Yatağındaki Düşmandan… Leydi Amelia Sutherland, Duncan MacLean gibi bir adama boyun eğmektense ölmeyi tercih ederdi. Ancak acımasız İskoçyalı savaşçı yatağının yanında dikilirken seçim şansı yoktu pek. Alev alev yanan gözleri, gerilmiş kasları ve parlayan savaş baltasıyla Duncan, azılı düşmanı Richard Bennett’ı öldürmeye gelmişti fakat onun yerine nişanlısı, güzel ve masum Amelia’yla karşılaşınca onu kaçırmaya karar verecekti… Kollarındaki Âşığa…
Duncan, sevdiği kadını öldüren Bennett’tan gelinini çalarak istediği kusursuz intikamı alabileceğini düşünüyordu. Ancak Leydi Amelia bu intikam planında bir piyondan fazlası olduğunu ispatlayacak: cesareti ve güzelliğiyle, Duncan’ın ruhunda kimsenin ulaşamadığı bir yere dokunacaktı. Amelia da onu tutsak eden İskoçyalı’ya boyun eğip âşık olduğundaysa gerçek savaş başlayacaktı.
***
Dünyamı neşe ve kahkahayla dolduran Stephen ve Laura için…
Kimisi İskoçlar’ın özgürlüğü için savaştığını söylüyor, kimisi de kana susamış bir yabani olduğunu. Ben onu İskoç Kasabı olarak tanıyorum ve sizler onu, son nefesinizi verirken baltasının parıltısından tanıyacaksınız.
Anonim
Fort William, İskoç Dağları Ağustos 1716
Güçlü ve saldırgan bir vahşi hayvan gibi ağzını açmıştı Kasap, nefes nefese doğruldu ve ayaklarının ucunda cansız yatan İngiliz askerine baktı. Başını savurarak ıslak saçlarını yüzünden uzaklaştırdı, sonra eğildi ve ölü adamın cebinden anahtarları aldı. Onu düşmanına götürecek merdivenleri ararken, ter ve rom kokusuna aldırış etmeden, kalenin soğuk koridorunda ses çıkarmadan yürümeye devam etti.
Ölümün soğuk ürpertisi vücudunda gezindi, kararlığını arttırarak onu merdivenlerin tepesine çıkmaya zorladı. Orada subay misafirhanesinin ağır, meşe kapısı önünde durdu ve bir süre bekleyip başka muhafız yaklaşıyor mu diye dinledi ama uzun zamandır beklediği intikam anının tadını çıkarırken, kendi soluklarından ve kalp atışlarından başka ses duymadı.
Sırtına asılı kalkanı düzeltti, ardından kısa Lochaber baltasının sapını sıktı. Gömleği, gündüzleri eyer üzerinde yol almaktan ve geceleri çimen üzerinde uyumaktan kire ve tere bulanmıştı ancak tüm bunlara değerdi, çünkü beklediği an en sonunda gelmişti. Onu yok edecekti. Kasım ayının o soğuk günü meyve bahçesinde yaşananların anısını silecekti. Bu gece klanı, ülkesi ve de aşkı için öldürecekti. Acımaya-caktı. Saldıracaktı, hem de çok hızlı.
Eli dahi titremeden anahtarı kilide soktu, sonra odaya girdi ve kapıyı arkasından kapattı. Gözlerinin karanlığa alışması için iki nefes bekledi, sonra sessizce düşmanının uyuduğu yatağa doğru gitti.
* * *
Leydi Amelia Templeton uyurken, belli belirsiz bir ses yatakta kımıldanmasına yol açtı. Ya da belki bir ses değildi de bir histi. Yaklaşmakta olan felaketin hissi. Kalbi güm güm atmaya başladı ve gözlerini açtı.
Yıllardır görmediği o kâbus yine uykusuna girmişti. En son küçük bir kızken, dokuz yaşında tanık olduğu katliamdan sahneler hâlâ tüm korkunçluğuyla aklındayken görmüştü. O berbat günde, küçük burnunu at arabasının camına yapıştırmış ve bir grup İskoç asiyle, onu ve annesini İskoçya’ya götürmek için gelen İngiliz askerleri arasındaki kanlı mücadeleyi izlemişti. İngiliz ordusunda bir albay olan babasını ziyarete gidiyorlardı.
Amelia kirli İskoç savaşçıların İngiliz askerlere yoldan topladıkları ağır taşlarla vurmasını seyretti. Askerlerin acı içinde attıkları çığlıkları ve merhamet için ümitsizce yalvarmalarını duydu. Kalplerine sokulan keskin çelik kılıçlarla sesleri çabucak kesilmişti. Çığlıklar ve hıçkırıklar ürpertici bir sessizliğe dönüştüğünde, Amelia tam da artık bitti dediği zaman, kan içinde çirkin bir vahşi, at arabasının kapısını zorla açmış ve alev alev yanan gözlerle içeriye, Amelia’ya doğru bakmıştı.
Korkudan titreyerek annesine sokulmuştu. Adam, sonsuzmuş gibi gelen bir süre boyunca onu incelemiş, sonra kapıyı çarpıp diğer klan üyeleriyle beraber ormana dalmıştı. Işıltılı İskoçya sisinin içinde bir kurt sürüsü gibi gözden kaybolmuşlardı.
Amelia’nın şu anda hissettiği dehşet de pek farklı değildi, sadece buna bir parça öfke karışmıştı. Yıllar önce at arabasının kapısını açan o vahşiyi öldürmek istiyordu. Ayağa kalkmak ve ona bağırmak, onu kendi elleriyle vahşice katletmek istiyordu. Korkmadığını kanıtlamak için bunu yapmalıydı.
Zemin gıcırdadı ve Amelia yastıkta başını çevirdi.
Hayır, olamazdı. Hâlâ rüya görüyor olmalıydı…
Bir İskoç savaşçı karanlıkta Amelia’ya doğru geliyordu. Panik tüm vücudunu sardı ve kör karanlıkta onu elinden geldiğince seçmeye çabaladı.
Hafif ayak sesleri kulaklarına ulaştı ve savaşçı baltasını yukarı kaldırmış halde tepesinde belirdi.
“Hayır!” diye bağırdı Amelia, olası bir darbeyi engellemek için elini uzatarak. Oysa baltanın keskin ucunun parmaklarını hemen doğrayacağını biliyordu. Gözlerini sımsıkı kapattı.
Öldürücü darbe gelmeyince, Amelia gözlerini açtı. Kaslı vahşi, nefes nefese yatağının başında duruyordu. Baltası harekete hazır halde bekliyordu ve camdan gelen ay ışığında parlıyordu. Uzun saçları kir, ter ya da nehir suyu -nedenini tam olarak bilmiyordu- yüzünden ıslaktı. En korkuncu da gözlerinin cehennemin alevleri gibi öfkeyle yanıyor olmasıydı.
“Sen Bennett değilsin,” dedi adam derin, gürleyen İskoç aksanıyla.
“Hayır değilim.”
“Kimsin?”
“Ben Amelia Templeton’ım.”
Ne adam ürkütücü silahını, ne de genç kız titreyen ellerini henüz aşağıya indirmemişti.
“İngilizsin,” dedi adam.
“Doğru. Peki gece yarısı yatak odama girmeye cesaret eden sen kimsin?”
Amelia kalbi göğsünden fırlayacakmış gibi atarken, onun kimliğini sorgulayacak cesareti ya da sağduyuyu nereden bulduğundan emin değildi.
İskoçyalı bir adım geriledi ve baltasını indirdi. Konuştuğunda sesi derin ve dehşet vericiydi. “Ben Kasap’ım. Ve çığlık atarsan küçük kız, bu senin son nefesin olur.”
Amelia dilini tuttu, çünkü gaddar ve kana susamış İskoç Kasabı’nın arkasında bıraktığı ölü ve yaralılara ilişkin hikâyeleri duymuştu. Efsaneye göre, uzun zaman önce bir Viking işgal filosunu bozguna uğratan Baltalı Gillean’ın soyundan geliyordu. Kasap hiçbir zaman ölüm saçan silahından ayrılmıyordu ve köküne kadar Jakobit1 bir haindi.
“Eğer iddia ettiğin kişiysen, neden beni öldürmedin?” diye sordu, korkuyu tüm hücrelerinde hissederek.
“Bu gece başka birini öldürmeyi umuyordum.” Keskin ve saldırgan bakan gözleri odayı taradı, katletmeye geldiği kişiye dair bir iz arıyordu. “Bu kimin odası?”
“Burada benden başka kimse yok,” dedi Amelia ama adamın öfkeli bakışı kendisine yöneldiğinde, soruyu daha kapsamlı cevaplamak zorunda hissetti. “Eğer Yarbay Richard Bennett’ı arıyorsan, seni hayal kırıklığına uğrattığım için üzgünüm ama o kaleden gitti.”
“Nereye?”
“Tam olarak bilmiyorum.”
Kızın yüzüne ay ışığında dikkatle baktı. “Sen fahişesi misin?”
“Pardon?”
“Eğer öyleysen, başını hemen kesebilir ve dönünce hayran hayran seyretmesi için masanın üzerindeki kutuya koyabilirim.”
Amelia kafasını bir kutuda hayal ederken midesinin bulandığını hissetti. Acaba vücudunun geri kalanıyla ne yapacaktı? Başsız vücudunu pencereden aşağıya mı atacaktı?
Nefesini kontrol altında tutmaya çalıştı. “Ben Bennett’ın fahişesi değilim. Nişanlısıyım. Babam İngiliz ordusunda bir albaydı ve beşinci Winslowe Düküydü. Yani bayım, beni öldürmek konusunda ciddiyseniz, şimdi öldürün. Sizden korkmuyorum.”
Tam anlamıyla yalandı bu ama onun kendisini korkudan titrer halde görmesine izin vermeyecekti.
Adamın yüzünde bir şeyler değişti. Kocaman, güçlü eli baltasının sapını kavradı ve kaldırıp yatağın kenarına yasladı. Amelia kendini, sapı kalçasına değen baltanın ucundaki tehlikeli kancaya bakarken buldu. Savaşçının kınında duran kocaman kılıcın ve belindeki çakmaklı tüfeğinse o zaman farkına vardı.
“Kalk. Sana bir bakmak istiyorum,” diye emretti adam, dürterek.
Amelia yutkundu, korku boğazını düğümlemişti. Acaba öldürülmeden önce tecavüze mi uğrayacaktı?
Adam daha sert dürtünce, Amelia yatak örtülerini dikkatlice kenara çekip bacaklarını yatağın kenarından aşağı sarkıttı. Gözlerini onun gözlerine sabitleyip, bir eli iç gömleğinin boyun kısmını tutarak ayağa kalktı.
“Yaklaş,” diye emretti îskoçyalı.
İlerlerken, adamın yüzünün zarif ve biçimli hatlara sahip olduğunu, gözlerininse daha önce kimsede görmediği kadar yoğun bir öfkeyi yansıttığını fark etti. Amelia daha ne olduğunu anlamadan bu gözlere tutsak oluvermişti.
Kasap geri geri gitti ve genç kız onu takip etti. Terinin erkeksi kokusunu alabiliyordu. Omuzları geniş, kol kasları kabarık, elleri yıpranmış ve kocamandı. Bunlar uzun yıllar boyunca kesip doğrayarak sertleşmiş olan bir savaşçının elleriydi.
Gözlerini, adamın yüzündeki haşin ifadeye çevirdiğinde içinin titrediğini hissetti. Amelia böyle anlarda hep cesur olacağını hayal ederdi ve şu anda da cesur olmayı çok istiyordu fakat bu insan azmanının dengi olmadığını biliyordu. Ne yaparsa yapsın, onu durduramazdı. Eğer adam ona tecavüz etmek ya da onu öldürmek isterse, bunu yapabilirdi. Ölümcül baltasını sallayıp onu yere serebilirdi ve Amelia’nın buna karşı yapacağı hiçbir şey olmazdı.
“Nişanlın da baltamın tadına bakacak,” dedi hırıltılı bir sesle.
“Baltanı benim üzerinde kullanacak mısın?”
“Henüz karar vermedim.”
Boğucu bir panik ciğerlerini sıkıştırdı. Yardım için çığlık atmayı diledi ama bir şey -kaslarını işe yaramaz hale getiren, nerdeyse hipnotik bir güç- onu durduruyordu.
Adam yavaşça onun etrafında dolandı. “Bir kadınla yatmayalı çok zaman geçti.” Tam bir daire çizip önüne geldi, baltasını kaldırıp kancasını genç kızın omzuna dokundurdu. Pürüzsüz çelik teninde kayarken Amelia korkudan aklını yitirmek üzereydi.
“Sen aşığı mısın?” diye sordu Kasap.
“Tabii ki aşığıyım,” dedi gururla. “Ve o da benim.” Richard’ı tüm kalbiyle seviyordu. Babası da Richard’ı sevmişti. Ve olan biteni nişanlısı öğrendiğinde, Tanrının bu pis Jakobite merhamet etmemesini diledi…
“Bu doğru mu?”
Öfkeli gözlerle adamın gözlerine baktı. “Evet, bayım, bu doğru. Ama aşk kelimesinin anlamını bildiğinizi sanmıyorum. Sizin anlayışınızın ötesinde.”
Adam öne doğru eğildi, neredeyse dudakları Amelia’nın kulağına dokunacaktı. Sıcak ve ıslak nefesi genç kızın içini ürpertti. “Evet, küçük kız, sevecenlik ve şefkatle işim olmaz ve bunu hatırlaman senin hayrına. Peki, karar verildi. Onun yerine seni öldüreceğim.”
Amelia’nın içi dehşetle doldu. Bunu yapacaktı. Gerçekten yapacaktı.
“Lütfen, bayım,” dedi Amelia, sesindeki nefreti yumuşatmak için gayret göstererek. Belki de umutsuzca merhamet dileyerek onun dikkatini dağıtabilirdi. Şanslıysa, kaleye girdiğini fark etmiş olmalılardı ve biri çok geçmeden onu kurtarmaya gelirdi. “Yalvarıyorum.”
“Bana mı yalvarıyorsun?” Adam zalimce kıkırdadı. “Sen yalvaracak tipte biri değilsin.”
Lanet adam bundan zevk alıyordu. Bu onu eğlendiriyordu. Hiç merhameti yoktu. Hem de hiç.
“Nişanlımı neden öldürmek istiyorsun?” diye sordu, kaçınılmaz sonu ertelemeyi umarak.
Lütfen, Tanrım, biri kapıyı çalsın. Bir hizmetçi. Amcam. Süvariler Herhangi biri!
“Onu nerden tanıyorsun?” diye sordu genç kız.
Kasap baltayı onun omzundan çekti ve ucu yukarı gelecek şekilde çevirerek kendi omzuna dayadı. Avını inceleyen bir kurt gibi onun etrafında daire çizmeye devam etti. “In-veraray’de ona karşı savaştım,” dedi, “ve sonra da Sheriff-muir’de.”
Jakobitler Sheriffmuirde yenilmişlerdi. Richard’ın Ame-lia’nın babasının hayatını kurtardığı savaştı bu. Ve Richard’a âşık olmasının sebebi buydu. Nişanlısı Kral adına cesurca ve yiğitçe savaşmıştı – savaşın kurallarından bile muhtemelen bihaber olan bu vahşinin tam tersiydi. Belli ki bu adamın tek amacı şahsi bir intikam almaktı.
“O gün savaştığın tüm İngiliz askerlerini öldürmek niyetinde misin?” diye sordu. “Çünkü bu biraz zaman alabilir. Ayrıca orada İngiltere için savaşan İskoçlar da vardı. Camp-belllar, sanıyorum. Onların da hepsini doğrayacak mısın?” Adam çizdiği daireyi onun önünde durarak sonlandırdı. “Hayır. Bu akşam sadece aşığını ikiye ayırmak istemiştim.” “Ah, seni hayal kırıklığına uğrattığım için üzgünüm.” Savaş ve katliam görüntüleri, bir film şeridi gibi Ame-lia’nın gözlerinin önünden geçti. Hepsi ne kadar da adaletsizdi. Babası öleli sadece bir ay olmuştu ve buraya, Fort William’a, amcasının vesayetinde Richard ile evlenmek için gelmişti.
Ne olacaktı şimdi? Aynı çocukluk kâbuslarında olduğu gibi, burada bu odada, bir İskoçyalı tarafından tüyler ürperten bir şekilde öldürülecek miydi? Yoksa bu adam onu hayatta bırakıp, nişanlısını mı bulup öldürecekti?
“Hayal kırıklığına uğramadım küçük kız,” dedi Kasap, Amelia’nın çenesini nasırlı eliyle kaldırıp kendisine bakmaya zorlayarak. “Çünkü bu gece, düşmanımın hızlı ölümünden çok daha çekici gelen bir şeyle karşılaştım. Bu ona çok daha uzun süre acı verecek.”
“Yani beni öldüreceksin?”
Ya da belki başka bir şeyi kastediyordu…
Amelia, midesi isyan ederken karşısındaki vahşiye dik dik baktı. “Ben sevdiğim erkekle nişanlıyım bayım. O yüzden, bana tecavüz etmeye niyetindeysen, emin ol avazım çıktığı kadar bağıracağım – ve istersen beni öldürebilirsin, çünkü ızdırap dolu bir ölümü senin tarafından kirletilmeye tercih ederim.”
Adam gözlerini kıstı; sonra Galce sövdü ve Amelia’nın çenesini bıraktı. Kızın elbiselerinin olduğu uzun gardıroba doğru hızla yürüdü.
İpekli ve dantelli pahalı elbiseleri hızla seçip odanın ortasına yere fırlattı, sonra ağır kahverengi yünden basit bir elbise buldu. İç etekliği ve korsesiyle beraber gardıroptan çıkardı, yere attığı kıyafetlerin üstüne basarak Amelia’ya doğru gitti.
“Bunları giy,” dedi. “Bir-iki ders alman gerek, o yüzden benle geliyorsun.” Geri çekildi ve önünde giyinmesi için bekledi.
Amelia bir süre seçeneklerini düşündü ve itaat etmenin en iyisi olduğuna karar verdi, en azından zaman kazanmak için. Ancak kendini onun önünde elbisesini giyerken hayal edince -onu dağlara kaçıracak ve Tanrı bilir başka neler yapacaktı- yapamadı. Eşek sudan gelinceye kadar dövülmeyi tercih ederdi.
Omuzlarını dikleştirdi. Bu adamdan çok korkuyordu, inkâr edemezdi ancak öfkesi bir şekilde korkusuna galip geldi. Sonuçlarını tam olarak düşünmeden, elbiseyi yere fır-latıvermişti.
“Hayır. Bunları giymeyeceğim, ne de bu kaleyi senle beraber terk edeceğim. Beni istediğin kadar zorlamaya çalışabilirsin ama daha önce de söyledim, bana dokunursan çığlık atarım. Yani, hemen şimdi yatak odamdan defolmazsan, çığlık atacağım. Yemin ederim çığlık atarım ve sen çok geçmeden ölmüş olursun.”
Sonsuz kadar uzun gelen bir süre adam ona dik dik baktı, belli ki isyanı onu şaşırtmış ve sersemletmişti. Sonra yüz ifadesi değişti. İleriye doğru yavaşça bir adım attı ve artık vücutları birbirlerine değiyordu.
“Demek Winslowe’ın kızısın,” dedi boğuk ve alçak sesle. “Hani şu ünlü İngiliz savaş kahramanı.”
Amelia onun sıcak nefesini şakağında hissetti, tartanı da iç gömleğine değmişti.
Onun bu kadar yakın olması kalbini titretti. Bu adam adeta yaşayan, nefes alan bir kas dağıydı. Bedeninin baş döndüren etkisinden, ne düşünebiliyor ne de nefes alabiliyordu. “Evet.”
“Onun gibi korkusuzsun. Korkusuz kadınları severim.” Kasap onun bir tutam saçını eline aldı, parmakları arasında çevirdi, sonra burnuna götürdü ve gözlerini kapadı. Ame-lia’nın kokusunu içiyor gibiydi. Ardından dudaklarını hafifçe yanağına dokundurdu ve fısıldadı: “Ve güzel kokuyorsun.”
Amelia cevap vermedi. Düşünemiyordu. Aklı dehşet ve şaşkınlıkla karışmıştı. Tüm bu sıcaklık başını döndürüyordu.
“İç gömleğini çıkar artık,” dedi adam usulca. “Ve şimdi yap, yoksa ben kesip çıkaracağım.”
En sonunda, Amelia kendine geldi ve cesaretinden geriye ne kalmışsa toparladı. Gözlerini kaldırıp çekinmeden ona baktı. “Hayır, bayım, Yapmayacağım.”
“Beni sınıyor musun, küçük kız?”
“Sanırım öyle de denebilir.”
Adamın bakışları Amelia’nın yüzünde gezindi ve sonra göğüslerine indi. Amelia karnında tuhaf bir his duydu ve ondan uzaklaşmaya çalıştı ama Kasap kolundan yakalayıp tuttu. Konuşurken dudakları dudaklarına hafifçe değiyordu.
“Bu son uyarı. Çıkarmanı söyledim ve bana karşı gelmeye devam edersen, yapacaklarımdan ben sorumlu olmayacağım.”
Amelia ona baktı ve başını iki yana salladı. “Yüz defa daha söylemem gerekse de cevabım hâlâ hayır.”
Amelia yaşadığı sürece kumaş ikiye ayrılırken çıkan o rahatsız edici sesi unutmayacaktı. İç gömleği iki parça halinde yere düştü ve soğuk gece havası çıplak tenine hücum etti. Hemen göğüslerini kollarıyla kapattı.
“Söylediğimi yapmalıydın,” dedi adam. Amelia’nın çıplak vücuduna göz atıp, yırtık kumaş parçasını yerden aldı ve genç kızın gözlerinin içine bakarak dişleriyle parçaladı.
Amelia’nın arkasına geçti ve yırtılmış kumaş parçasını ağzına geçirip, başının arkasından düğümledi. Sıcak elleri Amelia’nın omuzlarını kavrarken, kulağına güven verici bir tonda fısıldadı: “Sana zarar vermeyeceğim, küçük kız, tabii söylediğim şekilde davrandığın sürece. Benim için bunu yapabilir misin?”
Adamın sesinde duyduğunu sandığı merhamet kırıntısına dört elle sarılan Amelia başını salladı.
“Seni buradan çıplak çıkarmamı istemiyorsan hemen giyinmelisin.”
Amelia bu defa itaat etti. Çabucak iç eteğini başından geçirdi ve korsesini giydi. Kasap tek kelime etmeden arkasında durdu ve elbisesinin bağlarını sıkıca bağladı.
Ardından adam yırtılmış iç gömleğinin parçalarını kullanarak genç kızın bileklerini arkadan bağladı. Gözleriyle odayı tarayarak, “Ayakkabıların nerde?” diye sordu.
Amelia başıyla gece yatmadan önce ayakkabılarını bıraktığı yeri işaret etti. Kral George’un portresinin altındaydı.
Kasap ayakkabıları getirmeye gitti, başını kaldırıp kısa bir süre portreye göz attı ama sonra döndü ve Amelia’nın önünde diz çöktü. Baltasını onun ayakları önünde bırakıp, eteğinin altına elini uzattı ve çıplak bacağını kavradı. Elinin şok eden sıcaklığı Amelia’nın dengesini bozdu ve adamın omzuna yaslanmak zorunda kaldı.
Amelia’nın bacağını kaldırdı ve ayakkabısını giydirdi, sonra diğer ayak bileğini tuttu ve ayakkabının öteki tekini geçirdi. Baltasını yerden aldı ve ayağa kalktı. Her şey çok çabuk olmuştu -çorap giymeyi unutmuştu- ve Amelia şaşkın halde titriyordu. Daha önce ne bir erkeğin karşısında çıplak kalmıştı, ne de bir erkek ellerini eteğinin altına sokmuştu.
Amelia yukarı, ona doğru baktı ve ağzını tıkayan kumaşa rağmen konuşmaya çabaladı.
“Biliyorum çok sıkı,” dedi adam, sanki onun aklını okuyormuş gibi. “Ama sessiz olmana ihtiyacım var.”
Öne eğilip kaslı koluyla Amelia’yı kavradı ve onu omzunun üstüne kaldırdı. Ani hareket Amelia’yı nefessiz bıraktı. Birilerinin onları görmesi ve durdurması için dua ediyordu.
Bir eline de baltasını alan Kasap kapıyı açtı ve sessizce koridora çıktı. Amelia koridorda yerde yatan ölü askeri işte o zaman gördü.
Korkudan uyuşmuş halde ve dili tutularak yerdeki zavallı askere bakarken merdivenlerden aşağı indiler, bir başka karanlık koridora daldıklarında iki ölü askeri daha geçtiler ve en sonunda kalenin arkasındaki bir kapıya ulaştılar. Bu kapının varlığından Amelia’nın haberi bile yoktu. Bu vahşi nereden biliyordu peki? Ona Richard’ın yatak odasını nasıl bulabileceğini kim söylemişti ve her şeyden önemlisi Richard’ı burada bulabileceğini nereden öğrenmişti? Son anda gelen bir emir, Richard’ın beklenmedik bir şekilde kaleden ayrılmasına ve Amelia’nın güvende olması için kendi odasında kalmasında ısrar etmesine yol açmıştı. Ne kadar da isabetli bir karar!
Dışarı çıktıklarında kalın bir sis tabakasıyla çevrildiler. Adam tekme atıp çırpınan Amelia’yı çimenli yokuş boyunca dış duvara doğru taşıdı. Amelia yere indirildiğinde, ayağının önünde toprağa saplanmış kancaya bağlı halatı fark etti. Sonra ne olduğunu anlamadan, kendini yine Kasap’ın sırtında ama duvardan atlarken buldu ve bir hanımefendiye yakışmayan bir şekilde küfrederek itiraz etti.
Ayakları yere değdi ve Amelia arkasını döndüğünde, parlak tüyleri gece kadar siyah birinci sınıf bir atla karşılaştı. At hafifçe kişneyip kafasını oynattı. Burun deliklerinden çıkan nefesi karanlıkta beyaz duman yığınları olarak görünüyordu ve Amelia ancak o zaman Kasap’ın bileklerindeki bağları çözüyor olduğunun farkına vardı. Sonrasında adam baltasını eyer kınına sokup atın sırtına çıktı.
Elini uzatarak, “Elini bana ver,” dedi.
Amelia sinirle başını iki yana salladı ve konuşmasını engelleyen tıkacı ısırdı.