Felix Rayman ilgisiz öğrencilerine matematik anlatmakla günlerini geçiren, Cantor’un Süreklilik Problemi’yle boğuşan ve boş vakitlerinde ofiste yerde uyuyan bir matematik öğretmenidir.
Rüyaları ona sonsuzluğa ulaşmanın yollarını gösterecektir. Böylece Einstein ve Cantor ile karşılaşacak, bir hamam böceği ile birlikte Beyaz Işık’a doğru yola çıkabilecektir.
Rudy Rucker, dünya çapında bir matematikçidir. Matematik kitaplarının yanı sıra çok sayıda bilim kurgu romanı da yayımlanmıştır. Siberpunka alternatif olarak transreal olarak adlandırdığı bir tarz geliştirmiştir. Bu tarzın özü gerçek hayatın fantastik terimlerle ifade edilmesidir. Hayatın Sırrı, Beyaz Işık, Seks Küresi transreal romanlarıdır.
“Aşağı yukarı Beyaz Işık’ı yazdığım zamanlarda Sonsuzluk ve Akıl isimli kurgusal olmayan bir kitap yazdım. Bu kitap da Princeton University Press tarafından yeniden basıldı. Bir anlamda bu iki kitap aynı şey üzerine yazıldı: İnsan aklı Mutlak Sonsuzluğu nasıl kavrayabilir? Eğer Beyaz Işık sonsuzlukla ilgili daha fazla bilgi için sizi iştahlandırdıysa, Sonsuzluk ve Akıl’a da bir göz atabilirsiniz.
…. Ben Beyaz Işık’ın ana önermelerine hâlâ inanıyorum: Tanrı’nın insanlar tarafından doğrudan kavranması mümkün olan, göz kamaştırıcı bir beyaz ışık olduğuna ve bu kozmik Tek’in, Sıfır ile Sonsuzluğun buluştuğu bir noktada bulunduğuna. Son yıllarda edindiğim ek bir inanç da şudur ki, Tanrı, şahsî olmayan, metafiziksel, soyut bir kavram olmasına rağmen tek tek insanlara ruhsal zorluklarını aşma konusunda yardım edebilir ve edecektir. Sadece istemelisiniz.”
***
BÖLÜM 1
NO.1
MEZARLIKTA
Sonra, bir ay süreyle yağmur yağdı. Tekrar sigara içmeye başladım. Gürültü / Bilgi… Başımda bir şapkayla dışardaydım.
Çarşamba öğleden sonra, Merkez Sokak’tan yukarıya, Tapınak Tepesindeki mezarlığa doğru yürüdüm. Yağmur diğer insanları uzak tutuyordu ve ortalık sakindi. Bükülerek yükselen büyük bir ağacın altında durdum; üzerinden akan yağmurun kayganlaştırdığı kırışık gri gövdesi hamurumsu, yaşlı bir kayın ağacıydı.
Yağmurda, mezarlıktaki ağacın altında, Süreklilik Problemini düşünüyordum. Georg Cantor, ülkemizin babası, onu 1873’de keşfetmiş ve çözmeye çalışırken aklını kaybetmişti.
Işık titriyordu ve ben ruhların bana baskı yaptıklarına inanabilirdim. Süreklilik Problemini çözmek için ruhumu satıp satmayacağımı bilmek istiyorlardı. Haydi çözümü görelim. Haydi ruhu görelim.
Anlaşmanın gerçekten olup olmadığını baştan söylemek zordu. Dört sene önce, Beyaz Işık’a Süreklilik Problemini sorma fırsatım olmuştu. Vietnam savaşı sırasındaki Anma Günüydü ve etrafta sıska boyunlu ve bayraklı adamlar vardı…vay! Ciddi bir şekilde ve üç eklemli parmaklarla bir kalemi kerpeten gibi sıkarak “Peki ya süreklilik?” diye sormuştum. Cevap “Sakin ol, hazır değilsin” idi, ya da daha çok, Cevap’ın benim sembolik mantıkla yazabileceğim bir şey olmayacağı hissi.
Ama bu konuda çalışmaya devam ettim ve iç gözüm, parlak anlık görüntülerin çoğunu farkedip isimlendirebilecek, düşünceyi zarif bir formulasyonla, anlık parıltıyı geri getirebilecek sihirli bir ifade olarak şifrelendirebilecek kadar keskinleşti. Yağmurda, mezarlıkta, gölgeleri aldatmayı umarak, hazırdım.
Tapınak Tepesinde özellikle sevdiğim bir taş vardı. Emily Wadsworth, 1793, mezar taşı yazısı: “Ölmek zorunda olduğunu hatırla.” Bunu içaçıcı buluyordum; insan zekasının, varoluş gerçeğinin bu yükselişini…Taşı ilk olarak birkaç ay önce gördüm, okudum, kendimi mutlu hissettim, ama sonra! Sineğe dönüşen siyah bir leke dönerek taştan çıkıp bana doğru geldi, eğer üstüne konarsam ölürsün… kaçtım.
Ama zihnimin bir tarafı ile ruhların bana Süreklilik Probleminin çözümünü sunacağına inanarak (neden olmasın) geri döndüm, kayın ağacının yanında, ağacın sular akan gövdesindeki girinti ve çıkıntıları seyrediyordum. Şekiller gittikçe garipleşti ama bırakmadım, aceleyle, yükselen selin üzerinde batmadan onları isimlendirdim.
Yağmurun hızlandığını bir süre sonra farkediyorum. Daha iyi bir sığınak bulmak için etrafıma bakıyorum ve Wadsworth arazisinin yanında küçük bir kabiri gözüme kestiriyorum. Acele oraya gidiyorum ve kapıyı açmayı deniyorum. Demirli pencereleri olan bir çift kapı. Kapılardan bir tanesi açılıyor ve içeri giriyorum. Zemine sıradan bir tahta kapı yerleştirilmiş. Onu menteşelerinden çıkarıyorum ve merdivenlerden aşağı koşuyorum. Daha bir sürü kapı, onları arkama atıyorum. Merdivenler, kapılar, siyah ışık… Yetişmek için daha hızlı koşuyorum. Kısa bir süre sonra tabutu duyuyorum, çarparak ve inleyerek merdivenleri iniyor, sadece bir iki basamak ilerimde, sıçrıyorum! Ve içine düşüyorum, kırmızı saten, anlarsınız..pıhtılaşmış salgı…
“Ama bu matematik değil, Bay…?”
“Rayman. Felix Rayman,” diye cevap veriyorum. Yelekli, koyu renkli takım elbiseleri var. Altın saat zincirleri ve sivri ayakkabılar. Uluslararası Matematikçiler Kongresi, Paris, 1900.
David Hilbert podyuma çıkıyor. Genel olarak matematik problemleri üzerine konuşurken, konuyu kendi listesinin başındaki 23 çözülmemiş probleme getiriyor.
İyi bir konuşma stili olan, sivri sakallı, ufak bir adam. Listesindeki ilk problem Süreklilik Problemi, ama benim dikkatimi çeken başlangıçtaki sözü: “Eğer bir matematik problemini çözmekte başarılı olamıyorsak, bunun sebebi genellikle önümüzdeki problemi benzer problemlerin oluşturduğu bir zincirin tek bir halkası olarak görmemizi sağlayacak, daha geniş bir bakış açısı olduğunu görmedeki başarısızlığımızdır.”
Kalabalıkta Klein veya Minkowski’nin yüzlerini arıyorum… Burada olduklarından eminim. Fakat yüzler seçilmiyor ve Hilbert’in Almancası birdenbire anlaşılmaz oluyor. Tavandan bir parça toprak üstüme düşüyor. Kalkıyorum ve uzaklaşıyorum.
Çıkış kapısı gölgeli bir tünele açılıyor. Paris’in yer altı mezarları. Elimde bir mumla yürümeye devam ediyorum ve her yirmi adımda tünel kollara ayrılıyor. Sola gidiyorum, sol, sağ, sol, sağ, sağ, sağ, sol… Tek isteğim aynı şeyleri tekrarlamaktan kaçınmak.
Arada sırada kemiklerin depolandığı küçük odaların içinden geçiyorum. Keşişler, uyluk kemiklerinden duvarlar ve ebedi ateşler için yağlı yakıt fitilleri yapmışlar, bu duvarların arkasına daha küçük kemikleri atmışlar. Uyluk kemiğinden duvarlar kafatasları ile süslenmiş, kafatasları şekiller oluşturmak üzere yığınlar halinde dizilmişler – dama tahtaları, haritalar, haçlar, Latince kelimeler. Birkaç kez ismimi görüyorum.
Labirentte iki bin sapak kadar ilerlemişken, zihnim açık ve şimdiye kadar yaptığım her dönüşü hatırlıyorum. Her kavşakta yolumu nasıl seçeceğim konusunda başka bir olası kuralı daha çiğnemeye dikkat ediyorum. Eğer sonsuza kadar devam edersem belki belirli bir tanımı olmayan bir yoldan gidebilirim. Ve o zaman nerede olurum? Kafatasları biliyor.
Mumumu söndürüyorum ve dinlemek için Ölüm odalarından birinde oturuyorum. Belirsiz, nahoş bir koku ve kemiklerin gözle görülmeyen parçalanmalarından kalkan tozun sessiz hareketi. Labirentte, Ölüm Şehri’nde, sadece sessizlik hakim. “Uyuyoruz.”
Belki ben de uyuyorum. Burada ayırt etmek zor, ama görünüşe göre tünellerdeki şu sonsuz yolculuğu bitirdim; tüneller gittikçe daha darlaştı, ben daha esnek oldum; ve belirli bir tanımı olmayan bir yoldan gittim.
Yolculuk bittiğinde omur iliğinden beynimin içine giren bir sinir lifi üzerinde hareket eden bir elektron idim. Yağmur yüzüme yağıyordu ve ben doğrulmaya çalıştım. Ama vücudum kıpırdamadı. Ekim yağmurunda serinleyerek orada öylece yattım.
NO 2
BU YOLA NASIL GİRDİM
Cansız bir bedende uyanık olmak benim için tamamen yeni bir deneyim değildi. Son iki hafta boyunca garip uyuklamalarım olmuştu. Paralize olarak uyandığım ve kalkmayı başarana kadar kat kat ilüzyonlarla mücadele ettiğim uyuklamalardı bunlar. Mezarlıktan bir önceki gün ise tüm bunlar zirveye ulaşmıştı.
Üniversiteyi yeni bitirmiştim ve New York, Bernco’da bir devlet kolejinde matematik öğretmeni olarak çalışıyordum. Akılsızın veya insan düşmanının biri, kolejin baş harflerini birleştirerek SUCAS diye isimlendirmişti. SUCAS’da ders verecek olan ilk kafa bendim ve kendimi şiddetle oraya ait hissetmiyordum. Akşamları karımla tartışıyor ve müzik seti kulaklıklarını takıp Rolling Stones’un Exile on Main Street’ini dinliyordum. Gün içinde ofisimde yerde, 1940’ların cilasıyla yumuşatılmış asfalt karo döşemenin üstünde uyuyordum.
Tabii ki öğrencilerim olacak kişilerin veya kendi tabirleriyle meslektaşlarımın beni yerde uyurken görmeleri uygun olmazdı, bu yüzden kapımı kilitliyordum. Biri ana anahtarı kullanır ve beni uyurken akmış salyamın ıslattığı yanağımla yakalar korkusuyla endişe içinde uyuyordum. Sık sık kapımı çalan bir el, veya kapının önündeki bir anahtar veya pençe sesiyle uyanıveriyor ve uzun dakikalar vücudumu kaldırmak için mücadele ediyordum.
Ofis arkadaşımın ismi Stuart Levin idi ve SUCAS’da benden iki yıl daha uzun süredir ders veriyordu. Aşağı yukarı sekiz sene önce, üniversite öğrencisiyken tanımıştık birbirimizi – ben birinci sınıf öğrencisi, o son sınıf öğrencisiyken Swathmore’da aynı yatakhanede kalmıştık.
Stuart son Zen fanatiklerinden ve ilk Maoculardan birisiydi. Bir Zen sosyalist oyun yazarı olacağını söylüyordu ve gerçekten de kampüsteki oyuncular tarafından oynanmış bir iki acayip oyunu da vardı. Özellikle birini hatırlıyordum, Yubiwaza için Tanrıya Şükür. Bir karikatür kitabına bir judo türü için verilen bir reklamdan esinlendiği anlaşılan oyun 38 saniye sürmüştü. Tiyatroya giderken yolumun üstündeki erkekler tuvaletine girdiğim için oyunu kaçırmıştım ve o zamandan beri bu kayıptan dolayı pişmanlık duyuyordum.
O zamanlar Stuart’ın en çok hayran olduğum şeyi, Mao ve D.T.Suzuki posterleriydi. Başkan dolap kapısına çivilenmişti, Suzuki ise karşı duvara bandlanmıştı. Şişman Çinli ilham verircesine kolunu sallarken sıska yaşlı Japon, Zen keşiş kıyafetini giymiş, rahatça bir kayanın üzerinde oturuyordu. Stuart ağızlarından çıkan konuşma balonları çizmişti. Başkan bağırıyordu, “Bugün yazdın mı, Stuart?”. Keşiş dik dik bakıyor ve mırıldanıyordu, “Bugünün domuzu, yarının pastırması.”
İlk ders gününde Stuart’la ofisimizde karşılaştım. Aradan sekiz sene geçmişti, daha zayıftı, saçı daha kısaydı ve geleneksel doçent sakalı ile orta yaşlı görünüyordu.
Bana söylediği ilk şey “Burada ne söylediğine dikkat etmek zorunda kalacaksın, Rayman,” oldu. Ofise girdim ve o konuşmaya devam ederken çevreme baktım; kelimeleri patlamalar şeklinde kesik kesik ve hızlı çıkıyordu. “Bu yaz, süremin uzatılmayacağını öğrendim.” Bana bakmak için başını çevirdi… suçlar gibiydi.
“Daha şimdiden kovulduğunu mu söylüyorsun?” diye sordum otururken.
Stuart hiddetle başıyla onayladı, “Ama yeni bir iş bulman için bir yıl süre veriyorlar… 1200 mektup gönderiyorum.” Masasının üzerindeki desteden bir mektup uzattı. Üçüncü satırda bir baskı hatası vardı.
“Zaten burada ne işin var?” diye sordum. “New York’un kuzeyinde matematik öğretmek de ne oluyor? Zen sosyalizmine ne oldu?”
Gülümsemesi bir kaya parçasındaki çatlak gibiydi. Kendinden iki kat daha büyük bir adamın kafasına sahipti. “Bu Bernadine’nin fikriydi. Kaleyi içten fethetmemiz, takiye yapmamız gerektiğini söyledi. Böylece ben de matematik doktorası yapmaya karar verdim. Eğer seni insanlıktan uzaklaştırmak isterlerse isimler yerine numaralar kullanılırlar, değil mi? Canlar yerine istatistikler. Bu yüzden istatistik okudum, fakat bulabildiğim tek öğretmenlik işi burada, bu sığır ülkesindeydi. Ve şimdi bu işi de kaybediyorum.” Levin iç çekerek iskemlesine çöktü. “Her şeyin bu kadar lanet olasıca kötü olacağını hayal bile edemezdim.”
“Evet” diye cevap verdim. “Ben sadece askerlikten kaçmak için üniversiteye gittim. Az daha askere alınıyordum. Fakat bir süre sonra matematik gerçekten ilgimi çekti. Güzel konu… gerçekten mükemmel, soyut bir güzel sanat gibi.”
Levin homurdandı. “Eğer bu kadar güzelse, nasıl oluyor da hiç kimse onunla ilgilenmiyor. Üç kişi tezini okursa şanslısın demektir.” Bir matematik dergisi uzattı bana. “Buna bak. Beş yıllık emeğin meyvesi.”
Amerikan İstatistik Derneği Dergisiydi. İçindekiler listesinin ortalarında “Poisson Proseslerinde Hataları Azaltmanın Asemptomatik Teorisi… Stuart I. Levin.” yazıyordu. Sayfaları makalenin bulunduğu bölüme çevirdim. Makale 10 sayfa kadardı ve alışılmadık sembollerle doluydu.
“Bu ilginç görünüyor, Stuart,” diye yalan söyledim. “Tabii ben daha çok Mantık ve Küme Teorisine yönelmiş durumdayım, ama zamanım olduğunda…” Konuyu değiştirmeye karar verdim. “İstatistikte bir öğrenim derecesiyle, nasıl oluyor da sanayide karlı bir iş bulamadın? Sistemin altını asıl orada kazabilirdin.”
Dergiyi benden aldı ve cevap vermeden önce bir süre makalesine gözlerini dikti. “Öğretmenlerim beni kandırıp matematikten hoşlanmamı sağladılar. Bu makaleyi yazdığımda, istatistiğin tüm kapsamını bir gecede değiştireceğini düşünmüştüm. Bunun o kadar iyi olduğunu düşündüm ki bundan sonra dokuz – beş arası kıçımı yırtmama gerek yoktu. Princeton veya Berkeley’de öğretim üyeliğine gireceğimi düşündüm. Meşaleyi taşıyacağımı. Üff. Bir kere daha deneyeceğim ve sonra, ilk başta yapmış olmam gerektiği gibi hukuk fakültesine gideceğim.”
İlk günden sonra Levin’i pek görmedim. 1200 mektubundan bir tanesinin bile ilgi veya sempatiyle okunmayacağı konusunda bir önsezisi vardı ve tüm boş zamanını gece okulunda gittiği iki hukuk kursunun ev ödevlerini yaparak geçiriyordu.
Öğrencilerime ofisimin nerede olduğunu söylememeyi başarmıştım… böylece çoğu öğleden sonra, sadece April’in mutsuzluğundan kaynaklanan vicdan azabım tarafından rahatsız edildiğim, aylak bir huzur ortamı bulabiliyordum. Eve gittiğimde, April her zaman kanepede yatıyor ve sesi kapalı televizyona bakıyor olurdu. Ben ona yaklaşıp nasıl olduğunu sorana kadar orada sessizce yatardı. Cevap her zaman aynıydı. Sinirliydi, usanmıştı ve tüm bunlardan ölesiye sıkılmıştı. Küçük taşra şehri, bitmeyen bebek bakımı, ucuz ve bakımsız dükkan zincirlerinde alışveriş, arabayla ilgili problemler, komşu hanımın bugün ne dediği ve saire, ve saire.
Benim hayatımdan çok daha kötü geliyordu kulağa, ama tabii bunu hiç bir zaman itiraf edemezdim. Bunun yerine araştırmama (serbest), ders hazırlıklarına (haftada bir saat yetiyordu) ve fakülte toplantılarına (ilk gidişimden sonra bir ikincisi olmayacağına yemin etmiştim) büyük önem yüklüyordum. Perşembe günleri dersim yoktu ve vicdan azabımı biraz azaltmak için, genellikle İris bebek ile evde kalıyordum.
Fakat vicdan azabım, yumuşak cilalı döşemeleri olan iyi ısıtılmış ofisimde olduğum zamanlar hiç de o kadar kötü değildi. Günlük derslerim öğle saatinde bitiyordu ve sandöviçimi yalayıp yuttuktan sonra biraz matematikle uğraşmak için oturuyordum. İhtisasım küme teorisi üzerineydi, sonsuzluğun tam bilimi. Yayınlanan yeni ve önemli makalelerin bazılarını incelemeye çalışıyordum. Cantor’un Süreklilik Problemine; evrendeki noktaların sonsuzluğunun ne kadar büyük olduğu sorusuna, yeni bir bakış açısı yakalamayı umuyordum.
Bernco’da diğer küme teorisyenlerinden ayrı düşmüştüm ve makaleleri tek başına okumak çok zordu. Çok geçmeden üstüme bir yorgunluk ve umutsuzluk duygusu çöküyordu ve – kendime sadece rahatlamak ve küme teorisiyle ilgili bazı karışık yapıları gözümde canlandırmak için olduğunu söyleyerek – yere uzanıyordum.
Saat olarak şekerlemelerim iki, üç hatta bazen dört saat sürüyordu. Ama bu uyuklamaların zihinsel zamanı çarklar ve manivelalardan oluşan herhangi bir sistemle ölçülemezdi. Uyuklamalarım ışık yılları, kilogramlar, kuantum sıçramaları, hiper hacimler sürüyordu… Bu sessiz öğleden sonraları süresince, radyatörün sesi eşliğinde ve gri ışık yavaşça azalırken, evren ve zaman kırılıyorlar, birbirlerine karışıyorlar, katmanlarına ayrılıyorlar ve yeniden birleşiyorlardı.
Hiç rüyalarınızın içindeyken uyanır mısınız? Rüya normal şekilde devam eder gibi olur, ama siz birdenbire kendinizi Rüyalar Ülkesinde uyanık olarak hissedersiniz. Sıradan rüyalarda insan sadece şuurunu kaybetmiş bir sarhoş gibi hareket eder. Fakat uyanık rüyaların nadir anlarında kişi kendisini hatırlar ve bilinçli bazı kontrolleri denemeye başlar.
Bu garip karanlık berraklık nadiren uzun sürer – öyle ki siz Rüyalar Ülkesinde ilerlerken binlerce yanlış dönemeç sizi tekrar rüyaya; umutların ve korkuların ileri görüşlü ama şuursuz manipulasyona, geri götürmek için beklemektedir. Bir rüya sizi tamamen ele geçirir geçirmez ise bildik hipnoz başlar ve berraklık biter.
Bernco’daki şekerlemelerim sırasında, uyanık rüyaların süresini uzatmak için tesadüfen bir yöntem buldum. Işin sırrı, herhangi bir şeye bakmamak, gözlerimi ellerime ve vücuduma dikmekti. Rüyalar Ülkesinde bedenimi bir arada tutmayı başardığım sürece bilinçli kalabiliyordum. Hatta bazen tam istediğim rüyayı buluncaya kadar parlak gölgelerin arasında hareket edebiliyordum.
Ekim ayında garip bir yan etki oluşmaya başladı. Uyanık rüyalar sırasında, ruhum Rüyalar Ülkesinde, kendi oluşturduğu bir astral bedende dolaşmaya alışmıştı. Fakat şimdi, gittikçe daha sık olarak, kendi fiziksel bedenime geri dönmede zorluk yaşıyordum. Ofisimin zeminine geri geliyordum ama gözlerimi açamıyor, hiçbir şekilde hareket edemiyordum. Koridordaki gürültüler dalgalanarak yaklaşırlarken, ben vücudumun kontrolünü kazanmaya çalışarak paralize bir şekilde orada yatıyordum.
Pazartesi, mezarlığa gitmeden iki gün önce, yeni bir evre başladı. Paralize bir şekilde uyandım ve hareket etmeye çalıştığımda astral kolum fiziksel kolumdan kurtuldu. Pencerenin yanında yerde yatıyordum, büyük kısmım hareketsiz beden içine sıkışmıştı, ama o bir kol serbestti. El yordamı ile çevrede hareket ederek radyatör borusunu buldum. Sıcaktı ama acıtmıyordu. Borunun arkasında boyanın soyulduğu bir yer hissettim, pürüzlü, hilal şeklinde bir leke.
Tam o sırada Levin içeri girdi ve uyandım. “Haydi, Felix, eve gitme zamanı,” dedi kitaplarını toplarken. “Klasik bir bölüm toplantısını kaçırdın. Bir saat boyunca departman tüzüğünün 3. talimatnamesini değiştirmek için oy vermeli miyiz vermemeli miyiz diye tartıştık. Gerçekten heyecan verici.”
İki metrelik bir mezardan yukarı tırmanıyormuşcasına zorlukla ayağa kalktım. O garip rüyayı da ancak ertesi gün, salı günü hatırladım. Radyatör borusunun arkasını ellemeye çalıştığımda dokunulamayacak kadar sıcaktı. Fakat yere eğilip gözümü duvara yaklaştırdığımda soyulmuş boyadan bir hilal görebildim. Fakat benim hatırladığımın tam ters yönünü gösteriyor gibiydi.
Salı öğleden sonra uyukladığımda korkunç karışık rüyalar gördüm. Sonunda uyandığımda yine paralize olmuştum. Önceki gibi önce bir kolumu kurtardım, sonra her iki kolumu. Dikkatle vücudumun göğüs kısmını ve kavuşmuş kollarımı hissettim. Astral kollarımı aşağıya yere dayadım ve astral bedenimin geri kalanını fiziksel bedenimden dışarıya itmeye çalıştım. Hayret verici bir şey oldu ve kollarım yerin derinliklerine kaydılar. Etrafı biraz yokladım… teller, eğri bir çivi… sonra kollarımı geri çekip başka bir şey denemeye karar verdim.
Bu sefer moment kazanmak için astral kollarımı ileri geri salladım ve bozuk tempolu karmaşık bir burgu hareketiyle hızla bedenimden dışarı yuvarlandım. Uyuyan fiziksel bedenime bakarak yerde yatıyordum. Dışarıda, fiziksel bedenimin çıplak bir ayna görüntüsü olan astral bedenimdeydim.
Uzun bir dakika hiçbir şey yapmadım. Oda normal görünüyordu, sadece hamur kıvamında birkaç kabarcık pencerenin yakınlarında süzülüyordu. Fiziksel bedenim hala nefes alıyordu. Biraz rahatladım ve daha sonra karşılaştırabileceğim kesin bir gözlem yapabilmek ümidiyle odada çevreme baktım. Bunun gerçek olup olmadığını bilmek zorundaydım.
Odadaki her mobilya parçasında SUCAS seri numarası olan küçük bir metal etiket olduğunu hatırladım. Masamın çekmecesinin alt yüzünde böyle bir etiket olduğunu da dokunmaktan biliyordum, ama ona hiç bakmamıştım. Bu numarayı okumaya ve onu aklımda tutmayı denemeye karar verdim.
Bir gözümü uyuyan bedenimden ayırmadan masaya doğru süründüm. Bedenim, ben içinde olmadığımda ölecek diye çok korkuyordum. Ama deneyip numarayı okumaya ve bunun sadece çılgınca bir rüyadan ibaret olup olmadığını anlamaya karar verdim.
Kafamı masanın altına sokunca, mekan algıma bir şeyler oluyor. Masanın bacak boşluğu olarak bir metre küplük bir alan bulmayı beklediğim yerde duvarın içinden öteye uzanan karanlık bir koridor görüyorum. Soluk bir çift kırmızı ışık koridordan üzerime doğru hareket ediyor ve hırıltılı bir nefes duyabiliyorum.
Hemen tavana, masamın çekmesinin altına bakıyorum. Metal etiket orada. Yaklaşan kırmızı gözlere tedirgin bir bakış atarak etiketi okumak için boynumu uzatıyorum.
Altı rakam var, fakat onları okuduğum her sefer değişiyorlar. Odanın hatları akıp gidiyor ve ben o şeyi üzerime gelirken görürsem korkudan öleceğimi biliyorum. Döşeme boyunca acele ile bedenime doğru sürünüyorum ve hernasılsa içine yuvarlanıyorum. Siyah, derimsi kanatlı bir yaratık masamın altından sürünerek çıkıyor. Çığlık atmaya çalışıyorum, ama yine paralizeyim…
İrkilerek uyandım. Salı öğleden sonra saat 3.30’du. Paltomu giydim ve yağan yağmurda aceleyle eve gittim.
NO 3
CANAVARIN NUMARASI
Çarşamba sabahı, kiralık evimizden öldürücü bir depresyon içinde çıktım. April ile bir kavga daha. Son zamanlarda yeterli uyuyamadığından şikayet ediyordu, bu yüzden bugün İris bebek saat 6.30’da ağlamaya başlayınca mamasını vermek için, sıkıntılı uykumdan zorla kalkmıştım.
Bebeğin beni gördüğündeki sevinci kalkma zahmetine değdi. Beni selamlarken ağzı kocaman açıldı ve iki dişini görebildim. İki kolunu birlikte sallamak için karyolasının parmaklıklarını bıraktı ve geriye bezinin üzerine düştü. Çıkardığı bebek seslerini taklit ederek ıslanan bezini değiştirdim.
İris giyinince ayaklarını masanın üstüne koyup, başım onunkinin yanında, aynanın önünde tuttum. Kafaların nasıl büyüdüklerine hayret ettim. Yüzüm beni şaşırttı – bir zombiye ne kadar benzediğimi fark etmemiştim. Fakat İris’in umurunda değildi, kıkırdıyarak “Ba-ba, Da-da,” diyordu.
Onu bebek iskemlesine oturttuğumda bağırarak ağlamaya başladı. Bir muzu ezdim ve biraz lapa ısıttım. Hazır olunca, lapayı, yanaklarını ve çenesini her bir- iki lokmadan sonra küçük kaşıkla sıyırarak, yedirdim. Çok geçmeden biberonunu emiyordu ve ben de kendimi beslemeye başlayabilirdim. Bir gece önce hemen hemen hiçbirşey yememiştim ve açlıktan titriyordum.
Yumurta pişirmeye başladığımda April mutfağa geldi. “Umarım bu kıyafette muz vermemişsindir ona,” dedi. “Lekeleri çıkarmak mümkün değil.” Dişlerimi sıktım ve yumurtamı çevirdim. Sarısı dağıldı. Lanet olsun deyip yumurtayı çöpe attım.
“Neden bu kadar sinirlisin?” diye sordu April sert bir şekilde.
Tavaya yeni bir yumurta kırarken “Yatağa dön,” diye hırladım.
“Neden güne böyle başlamak zorundasın anlamıyorum,” diye bağırdı April. “Bu benim mutfağım ve kendimi neşeli hissediyorsam ve kalkmak istiyorsam bunu yapabilirim. Bir kerelik bana karşı nazik olmak seni öldürmez. Dün gece bana tek bir kelime bile etmedin.”
Bedenimden dışarı çıktığımı ve neredeyse şeytan tarafından yakalanacak olduğumu ağzımdan kaçırıyordum az kalsın, ama o sırada yumurta sarısı yine dağıldı. Yumurtayı karıştırdım, kızarmamış bir ekmeğin üzerine koydum ve bu karışımı sütle ağzıma tıkadım. April’in yüzü gerçekten mutsuz olduğu zamanlardaki o donuk görünümü almıştı. Güzel bir şeyler söyleyeceğimi zannediyordum, ama ağzımdan çıkan “Bugün okula erken gitmek zorundayım, April” oldu. Birdenbire dışarda olmayı her şeyden fazla istedim. Eşyalarımı toplamaya başladım.
“Tamam,” diye bağırdı April. “Sabahımı mahvet ve beni bu çöplükte yalnız bırak. Niçin şehirde doğru dürüst bir iş bulamıyorsun? O kadar başarısız ve tembelsin ki. Bütün gece ağzında pipon ve kulağında kulaklıklarınla ayakta olmasaydın…”
İris uysal gözlerle bizi seyrediyordu. Onu öptüm, ağzımı sildim ve ön kapıdan aceleyle çıktım. April ağlayarak bir iskemlede oturuyordu. Kendime “Ona geri dön,” dedim, “Haydi git.” Ama yapmadım.
Yolun yarısında acım dayanılabilir hale gelmişti ve köşeye ulaştığımda tekrar görebiliyordum. Başka bir yağmurlu gün olacaktı. Gri gökyüzü sanki sadece yüz metre yükseklikteymiş gibi görünüyordu. Fakat bu gölgesiz aydınlıkta belli bir güzellik vardı. Her ağaç, her yaprak ve her renk ile neredeyse parlak bir uzakdoğu sulu boya resmi gibiydi. Öğle yemeğinden sonra uzun bir yürüyüş yapmaya karar verdim. Dünden sonra bir daha hiç uyuklamak istemiyordum.
Saat dokuzdaki Temel Eğitim Anadalı Öğrencileri için Matematik dersimden yaklaşık bir saat önce ofisimdeydim. Ayaklarımı masanın altına koyarken biraz çekindim, ama tabii ki hiçbir şey olmadı. Dün yaşadıklarımın bir kabustan başka bir şey olmadığına karar verdim.
Hala beş yıllık üniversite eğitiminin beni SUCAS’a getirdiğine inanamıyordum ve gerçek bir üniversiteden mucizevi bir son dakika teklifi bulmayı umarak sabah e-postamı taradım. Ama bugün sadece yeni ders kitapları için reklamlar ve bölüm komitesinden bölüme gelen haşin, karmaşık bir not vardı. Bir rock grubunda gitar çalabilmek isterdim.
E-postayı çöp kutusuna gönderdim ve kısa bir süre önce kolej kütüphanesinden aldığım Diferansiyel Geometri ile ilgili kitabı elime aldım. Huzur içinde, bir alan eğrisinde, bir noktada birleşen üç düzlemin hareketiyle ilgili Frenet formüllerine göz atmaya başladım.
Bir iki dakika sonra gözüme masamda bir şey çarptı – üzerinde yabancı bir el yazısı olan üçgen bir kağıt parçasıydı. Kitabımın altında kalmış olmalıydı. Aniden bastıran kağıdın kabusum ile bir bağlantısı olabileceği düşüncesiyle savaşarak kağıdı aldım.
Kağıt kalındı, neredeyse parşömen gibi; iki kenarı düz ve diğeri pürüzlüydü. Eski bir kitabın sayfasından yırtılmış bir köşe. Mürekkep kırmızıya çalan bir kahverengiydi. Ürkerek “Kurumuş kan,” diye düşündüm. Yazı yeterince açıktı, ama başka bir alfabedenmiş gibi görünüyordu. Birdenbire bir ayna görüntüsüne baktığımı farkettim. Şifreyi çözmeye çalıştım ama o sırada aklım bir sonuca varmak için fazla karışıktı. Dolabıma koştum ve kağıt parçasını kapının üzerindeki aynaya tuttum.
“Etiket için numaramın karesini al,” yazıyordu.
Bir ses hızla “Bu senin gibi adamların suçu, Rayman,” dedi. Fena halde irkildim ve sıçrayarak döndüm. Profesörlerden biri, John Wildon idi. Utangaç bir adamdı, ama yine de rahatsız ediciydi. Derin esprilerinin neyle alakalı olduğunu nadiren anlıyordum. Şaşkınlığımı ve hoşnutsuzluğumu bir öksürük ile maskeleyerek ona boş boş baktım.
“Maaş hesaplama kuralları ve kütüphaneye otuz dolara malolan böyle bir kitap.” Masamın üzerinde bıraktığım Diferensiyal Geometri kitabını işaret etmek için ilerledi. Kütüphaneyi kullandığım için mi şikayet ediyordu?
Esrarengiz kağıt parçasını cebime koyarken tereddütle “O baya iyi bir kitap,” dedim. “Resimler güzel.”
Wildon fincanından kahve yudumlayarak “Struik’in bir Kızıl olduğunu bilmediğini söyleme bana?” diye sordu. Üzerinde ünlü matematikçilerin ismiyle birlikte kendi isminin de bulunduğu özel bir fincanı vardı. Bir gün onu yere düşürmesini ümit ediyordum. “Bu ilçenin %90’ı Cumhuriyetçiyken vergi dolarlarını Kızıllara vermek…” Wildon başını salladı. “Bir mantıkçı bile bunun yapılmayacağını bilir.” Birdenbire bana keskin bir bakış attı. “Kaydoldun mu?”
“Oy vermek içi mi?” diye cevap verdim, başıyla onayladı. “Tabii…” Hala epeyce gerisindeydim. Struik okuduğum kitabın yazarı mıydı?
“Demokrat mısın?” Wildon konuya girdi. Başımla onayladım, sağlığıma içmek için sessizce fincanını kaldırdı. “Biz liberaller birbirimizi gözetmek zorundayız.” Odadan çıkarken kapıda durdu, “Birgün hanımları da alıp biraz içelim.”
“Tabi,” dedim. “İyi olur.”
Wildon gidince bir sigara yaktım ve uzun bir süre pencereden dışarıya baktım. Pencereden tüm görülen bir tuğla duvar ve onun üzerinde biraz gökyüzü idi. “Etiket için numaramın karesini al,” diyordu kağıt. Kimin numarası… hangi etiket?
Bir gün önceki kabusumu tekrar düşündüm. Rüyamda bedenimi terk ettiğimi ve SUCAS’ın mülkiyet etiketindeki numarayı okumak için masamın altına süründüğümü görmüştüm. Masamın altına dokundum. Etiket hala oradaydı. İsteksizce yere indim ve boynumu uzattım. Numara 44-3556 idi. Etiket için numaramın karesini al. 443,556’ın kare kökü kaçtı? Bir kalem ve kağıt aldım.
Bir iki dakikada bulmuştum. 443,556’ın kare kökü 666. Vahiy Kitabına göre 666 Canavarın numarasıdır, yani Şeytanın, yani Salı öğleden sonra beni masamın altından kovalayan derimsi kanatlı yaratığın. Herşey uyuyordu.
Kağıt parçasını cebimden çıkardım ve yakından inceledim. Onu kendim yazmış olabilir miydim? Belki gerçekten astral bir bedenim vardı, etiketi okumuştum, bilinçsizce kare kökünü almıştım, bana şeytanı çağrıştırmıştı ve bu notu ayna görüntüsü olan astral bedenimle kendim yazmıştım. Kağıdı sıkı sıkı tutuyordum. Eğer kaybolursa deli olduğumu düşünecektim. Bu ikinci olasılıktı. Ya üçüncüsü? O, düşünülemeyecek bir şeydi.
Çanın saat dokuzu çaldığını duyunca kalktım ve avludan Todd Hall’a doğru yürümeye başladım. Hafif bir yağmur yağıyordu. Ani bir hisle kağıttan üçgeni buruşturdum ve bir çöp sepetine attım. “Tüm bunları hayal ettin,” dedim kendime, “bu aralar fazla stres altındaydın.”
Todd’a çıkan taş basamaklara yaklaştığımda düşüncelerim bilindik bir şikayet nakaratının rahatlığına kaymıştı. Bu gerçekten benim hayatım mıydı? Levin ne demişti? “Her şeyin bu kadar lanet olasıca kötü olacağını hayal bile edemezdim.” Yirmi yedi yıllık eğitim, umutlar ve hayaller sadece buna; SUCAS’da aritmetik dersi vermeye yaramıştı.
Basamakları çıkarken yüzüm benden bir kaç adım yukarıda olan bir öğrencinin sıradan kotlu poposunun seviyesindeydi. Kız birdenbire haykırdı, sağ bacağıyla bir tekme savurdu ve başını o eski sinir müziklerine çılgınca sallar gibi bir hareketle nöbet geçirerek yere düştü.
SUCAS ahalisine o kadar yabancılaşmıştım ki kızın çevresinden dolanıp yürüdüm. Başka biri olsa yardım etmek isterdi… kampüste en popüler ihtisas dallarından biri “Engelliler için Özel Eğitim,” idi. Basamakların en üstüne yaklaştığımda kapı açıldı ve kör bir öğrenci çıktı. Kenara çekildim, adım adım önümden geçerek saralı kıza doğru gitti ve üzerine düştü.
Onları taş basamaklarda çırpınırken görmek biraz acı verdi ve tam yardım etmek üzereyken duraksadım. Kızın kahverengi saçı tükürüklü yüzüne yapışmıştı ve eli, çocuğun ucuz ekoseli gömleği yukarı sıyrılınca gün ışığına çıkan acınacak derecedeki solgun ve sivilceli sırtına vuruyordu. Çocuk yüksek sesle sürekli özür diliyordu. İrice sarışın bir kız avludan koşarak geldi, kaydı, bileğini burktu ve basamakların dibine korkunç şekilde düştü. Vicdan azabıyla ve sıkkın bir şekilde doğruca Todd’a gittim.
Derse beş dakika gecikmiştim ve koridorlar hemen hemen boştu. Meslektaşlarımın çoktan ev ödevlerini toplamak, sınav dağıtmak, notlarından okumak gibi sıkı çalışmalarda bulundukları sınıfların açık kapılarının önünden aceleyle geçtim. Wildon beni farketti ve manalı manalı saatine baktı.
Sınıfıma yaklaştığımda son dersimizde ne yaptığımızı hatırlamaya çalışıyor ve bugün ne hakkında konuşacağımı merak ediyordum. Sağır öğrencim beni sınıfın dışında bekliyordu. “Meğaba” dedi. Gülümsedim ve başımı salladım.
Yüzünü bana çevirerek “Beğim bih soğunum vağ” diye devam etti. Dokunaklıydı, ama ders notlarından neredeyse hiçbir şey anlamıyordu. Tabii ki geçecekti. Gülümsedim ve konuşmaktan utanarak tekrar başımı salladım.
“Koğuhurken eğini ağhından uhak tuhmağısın” dedi, yüzünü kapayarak ne demek istediğini oynuyordu. “ dudahlağını göğmem lağhım”
“Yapmaya çalışacağım” dedim ve sınıfa girdik. Sınıf otuz kızdan ve biri ben olmak üzere üç keyifsiz erkekten oluşuyordu.
Bu sınıfta üç tane önemli öğrenci vardı. İsmi Melanie olanı, patlayan-cinselliğinden-aklı-karışmış genç Marilyn Monroe’nun iyi bir kopyasıydı. Karen isimli ikincisi, on yedi yaşında ve yoldan çıkmış bir April’e benziyordu. Sınıf sözcüsü Fina’nın ise takma bir dişi vardı ve öyle tatlı bir yağcıydı ki geçen hafta onunla bir kahve içecek kadar ileri gitmiştim.
Bugün sadece Karen sınıftaydı ve dolgun somurtkan dudakları April’in sesiyle fısıldar gibiydi. “O kadar mutsuzum ki. Sen beni sevmiyorsun. Ben kendi hayatımı yaşamak istiyorum.” Bu neşeli bir ders olmayacaktı. En azından kağıdı attığım için memnundum. Deli olmak şeytandan mektuplar almaktan daha iyiydi.
Pencereye doğru yürüdüm, camı açtım ve büyük kaza yığınında nasıl gelişmeler olduğunu görmek için dışarıya uzandım. Hala inanamıyordum… bir anda üç kişi. Bu hayvanat bahçesinde ne işim vardı? Merdivenler boşalmıştı ama tam ben bakarken yağlı saçlı bir öğrenci koşarak geçti, çok kötü kaydı ve bu talihsiz teadüf üzerine detaylı bir şok pandomimi oynadı. Ayakkabısının tabanına bile baktı.
Başımı içeri çektim ve saate baktım. On geçiyordu. Onları beş dakika erken bırakırsam hala boşa geçirilecek 35 dakika kalıyordu. Oturdum ve metnimizi karıştırarak ” Evet” dedim “Ev ödevi ile ilgili soru var mı?”
Ölüm sessizliği. Sınıf herhangi bir arzu veya küçümsemenin her hangi bir kıvılcımı olmadan bön bön bana bakıyordu. Hiçbirimiz bu derste hiç ev ödevi olmuş muydu hatırlayamıyorduk. Niçin buradaydık? “Yakında bir sınav yapalım mı?” diye çaresizce atıldım.
Ve bu, sürenin geri kalanını halletti. Sınavı pazartesiye koyduk ve onunla ilgili sorular akmaya devam etti. Durumun baskısı altında bir sınav felsefesi ve dersin özetini çıkardım. Nihayet niçin burada olduğumuzu biliyorduk. Odayı memnun olarak terk ettiler.
Bundan sonraki saati gerçekten zevk aldığım Hesap II dersi vererek geçirdim. Bir yumurtanın hacmini veya bir bira şişesinin yüzey alanını hesaplamanı sağlayan bilim güzeldir. Öğrenciler iyi cevaplar verdiler ve ben birkaç iyi espri yaptım.
Salı ve cuma öğleden sonraları Geometrinin Temelleri adlı bir başka dersim daha vardı. Ama bugün çarşambaydı, böylece saat 11.00’den itibaren bütün gün boştum. Yine yağmur yağıyordu ve avludan ofisime koşmak zorunda kaldım. Levin masasına oturmuş, garip kokulu sandöviçlerinden birini yiyor ve kalın bir kitap yığınını karıştırıyordu.
“Selam Stuart,” dedim, “Hukuk nasıl gidiyor?”
“Güç bela,” diye cevap verdi. “Hukuğa senede otuz bin dolar için katlanabilirdim. Kendime sürekli şunu söylüyorum, kendimi satmış olmuyorum… sadece satın alıyorum.” Hafifçe kıkırdadı. “Ya sen? Ünlü şekerlemelerinden biri için hazır mısın?”
“Hayır,” dedim hemen. “Hayır, hayır. Artık şekerleme yok, dünden sonra yok.” Ona uyanık rüyalarımı, astral bedenimi, dün gördüğüm yaratığı ve bu sabah bulduğum notu anlattım. Ben konuşurken Levin sessizce sandöviçini bitirdi. “Evet,” diye sonlandırdım, “Tüm bunları ortaya sermek rahatlatıcı oldu. Bunların hepsini birdenbire duyunca, sanırım olay kulağa oldukça çılgın geliyor.”
“Öyle geliyor,” dedi Levin, bana sempatiyle bakarak. “Senin yerinde olsaydım, değişik bir yöntem izlemeye çalışırdım, diye düşünüyorum. Hatta belki bir psikiyatrise giderdim. Eğer böyle devam edersen kendine kalp krizi geçirteceksin. Uyurken korkudan öleceksin.”
“Bu gerçekten cesaret verici, Stuart. Fakat bunun doğru olabileceğini hiç mi düşünmüyorsun? Numaralara ne diyorsun?”
Omuz silkti. “Görüyorum ki başka kimseye göstermeden o nottan kurtulmuşsun. Kabaca söyleseydim kafayı yiyorsun derdim. Diğer taraftan…” Bir dakika kadar düşündü. “Bir yerde buna benzer rüyalar üzerine bir kitap gördüm… Bernadine’nin bir arkadaşında vardı. Monroe isimli bir adam yazmış ve ismi Beden Dışına Geziler idi. Biraz sakinleştiğin zaman onu incelemeyi deneyebilirsin.”
İsmi ve başlığı yazdım. Aklıma başka bir soru geldi. “Salı günleri sen geç geliyorsun buraya değil mi?” Levin başıyla onaylayınca devam ettim. “Dün burada garip bir şey gördün mü?”
“Evet,” dedi Levin, o uzun gülümsemesiyle, “burada seni görmek isteyen kırmızı gözlü ve dikenli kuyruklu bir adam vardı. Ona bir not bırakmasını söyledim.”
Gülmemi tutamadım. “Tamam, tamam. Ben deliriyorum. Sanki umrundaydı.” Deri ceketimi ve babamdan aldığım eski fötr şapkayı giydim. “Ben öğle yemeğine ve yağmurda yürümeye gidiyorum.”
“Matematiği düşün, Felix,” Levin ben çıkarken ciddi bir şekilde nasihat ediyordu. “Bu zihnini sinirsel çöküntünden uzaklaştırır.”
NO 4
BERNCO
Bernco’nun Ana Cadde isimli ana caddesine giden dik asfaltı zorlukla çıktım. Hala çok yağmur yağıyordu ve su, kıvrılan tabakalar halinde kaldırımdan aşağı akıyordu. Bernco’nun şu anki belediye başkanı tarafından işletilen küçük bir yol kenarı lokantası olan Sammy’nin yerinde yemeye karar vermiştim. Sammy tezgahın ucunda puro dumanından bir bulut içinde ahalisiyle konuşurken, şişman bıyıklı bir kadın müşterilere hizmet ediyordu. Bu kadın, briyantinli saçına kadar Sammy’e tıpatıp benziyordu. Çalışırken bir şeyler yiyordu.
Kahvaltım etkisini çoktan yitirmişti ve yolda gelirken bugün yiyeceğim ideal sandöviçi tasarlamıştım bile. Izgaranın yakınındaki tezgaha oturdum ve şişman kadına siparişimi verdim.
“Beyaz tost ekmeğinde köfteli sandöviç rica ediyorum, tereyağ, mayonez, yeşil salata ve bir dilim İsviçre peyniri ile. Ve bir fincan çay.”
Sesi tükürüklükle ıslak bir şekilde “Mmmm, kulağa çok lezzetli geliyor,” dedi.
Bana çayımı verdi, birine bir cheeseburger ve patates kızartması siparişini götürdü ve sonra benim sandöviçimi yapmaya başladı. Bir mimarın gururunu hissederek ve gözümü kırpmadan onu seyrediyordum. Sonunda sandöviçim küçük bir kağıt tabak üzerinde, salatalık turşusu ve bir avuç patates cipsi ile birlikte hazırdı. Kabul eder bir gülüşle arkama yaslandım.
Fakat şişman kadın garson bana sırtını döndü, sandöviçin üzerine eğildi, hızla ve sessizce hepsini yedi.
Öfkeden dondum kaldım. En sonunda gelen – ve tüketilen şaheserin kuru bir karton kopyası olan -sandöviçimi ifadesiz bir şekilde tıkındım. Kaşımı kaldırmaktan başka bir şey yapmadan bir adamın köpeğini çiğ hamburger yemek için tezgahın arkasına getirmesini seyrettim. Şişman kadın köpeği spatulası ile besledi. Hissiz bir şekilde hesabı ödedim ve ayrıldım. Köpek ikinci bir servis için havlıyordu.
Yağmur çok kuvvetli yağıyordu ve bir dakika Sammy’nin tentesi altında durdum. Çökük kaldırımda şişko damlaların içine çarptığı büyük bir su birikintisi vardı. Dalgacıkların halkaları hızla ortaya çıkıyorlar, hareleniyorlar ve sönüyorlardı. Şekillerin içinde kendimi kaybederek su birikintisine baktım.
Az ileride bir kitapçı vardı. Bugün bomboş olan dükkanı kendine Sunfish diyen kıvırcık saçlı bir hippi işletiyordu. Sunfish, pencerenin yanındaki iki tarak kabuğu şeklindeki yıpranmış, eski, keten bir koltuğun üzerinde oturmaktaydı ve depresyonda olduğu rahatça görülüyordu.
“Bunları nasıl çiftlikte tutuyorsun, Sunfish?”
“Felix! Bana ders kitabı siparişin mi var?” İş getirme ihtimalim fersiz, kanlı gözlerinde parlamıştı.
“Hayır, ben sadece…”
“Yararsız bir parazitsin!” diye hararetle bağırdı. Hippiden çok New York’luydu ve müşterileri ile tartışma başlatma alışkanlığı vardı. Bu hayatına bir hareket katıyordu.
“Niçin kimse benim gerçek bir işim olduğunu düşünmüyor bilmiyorum,” diye şikayet ettim. Kovulduktan sonra ne yapacağım endişesi bile beni o kadar çok…”
“Neler de diyor! Önümüzdeki hafta ülser olacak.”
İçimi çektim ve fantezi kitapların durduğu rafa bakmak için döndüm. Sunfish fanteziyi severdi. Birdenbire tam arkamda durduğunu hissettim.
Omzumun üstünden göstererek “Bu iyi bir kitap” dedi. Köpek gibi bir nefesi vardı.
“Nasıl oluyor da bana benim sana olduğumdan çok daha yakın duruyorsun?” diye tersledim.
Sunfish ellerini kaldırdı ve iskemlesine geri yürüdü. “Öf! Adamımız alıngan.”
Kendimden utandım. “Özür dilerim. Bir sürü problemim var.”
“Buna inanırım.”
“Astral geziler hakkında kitaplar var mı sende? Monroe isimli bir adamın yazdığı var mı?
Sunfish dükkanın arkasına doğru işaret ederek “Mevcut” dedi. “Sağda son raf.” Yağmuru seyretmeye geri döndü.
Bir saatin büyük bölümünü dükkanın arkasında geçirdim. Birkaç müşteri geldi ve gitti – çoğunluğu tavsiye edilen şu ya da bu metni arayan öğrencilerdi ve Sunfish onları başından attı.
Monroe’nun kitabını biraz okudum – özellikle bir kere bedeninden çıktıktan sonra ona nasıl geri dönüleceği ile ilgili kısımları. Ama Monroe bu konuda benim problemlerimi yaşıyormuş gibi görünmüyordu. Bu kitaptan üç adet vardı ve az kalsın kitapların arkasında sıkışmış olan küçük broşürü fark etmeyecektim. Garip başlık sayfasınının ne anlama geldiğini merak ederek uzanıp aldım:
Cimön ve Oraya nasıl gidilir
F.R.
Hepsi buydu. Yayıncının ismi ve tarih yoktu. Sayfalar ince ve kaygandı.
Baş harflerin anlamının farkındaydım ve esrarlı bir beklentiyle broşürü açtım. İlk bölüm “Cimön rüyaların ve ayrılmış ruhların ülkesidir,” diye başlıyordu.
Broşürün ilk yarısı, içinde Cimön diyagramlarının da olduğu detaylı bir tanımla doluydu. Kafamın alabileceğinden çok daha fazlaydı, ama diyagramlar aklımda kalır. Diyagramlardan biri termometre gibiydi. İkinci bölüme geçtiğimde kafam bulanmıştı. Yarım saat boyunca hareket etmemiştim ve bacaklarıma kramp girmişti.
Broşürün Oraya Nasıl Gidilir bölümü “Normal evrende” diye başlıyordu, “Cimön sonsuz uzaktır. Rüya görenler için bu durum problem değildir, ama tamamen ayrılanlar için…”
Sunfish “Halen orada mısın, Felix?” diye dostça bir sesle bağırdı.
Bir ara vermek için hazırdım. Bröşürü ona götürdüm. “Bu ne kadar?”
Broşürü bir dakika inceledi. “Cimön nedir?”
“Monroe kitaplarının arkasındaydı.”
Broşürü geri verdi. “ Senindir, amigo. Daha önce hiç görmedim.”
Bu sabah masamda bulduğum kağıt parçasını düşünerek “O zaman buraya nasıl geldi?” diye sordum.
Sunfish esnemesini bitirdi ve soluk yeşil keten koltuğuna yaslandı. “Burada her zaman eşyalarını bırakan garip tipler olur. Veya nakliyeci atmıştır içeriye.” Bir an durakladı ve sonra ekledi, “Ölüler yarın şehirde olacaklar.” Sunfish’in en büyük zevklerinden biri Grateful Dead (Minnetkar Ölüler) grubunun konserlerine gitmekti..
“Sen gidecek misin?”
Gülümseyerek başını salladı. “Tüm gece çalacaklar. Cadılar Bayramı için. Sen de gelmelisin.”
Gülümseyerek başımı salladım ve broşürü paltomun cebine koydum. “Beynim zaten bitmiş durumda.”
Yürüyüş yapmak için hala fazla yağmurlu olduğu için Drop Inn’e gitmeye karar verdim. İki bira için yeterli param kalmıştı. Drop Inn Bernco’nun üstünde hiç ev olmayan tek yan sokağındaydı ve kötü bir şöhretin tadını çıkarmaktaydı. Şehirdeki tüm kafalar orada içerlerdi… yine de toplumdan dışlanmış acayip kişiler için de bir sürü yer kalırdı.
Bugün Drop Inn’deki tek diğer müşteri dizlerine kadar lastik botları olan pörsümüş bir çiftlik amelesiydi. Bir şey çiğner gibiydi.
Bardaki kız, bir Jackson Browne plağı koymuştu ve Bernco’daki herkes gibi yağmuru seyrediyordu. Ben büyük bir esmer bira ısmarladıktan sonra “Siz bir matematik profesörü değil misiniz?” diye sordu.
“Bakınca anlaşıldığını sanmıyordum.”
Gülümsedi. “Ben Mary’im. Sizin geometri dersinizde bir arkadaşım var.Tom Percino. Söylediğine göre dersiniz gerçekten iyiymiş.”
Daha öğrencilerimin isimlerini bilmiyordum ve bu kızın hangisi ile arkadaş olabileceğini tahmin etmeye çalıştım. Uzun, koyu saçları ve çenesinin bir santim kadar yanlış yerde olmasıyla alımsızlaşan oval bir yüzü vardı. Ondaki birşey bana Büyük Buhranı, Kum Fırtınalarını, Ritz Krakerlerinden yapılan pastaları düşündürüyordu. Okie’ye benzeyen sadece bir geometri öğrencim vardı.
“Arkadaşın uzun boylu ve küçük siyah bıyıklı mı?” Mary başını sallayınca ekledim, “Evet, onu tanıyorum.” Geometri dersinde dördüncü boyut hakkında epeyce konuşmuştum ve Percino dönem ödevini UFO’lar üzerine yapmak istiyordu. Bu yaz Bernco’da bir tane gördüğünü söylemişti.
Köpüklü biramı yudumladım. “UFO’larla ilgileniyor, değil mi?”
Mary bara yaslandı. “Sizin hepsinin dördüncü boyuttan geldiğini söylediğinizi söyledi.”
İhtiyatla güldüm, “Bunu söylediğime emin değilim.” Buradaki konumum insanlar UFO’lar hakkında ders verdiğimi söylemeden de sağlam değildi. “Aslında UFO’lardan hoşlanmam,” diye devam ettim. “Fazla materyalistikler. Şey, tabii, gerçeğin arkasında bunlardan başka şeyler var…” Elimle barı, yağmuru, yeri gösterdim, “Fakat daha yüksek bir şeyi düşünmek ve onu sadece uzaydan gelen bir makinedeki bir adama indirgemek,… Bu o kadar acınacak şekilde materyalistik ki. Öbür taraf her zaman tam buradadır…” Elimi, ağacın damarlarına bakarak tahta bar üzerinde kaydırdım. Hafiften başım dönmeye başlamıştı.
Kız söylediklerimden hoşlandı, fakat fikrini hemen değiştirmeye hiç niyeti yoktu. “Evet,” dedi. “Doğru. Ama Tom ve ben gerçekten bir tane gördük bu yaz. Tapınak Tepesinin üzerinde.”
“Mezarlıkta mı demek istiyorsun?”
Başıyla onayladı ve devam etti. “Onu gördüğümüzde orada açık havada uyuyorduk. Bir mantar gibi ortaya çıktı, sonra büyüdü ve uçarak uzaklaştı.” Ellerini havaya kaldırdı. “O kadar güzeldi ki.”
Boş bardağımı uzattım ve yeni bir bira getirdi. “Bu şimdiye kadar duyduğum en güvenilir gözlem değil,” dedim. “Veya belki her ikiniz de bir şey gördünüz, fakat bu niçin başka bir lanet olası makine olmak zorunda? Niçin o Tanrı veya bir melek veya Z boyutundan canlı bir enerji olamasın?”
“Bir makine gibi ses çıkarıyordu,” dedi ve zırıltılı bir gürültü çıkardı. İkimiz de güldük. Bu arada bir grup öğrenci geldi ve kız onlara hizmet etmek üzere öbür tarafa gitti. Yaşlı çiftlik amelesi hala barın ortasına dayanmış duruyordu, gözlerini viski kadehine dikmişti ve habire ince dudaklarını büzüyordu. Biramı aldım ve masalardan birine oturdum.
İlk bira midemi ısıtmıştı ve beynim tatlı tatlı çalışıyordu. Levin’in nasihatını hatırladım ve matematiği, Süreklilik Problemini düşünmeye karar verdim…yüzüncü doğum günü yaklaşmış bir problem.
13 Aralık 1873’de 28 yaşındaki Georg Cantor evrendeki noktaların doğal sayılardan daha fazla olduğunu ispat ederek Süreklilik Problemini ortaya attı. Problem ne kadar daha fazla olduğu?
Evrenin her sürekli parçasına süreklilik denir. Bir doğru parçası, bir balonun yüzeyi, kafanın içindeki yer, sonsuz evren… tüm bunlar sürekliliktir. Cantor noktalar kümesi olarak görünen tüm sürekliliklerin aynı sonsuzluk derecesine sahip olduklarını keşfetti ve buna c dedi. Doğal sayılar kümesinin sonsuzluk derecesine alef-sıfır denir ve bundan sonra gelen daha büyük sonsuzluk derecesi alef-birdir. 1873’de Cantor c’nin alef-sıfırdan daha büyük olduğunu ilk kez ispatladı. Sonsuz artı bir gün yaşamış olsanız bile evrendeki her noktaya bir doğal sayı veremezsiniz. Süreklilik problemi c’nin alef-sıfırdan ne kadar daha fazla olduğuna karar vermektir. Cantor c’nin alef-bir, yani bir sonraki sonsuzluk olması gerektiğini düşünüyordu. Fakat kimse haklı olup olmadığını bilmiyor.
Drop Inn’de oturup alef-bir ve c’nin zihinsel resimlerine bakıyor ve onları karşılaştırmaya çalışıyordum. O gün alef-bir, her biri bir öncekinden daha dik bir sürü merdiven gibi görünüyordu…ve c de bir fıçı gibi görünüyordu. Merdivenleri fıçının ekseninden çıkarttım ve fıçıyı doldurup dolduramayacaklarını görmeyi denedim. Bir sürü şeyi…mümkün olan her şeyi fıçıya koydum, fıçıyı kesitlere ayırdım ve kesitlerin üzerine eşmerkezli daireler çizdim. Sürekli büyüyen düşsel bir balon ve sonsuz uzunlukta kitapları olan bir kütüphane hayal ettim. C’nin alef-birden daha büyük olduğuna dair bir kanıt bulmayı umuyordum.
Bir süre sonra yağmurun azaldığını fark ettim. Biramı bitirdim, bir sigara yakıp dışarı çıktım. Şapkamın kenarı sigaramı yağmurdan koruyordu. Nereye gittiğimin farkında olmadan bir süre şehri turladım. Süreklilik problemine iyi bir yaklaşım olabileceğini hissettiğim bir şey yakalamıştım ve düşüncelerim sürekli April’e ve şeytanla ilgili kabusuma kaysa da bunu sonuna kadar bırakmamaya çalışıyordum.
Eğer problemde birazcık ilerleme kaydedebilseydim iyi bir iş bulabilirdim. İyi bir iş bulursam, April ve ben mutlu olurduk. Mutlu olursam da, bedenimi terk etmeyle ilgili rüyalar görmeyi bırakırdım.
April yine Amerikan Matematik Topluluğunun yıllık iş fuarına – bir otelin kumar-masaları ve arkasındaki gıcık adamlarla dolu balo salonuna – gitmemi istiyordu. Başvuranlar, acayip zekalarını tuzlu halkalara ve hesap makinalarına çevirmiş olan garip tiplerden oluşuyordu, Beyzbol Şöhretler Geçidi. İşverenlerin tümü de deneyimli matematikçiler arıyorlardı. Bu her ne demekse, küme teorisi demek değildi.
Hayatımda ilk defa kendime Süreklilik Probleminin gerçekten neyle ilgili olduğunu sordum. İki farklı şeyi karşılaştırmak: c ve alef-bir. Şunu söylemek mantıklı görünüyor, c kadar olası düşünce var ve alef-bir bizim gerçekten düşünemediğimiz sonsuzluğun ilk seviyesi. O zaman problem şöyle oluyor: Her şey sonsuzluktan daha mı büyüktür?
Çevremdeki hava yumuşak ve aydınlıktı. Cimön ve Oraya Nasıl Gidilir’i göğüs cebimde hissedebiliyordum. C ve alef-bir, her ikisi de metafiziksel mutlak değerler gibi görünüyordu. Sadece bir mutlak değer mi vardır? Son gerçek Tek midir yoksa Çoğul mudur?
Merkez Sokak’tan yukarıya Tapınak Tepesine doğru yürüdüğümü fark ettim. Bernco, altında sığ gri bir göl olan bir tepenin üzerindedir. Tepenin en üstünde mezarlık vardır, onun altında şehir, onun altında kolej, onun altında ilk okul ve onun altında sular.
Nasıl olduysa mezarlıkta uyuyakaldım.
NO.5
VAK VAK AMCA
Sonsuz yer altı mezarlarıyla ilgili çılgınca bir rüyanın ardından yine bedenim paralize olmuş şekilde uyandım. Çığlık atmak, tekme atmak, kollarımı oynatmak için uğraştım. Sadece bir hırıltı çıkarabilseydim, sadece bir parmağımı oynatabilseydim… ama yapamadım. Vazgeçtim ve sakinleştim.
Yağmurun hızla yağmasına rağmen kendimi sıcak ve rahat hissediyordum. Acaba ölüyor muyum diye düşündüm. Aklıma yine o rüya geldi. Labirentin içinde tamamen rastlantısal olarak belirli bir tanımı olmayan bir yol seçmiştim. Sonsuz seçenek vardı, sonuncu seçenek yoktu, ama şimdi tüm bunları geride bırakmıştım. Bir şekilde alef-sıfırdan geçen yolumun rüyasını görmüştüm. Sonsuzluğun her seviyesinden geçerek ulaşılmaz Mutlak Sonsuzluğa doğru gitmeye devam ederek Alef-bire ulaşmanın ne kadar süreceğini merak ediyordum.
Ama uyanmak zorundaydım! İnsanüstü bir çabayla yuvarlanmayı başardım ve olanlar oldu. Ayağa kalktım ve sallanarak mezarlıktan dışarıya doğru yürümeye başladım. Rüyada gördüğüm mozoleyi görmek için çevreme bakınıyordum. Önümde değildi, bu yüzden arkaya bakmak için kayın ağacına doğru döndüm.
Gerçek bedenim hala ağacın altında yatıyordu. Yine astral bedenimdeydim. Yağmur doğrudan içimden geçiyordu ama ben farketmemiştim.
Bir süre orada korku ile merak arasında ikiye bölünerek duraksadım. Daha önce hiç fiziksel bedenimden bu kadar uzakta olmamıştım. Onun ölmesinden korkuyordum, ama astral bedenimin dışarda neler yapabileceğini görmek için de meraktan ölüyordum.
Zıpladım ve yere geri düşmedim. Uçabiliyordum! Belki de acilen eve gitmeli, April’in ne yaptığına bakmalı, sonra buraya geri vınlamalı, bedenimi uyandırıp eve yürümeli ve April’e doğru bilip bilmediğimi sormalıydım. O zaman bu olan gerçek mi değil mi öğrenebilirdim.
Ama dün başını derde sokmanın sebebi de buydu diye kendime hatırlattım. Yerden 5 metre kadar yukarıda uçuyordum. Hava kararıyordu ve işten eve dönen insanları görebiliyordum. Pekçok evin ışıkları yanmaya başlamıştı. Aydınlanan pencereler sarı ve sıcak görünüyorlardı… yuva gibi. April ve Iris’i düşündüm, sadece sevmek ve sevilmek istiyordum. Bu çılgınlık sona ermeliydi.
İrademin uyanmasıyla asral bedenim hareketsiz bedenime doğru süzüldü. Bedenim kayın ağacının altına yakın sırtüstü yatıyordu. Yağmur çıplak dalların arasından, yağlı suratın üzerine yağıyor ve damlacıklara ayrılıyordu. Şansa baş yana dönmüştü ve su çarpık burun deliklerini veya sarkık ağzını dolduramıyordu. Beden hiç de davet edici gözükmüyordu ama içine girmek için uğraşmaya başladım.
Daha önce hiç bu kadar uzun dışarıda kalmamıştım. Astral bedenim daha rahat bir şekile, bir damlaya dönüşmüştü ve bunu da benim eski iskeletime sığdırmak zordu. Bedenimin kapladığı yer ıslak ve ürpertici idi. Dondurulduktan sonra eritilmiş bir hindinin, diken diken olmuş derisi, kıymık gibi kemikleri ve kaygan organları ile dolu vücut boşluğuna benziyordu. Ama April’in bana ihtiyacı vardı ve bu ölümlü kangallara doğru ilerledim.
Sonra her şeyi denedim. Göz kapaklarıma durmadan basınç yaptım… Bir şey olmadı. Dakikalarca bekledim, sonra birikmiş tüm enerjimle sinirlerime vurdum… Bir şey olmadı. Tek tek, vücudumdaki her kası denedim. Nefesimi tutmaya, külotumu ıslatmaya, ereksiyona ulaşmaya çalıştım. Hiçbir şey olmadı. Sadece otomatik vücut hareketlerinin ritmik dalgalanması vardı. Belki narkolepsideydim.
Aniden geri çekildim ve harika derecede uyumlu astral bedenimle tekrar dolanmaya başladım. Aşağıya eski bedenime bakıp “Cehenneme kadar yolun var.” diye düşündüm. “Hazır olunca uyanacaksın. Bu arada…”
Astral bedenimin yeteneklerini sınamaya başladım… parlak yeşilimsi bir çeşit jöleden yapılmış gibiydi. Ektoplasma. İstediğimde büyüklüğümü değiştirebiliyordum. Bir anda incelip kayın ağacından daha uzun oluyor, az sonra ağacın kabuğundaki bir yarıkta yuvarlanıyordum.
Işık duyarlılığım, elektromanyetik spektrumun başından sonuna dilediğim her tarafına ulaşıyor ve duyarlılık her seviyede ayarlanabiliyordu. İstersem kozmik ışınların titrekliğinde görebilirdim.
Fakat hepsi bu kadar değildi. Bu güne kadar duyduğum hiçbir fizik teorisine uymayan şeyler farketmeye başladım. Heryerde etrafta süzülen … maddeden oluşmuş damlalar vardı. Küçük pinpon baloncukları ve uyuşuk görünen büyük balonlar çevremdeki tüm nesnelerin içinden geçiyorlardı. Aptalca sallanan ve koyu kırışıklıkları olan büyükleri bana İris’in Dr. Seuss kitabındaki çizimleri hatırlattılar. O iyi doktorun yaptığı gibi onlara blooglar demeye karar verdim.
Mezarlığın yanındaki sokak lambası yandı. Küçük blooglar aynı içki karıştırma çubuğu kabarcıkları gibi ışıktan dökülüyorlardı. Belki bunların enerjiyle bir ilgileri vardı. Neredeyse tamamen transparandılar ve dokununca hissedilmiyorlardı.
Bu halde daha iyi düşünüp düşünemeyeceğimi merak ederek dikkatimi süreklilik problemine çevirdim. Zihnim belirgin bir şekilde normalden daha aktifti. Bir anda gözümün önünde evrende c noktadan oluşan bir küme kurmak için üç ya da dört yeni yol canlandı. Fakat hayal gücüm matematiksel düşünce için fazla stresliydi. Düşüncelerimin kendi iradeleri vardı ve ben onları düşünene kadar sakin durmayı reddediyorlardı. Evrenin yeni düzenlemeleri bacaklar çıkarıyorlar ve kayın ağacının çevresinde birbirlerini kovalıyorlardı. Onlara başka bir zaman bakmaya karar verdim.
Bu düşünceler aklıma tatsız bir anıyı getirdiler: Daha önce kendimi süreklilik probleminin çözümü için ruhumu satarken hayal etmiştim. Boş mezarlığa “Öyle demek istemedim.” diye fısıldadım. “Hiçbir şey imzalamadım.” Cevap yoktu.
Biraz uçmak istiyordum. En iyi fikir April’e gitmek gibi duruyordu. Etrafa bakındım. Hava neredeyse tamamen kararmıştı ve blooglar azalıyorlardı. Nedense bedenim ölür diye endişelenmiyordum. Ama polis onu bulur ve hapishaneye atar diye endişeleniyordum. Bu bir kere kolejde başıma gelmişti .
O zaman, birkaç hafta devam eden bir kafa çekme döneminin en sonundaydım ve beşinci bourbona dalmıştım. Şafak vaktiydi ve yalnızdım. Kütüphanenin merdivenlerinde oturmuş güneşin doğuşunu seyrediyordum, her şey ısınıp aydınlanıyordu. Tüm yol beyaza bürünürken ışıktan bir varlığa rastladım. İsa. Kelimeler olmadan sonsuza kadar, ta ki iki polis beni bir polis arabasına yüklemeye başlayana kadar konuştuk. Polislere “Öbür adam nerede?” diye sordum, birbirlerine bakıp “O içmiyordu,” diye cevap verdiler.
O zaman geçici olarak okuldan uzaklaştırılmıştım. Pek te önemli değildi. Ama polis beni bugün yakalarsa durum farklı olurdu. Sarhoş olmasam da veya uyuşturucu almamış olsam da almış gibi görünüyordum. Ve artık öğrenci değildim. Yirmi yedi yaşında bir öğretmendim ve paltomun cebinde bir iki eski sarma olduğunu hatırladım. En iyi olasılıkla işimi kaybederdim ve en kötü olasılıkla Attica’ya giderdim. Rockefeller’in başkan adaylığı New York’u ülkedeki en katı uyuşturucu kanunlarıyla başbaşa bırakmıştı.
Ama şu an hava oldukça karanlıktı ve ben yola yakın bir yerde değildim. Polis beni bu gece bulamazdı. Şeytanın da benim arkamdan tekrar gelmeyeceğini ümit ediyordum. Kayın ağacının büyük bir dalının tam ortasından yukarıya doğru yükseldim. Ağacın içi kısmen oyuktu ve birbirine sarılıp yatan bir çift sincap farkettim. Bir sincap boyutlarına büzülüp orada kalmak aklımdan geçti. Ama April’i özlüyordum.
Yukarıya, ağacın tepesinin üzerine süzüldüm. İki blok ötede Tuna caddesindeki evimizi görebiliyordum. Eve doğru hızlandım.