine de, ironi ve mizahtan, hem dostların hem de dost olmayanların hisselerine düşeni aldıklarını söylemeliyim. Bu konuda hiç de mesafeli davranmadım. Duvarcılıkta, taşı gediğine koymak esastır!

Portrelerin bir bölüğü, sevdiğim insanların ölümlerinin ardından yazılan yazılardır.

Onların bende bıraktıkları hatıraların mirasına sahip çıkılması gerekir. Belleğimizin kuytularında sakladığımız mücevherlerdir o miras…

Kitabın ilk basımında, portrelerin başlıkları, deyiş yerindeyse, ruhsuz başlıklardı. Bu basımda metne, bulduğu şiirsel başlıklarla zarif anlamlar yükleyen, sevgili editörlerimden Sakine Korkmaz’dır. Kendisine teşekkür borçluyum.

Ayrıca ve elbette, teşekkürüm TİMAŞ yayınlarının değerli genel yayın yönetmeni Emine Eroğlu’nadır. Onun teşvikleri ile bu kitap siz okurlara ulaştı. Sevgili Ayşe Tuba Ayman’a da katkılarından ötürü teşekkür borcum var.

Nihayet sevgili İlona Akyavaş’a derin şükranlarımı sunmak isterim. Türk resminin en büyük ustalarından biri (belki de birincisi) olan Erol Akyavaş’ın resimlerinin, bu ve bundan önceki TİMAŞ kitaplarımın kapaklarında kullanılmasına izin verdiği için…

Her zamanki gibi: Gayret bizden, tevfik Allah’tandır.

Ankara, 21 Nisan 2010 Hilmi Yavuz

Portre Yazma Sanatı

Portre yazmak zor zanaattır. Hele, bu alanın büyük ustaları, önünüzde sıradağlar gibi duruyorken…

Yahya Kemal’in Siyasi ve Edebî Portrelerinden, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Gençlik ve Edebiyat Hatıraları’na, Refik Halit’in Tanıdıklarım’vna, Samet Ağaoğlu’nun Babamın Arkadaşları’na, Yusuf Ziya Ortaç’ın Portreler’ine, Taha Toros’unMflzz Cenneti’ne, Çetin Altan’m Bir Yumak İnsan’ma, Haldun Taner’in Ölür İse Ten Ölür, Canlar Ölesi Değil’ine, Oktay Akbal’m Şair Dostlarım’ma, Beşir Ayvazoğlu’nun Siretler ve Suretler’ine kadar… Ve elbette Cemal Süreya’yı unutmadan…

Ustalar, çoğunlukla, Refik Halid’in deyişiyle ‘tanıdıkları’nı yazmışlardır; yakından tanıdıkları insanları! Yahya Kemal, İzmir Suikastı davasında idam edilen İttihatçı Maliye Nazırı Cavid Bey’in ‘müfrit derecede zendost’ (‘aşırı derece kadın düşkünü’) olduğunu yazıyorsa, bu onu iyi tanıdığı içindir. Yakup Kadri de aynı şeyleri Abdülhak Hâmid için yazmaktan çekinmez. Abdülhak Hâmid’in altmış beşli yaşlarını sürerken, Tepebaşı’ndaki Garden Bar’da çalışan yirmi yaşlarında bir konsomatris kızla çıktığını, kıza “Bu ihtiyar adamda ne buluyorsun?” sorusuna, “Bayım, o bir kaplandır!” yanıtını aldığını da yazmıştır genç Yakup Kadri. Hâmid’i kıskanacak kadar iyi tanımaktadır çünkü… Yahya Kemal’in Abdullah

Efendi Lokantası’nda, bir öğle yemeğinden sonra, herkesin içinde takma dişlerini çıkarıp, yemek kırıntılarını, içi su dolu bir tasta temizlediğini yazmak ise Yusuf Ziya Ortaç’a düşmüştür: Neden mi? Aynı masada oturmaktadırlar da ondan…

Ben de yaşayan ‘tanıdıklarım’ı mı yazmalıyım? Yoksa, çoktan ölmüş olan ‘tanıdıklarım’ı mı? Acaba Yakup Kadri kadar müstehzi, Yusuf Ziya kadar acımasız, Yahya Kemal kadar doğrucu olabilir miyim? Belki bütün bunlar, ancak, portreleri yazılacak kişilerin adlarını vermeden yapılabilir; Çetin Altan’m Bir Yumak İnsan’mda olduğu gibi! Gerçekten de, hem müstehzi hem acımasız hem de doğrucudur Çetin Altan, adlarını vermeden yazdığı bu portrelerde! Ya da Refik Halid’in yaptığını tekrarlamak mıdır en doğrusu? Onun gibi, ‘Süflî İhsan’ı, ‘Çapkın Kenan’ı, ‘Gevher Nedret Bey’i, ‘Dayı Bey’i yazmak! Bu başlıklardan, portrelerin kimlere ait olduğunu çıkarmak mümkün müdür acaba? Belki, ‘Süflî İhsan’ı ya da ‘Gevher Nedret Bey’i tanıyanlar varsa, onlar bilebilirler kim olduklarını. Unutmamak gerekir: Portre yazarlarının, ele aldıkları kimlikleri gizlemeleri, doğruları apaçık söyleyebilme rahatlığını kazanmak içindir. Oscar Wilde şöyle demiştir: “Ona bir maske verin, size doğruyu söyleyecektir.”

Ama, benim ne Çetin Altan’m yaptığı gibi ad vermeme ne de Refik Halid’in yaptığı gibi ‘tanıdıklarının kimliklerini veriyormuş gibi yapıp vermeme’ olanağım yok; benden, ‘portreler’i, kimliklerini açık seçik belirterek yazmam istendi çünkü! Kendimi gizleme olanağım da yok. Kendimi de, portresini yazacaklarımı da, Wilde’m maskesiyle gizleye-meyeceğime göre, yaşayan ‘tanıdıklarım’a karşı gereğinde kırmadan müstehzi, örselemeden acımasız, edebince doğrucu olabilme olanaklarını deneyeceğim. Bakalım, üstesinden gelebilecek miyim?

Portreyi, bir hiciv türü olarak ele almak ne kertede olanaklıysa, bir methiye (övgü) türü olarak da ele almak söz konusudur. Bu bakımdan Refik Halit, Yusuf Ziya, Çetin Altan, türün heccavlığmı, Haldun Taner’le Beşir Ayvazoğlu da, bu türün meddahlığını üstlenmiş görünüyorlar. Haldun Taner de, Beşir Ayvazoğlu da, portrelerini yazdıkları kişilere karşı ne kadar saygılı, ne kadar sevecen, ne kadar iyidirler. Haldun Taner’den örneğin, bir ‘Mükrimin Halil’ portresi, okuru, görüp tanışma fırsatı bulamadığı bu insana karşı, kaçınılmaz olarak bir yakınlık, bir sıcaklık, bir dostluk duygusuyla kuşatır. Taner’de ya da Ayvazoğlu’nda, Yusuf Ziya’nın acımasızlığından eser yoktur!

Portre yazarı, tarafsız olamaz; olmamalı da! Sevdiğim ve değer verdiğim insanları yazarken Haldun Taner’i, sevmediğim ve değer vermediğim insanları yazarken de Yusuf Ziya’yı mı örnek almalıyım? Sevdiklerime müşfik, sevmediklerime karşı hunhar bir söylemden mi yana olmalıyım?

Ya da, sadece sevdiklerimi veya sadece sevmediklerimi yazmam mı doğru olur? Sorular, sorular, sorular…

Bakalım, göreceğiz. Haydi merhaba!

OsmanlI’nın O En Zarif, O En Duygulu Padişahı: III. Selim

“Varın kaydını görün!..”

O uğursuz gün: 28 Temmuz 1808! Osmanlı sultanı IV. Mustafa, bir yıl önce tahttan indirilen amcası ‘Sultan ibn’is-Sultan’

III.    Selim’in katlini bu sözlerle buyurur:

“Varın, kaydını görün!..”

IV.    Mustafa’nın huzurunda duruyorlar işte: Silahdar Ağa, Baş İmrahor Mehmed Ağa, Arap Nezir Ağa, Baş Çuhadar Abdülfettah Ağa!.. Alemdar Mustafa Paşa’nm Çırpıcı Çayı-rı’nda çadır kurmuş askerlerini toplayıp Bab-ı Hümayun önüne geldiği duyulmuştur. Alemdar, III. Selim’i yeniden tahta çıkarmak istemektedir. Silahdar Ağa’nm uğursuz, kanlı sesi:

“Şevketlu efendimiz,” demiştir IV. Mustafa’ya, “Sultan Selim sağ oldukça bu kavga bitmez. Hemen kaydını görelim…”

Yayla (Camii) İmamı’nın III. Selim’in öldürülmesine ilişkin Tarih’ini, tuhaf bir ürküntü ve bir yürek burkulması ile okuduğumu anımsıyorum. Silahdar Ağa’nm bu sözlerine karşı, IV. Mustafa’nın o ürkünç buyruğunu da:

“Varın, kaydını görün!..”

Ağalar çıkarlar. Hazine vekili Arap Nezir Ağa acele etmektedir. Darüssaade Ağası’ndan anahtarı ister. Nerenin anahtarıdır bu? III. Selim nerede mahpustur? Bilinmiyor.

Darüssaade Ağası anahtarı vermemiştir. Zorla anahtarı elinden alırlar, kapıyı açarlar. Yayla İmamı anlatıyor: “Büyük İmrahor ve Baş Çuhadar, (III. Selim’in) yanma gelerek ‘Gel efendim, sizi şevketlu ister…’ dediler. Bu sırada Sultan Selim öğle namazını henüz bitirmiş, seccadesi üzerinde dua etmekteydi. Gelenlerin tavır ve hareketlerini beğenmedi. Dışarı çıkarlarken o dinsiz kâfirlerden Nezir ve Mehmet Ağalar (III. Selim’e) bir sille aşk etti. Baş Çuhadar da Sultanın husyelerini sıkıyordu o sırada…”

Peki, Alemdar nerededir o sırada? “Alemdar Paşa kapıda acele ediyordu. Mabeyincilerden biri gidip biri geliyordu. Öte tarafta katiller bin türlü cefa ve eziyet ile Sultan Selim’i şehit ediyorlardı. Bu esnada Ak Ağalar Kapısı kapanıp Alemdar dışarıda kaldı. Alemdar Paşa ‘Bir balta getirin kıralım!’ deyince kapı açıldı ve mabeyincilerden bir Arap çıkarak: ‘Sultanım, Sultan Selim size ömür.’ dedi. Alemdar buna inanmadı: ‘Getirin, ölüsün görem…’ diye feryad etti.”

Yayla (Camii) İmamı yazmıyor ama, öldürülen Sultanın yanında dördüncü kadını Refet Kadın bulunmaktadır. İki cariyesiyle birlikte, katillerin Sultan Selim’i öldürmelerine engel olmaya çalıştıysa da, birileri onu bir vuruşta yere serer. Sultan Selim’in atlas bir şilte üzerindeki kanlı naaşım, çığlıklar ve gözyaşlarıyla seyrederken bulurlar onu. Talihsiz Refet Kadın…

III. Selim öldürüldüğünde kırk yedi yaşındadır. Osmanlı’mn tahtında yirmi sekiz yıl oturmuştur. On kadını, bir ikbali, şiirleri ve besteleri vardır.

Ve bir arkadaşı: Şeyh Galib! Ve çok sevdiği bir kız kardeş: Beyhan Sultan…

III. Selim kısırdır; hiç çocuğu olmamıştır!

Besteler, evet! Suzidilara’yı o bulmuştur ve benim derin ve ağır ezgisine vurulduğum o nakış yürük semai Suzidilara beste:

Ab ü tabıyla ‘bu şeb haneme canan geliyor!

Acem Buselik’i de o terkib etmiştir. Şevk Efza’yı da, Evcara’yı da… Ve elbette, Suzidilara Mevlevi Ayin-i Şerifi’ni…

Mevlevi meşreptir III. Selim. Galata Mevlevihanesi’ne gider sık sık. Asaf Halet Çelebi, Mevlevihane’nin son şeyhi olan Ahmed Celaleddin Dede Efendi’den, onun da Şeyh Galib’i görenlerden birinden duyduğu bir rivayeti aktarır. III. Selim bir gün, başını Galib’in kucağına koyarak onun okuduğu şiirleri ‘tam bir vecd ve hayranlıkla dinlemiş’tir. Çelebi şunları yazıyor: “III. Selim ona (Şeyh Galib’e) bütün dertlerini anlatır, rüyalarını söyler ve daima ondan feyz ve alaka beklerdi.”

Şeyh Galib, Beyhan Sultan’a âşıktır.

III. Selim’in kız kardeşi, Galib’e ‘Pamuk Şeyhim’ demektedir. Acaba Galib de, Sultan Selim’in dizine başını koymuş, Beyhan Sultan’a olan sevdasını dile getirdiği:

Ah kim düştü gönül bir şeh-i âli-caha Rehnüma her keremi bin elem-i cangaha Söylenilmez bu ne hemraza ne de hemraha.

Fırsatım yok ki diyem suz-i dilim ol maha Derd-i hasretle neler çektiğimi ben bilirim.

Yareme şimdi zehir ektiğimi ben bilirim

diye başlayan Tercii’ni okumuş mudur? Sanmam. Peki, III. Selim, ‘hemrah’ı Şeyh Galib’e İlhami’nin şiirlerini okur muydu, başını onun dizlerine koyduğunda – mesela, ‘ağlar’ redifli olanını? Osmanlı’nın o en zarif, o en duygulu padişahı, o şiirle ölümünü bilmiş midir?

III. Selim, ‘hemdem’im benim, ‘hemrah’ım! Akşam, ne çok yakışmıştı yüzüne, güneş o kanlı şilteye vurduğunda…

Bir HakkAşığı: Yahya Hikmet Yavuz

Attila İlhan’la hasbelkader, şairlik ve yazarlık dışında bir ortak kaderi daha paylaşıyoruz. O da, ben de çocukluk, hatta ilk gençlik yıllarımızı Anadolu’nun o kuş uçmaz kervan geçmez ilçelerinde geçirdik. Bir on yıllık zaman farkıyla elbet! Kaptan’m (Biz ‘Baylan’cılar Attila İlhan’a ‘Kaptan’ deriz) 1930’lu, benimse 1940’lı yıllarımız… (İkimizin de babası kaymakamdı: ‘Şair Bedri İlhan Bey’ Ilgm’da, Bahçe’de; babam ‘Şair Yahya Hikmet Bey’ Çermik’te, Sütçüler’de, Orhangazi’de, Terme’de…) Cumhuriyet idarecilerinin gerçekten de ‘kendilerini’ devletin üzerinde, devleti de halkın üzerinde bir ‘hâkim-i mutlak’ telakki ettiği yıllar…

Attila İlhan’m 15 Eylül 1997 tarihinde Cumhuriyet’te yayımlanan bir yazısının bana bunları düşündürttüğünü, beni duygulandırdığını söylemeliyim. “Ben,” diyordu Attila İlhan o yazısında, “Ilgın bozkırına on bir yaşında bir ‘memur çocuğu’ olarak çıktığımda, yıllardan sanırım 1936 filandı; 30’lu, 40’lı, 50’li yılları -Anadolu’nun bu en karanlık ve kederli yıllarını- irili ufaklı ilçelerde, halkın içinde bulunduğu darlık ve yoklukları çekerek, yaşadım. Memurların -hele en uçtakile-rin, hele Cumhuriyetin ilk yıllarında- nasıl bir ‘feda-yı nefs’le kendilerini işine adadığını kimse inkâr edemez. Edemez de, bu memurun kendisini ‘devlet’, ‘devlet’i de halkın üzerinde bir ‘hâkim-i mutlak’ telakki etmesine engel olmaz!”

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Aşk Ve Gurur

Editor

Saklanmış – Gece Evi Serisi 10. Kitap

Editor

Anne Baba Bir De Beni Dinleyin

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası