Roman (Yabancı)

Bilge Kan

“Amerikan Gotiği” olarak adlandırılan edebi türün en önemli yazarlarından Flannery O’Connor’ın, (1925-1964) deyim yerindeyse “kültleşmiş” ilk romanı Bilge Kan, 1930’ların Amerika’sında geçen, barbarlıkla medeniyeti birbirinden ayıran ince çizgiyi irdeleyen bir hikâye anlatıyor. Ordu hizmetinden ayrılan genç Hazel Motes, buruk bir ruh haliyle evine, Amerika’nın “mitsel” güneyindeki tutucu kasabaya döner. Kasaba erkânının koyu dindarlığına karşı kişisel bir savaş açan Hazel, “kör” vaiz Asa Hawkes ve onun yozlaşmış kızıyla yıkıcı bir ilişkiye kapılmaktan kurtulamaz. Ardı ardına yaşadığı hüsranların etkisiyle kendi dinini kurmaya karar veren Hazel, sokaklarda İsa’sız bir kiliseyi, dogmasız bir dini vaaz eder. Ancak O’Connor’ın derin felsefesi ve benzersiz kurgusunun güdümünde, Hazel’ın bu umutsuz mücadelesi, varoluşun ve kaderin sorgulandığı trajik bir sona doğru doludizgin sürüklenecektir…

***

YAZARIN İKİNCİ BASIM İÇİN ÖNSÖZÜ
(1962)
BİLGE KAN on yaşına geldi ve hala yaşıyor. Eleştirel yetilerim bu ·saptamayı yapmama ancak yetiyor,
bunu söyleyebildiğim için şükran duyuyorum. Bu kitap keyif alarak yazıldı ve mümkünse böyle okunmalı. Bilge Kan, kendi isteği dışında Hıristiyan olmuş birini anlatan komik bir roman. Tam da bu. nedenle çok ciddi.
Çünkü işe yarar bütün komik romanlar yaşama ve ölüme ait olmalıdır. Bilge Kan, kuramdan bağışık doğmuş,
ama aklı belli düşüncelerle kurcalanan bir yazarın ürünü. Kimileri için bir ölüm kalım meselesi olan, İsa’ya
duyulan inanç, bunu önemsememeyi yeğleyen okuyucular için bir engel olageldi. Onların gözünde Hazel
Motes’in dürüstlüğü, zihninin gerisinde, bir ağaçtan ötekine giden hırpani bir kişiden (İsa’dan) kurtulmak
için öylesine büyük bir çabaya girmesinden kaynaklanır. Yazar içinse Hazel’in dürüstlüğü, bunu başaramamasındandır. Bir insanın dürüstlüğü bir işi başaramayışından gelebilir mi hiç? Genellikle evet\ bana kalırsa. Çünkü özgür irade tek bir irade değil, kişinin içinde birbirleriyle çelişen birçok irade demektir. Özgürlük
öyle kolayca kavranıp tasarlanamaz. Bir gizdir o. Öyle bir gizdir ki bir romandan hatta komik bir romandan
bile, bunu ancak derinleştirmesi beklenebilir.

1. BÖLÜM

Hazel Motes, trenin yeşil kadife koltuğunda, öne doğru eğilmiş, oturuyordu. Sanki kendini pencereden dışarı atmak istiyormuş gibi pencereye bakıyordu, bir de koridordan aşağı, vagonun ucuna. Tren, arada bir yok olan ağaç tepeleri arasından hızla geçiyor, uzaktaki ormanların ucundaki kıpkırmızı güneş tepelerin arasında ortaya çıkıyordu. Daha yakınlarda, ekili tarlalar kıvrılıp kayboluyor, burunlarıyla kazıkları eşeleyen birkaç domuz, büyük, lekeli birer taşı andırıyordu. Kompart-manda, Motes’in karşısında oturan Bn.Wally Bee Hitc-hoock, akşamın bu ilk saatlerinin günün en güzel zamanı olduğunu söyleyip Motes’un bu konudaki görüşünü sordu. Giysisinin yakasıyla manşetleri pembeli, şişman bir kadındı. Trenin koltuğundan çaprazlama sallandırdığı armuda benzer bacakları, yere yetişemiyordu.

Motes, soruyu yanıtlamadan kadına baktı. Öne doğru eğildi, sonra yine vagonun koridoruna dikti gözlerini. Kadın da arkada ne olduğunu anlamak için döndü. Kompartmanlardan birine girip çıkan bir çocukla, vagonun en ucundaki hademeyi görebildi yalnızca. Adam, çarşafların bulunduğu dolabı açıyordu.

Kadın yeniden Motes’a dönüp, “Evinize gidiyorsunuz galiba,” dedi. Adam yirminin pek üzerinde göstermiyordu. Buna karşın, kucağında yaşlı gezginci vaizlerin giydiği türden, geniş kenarlı, kaskatı, siyah bir şapka Bilge Kan 17/2 vardı. Giysisi parlak mavi renkteydi. Koluna zımbalanmış fiyat etiketi de hâlâ duruyordu.

Genç adam ne kadını yanıtladı, ne de gözlerini baktığı her neyse ondan ayırdı. Ordunun verdiği el çantası ayaklarının dibinde duruyordu. Kadın onun ordudan terhis edilip evine döndüğüne karar verdi. Giysinin kaç paraya mal olduğunu görmek için genç adama yaklaşmaya niyetlendi. Ama bunun yerine kendisini yan yan adama hatta adamın gözlerinin içine bakarken buldu. Bir çeşit ceviz kabuğu rengindeydi çukura kaçmış gözleri. Derisinin altındaki iskeletinin dış çizgileri sade ve inatçıydı.
Kadın bir irkilişle, gözlerini adamın gözlerinden ayırdı. Yan yan, fiyat etiketine baktı. Giysi adama 11.98 dolara mal olmuştu. Anık genç adamı bir yere koyduğunu düşünerek daha bir güçlenmişçesine, yeniden baktı ona. Kuş gagası gibi bir burnu ve ağzının iki yanında dikey, uzun bir çizgi vardı; saçları ağır bir şapkanın altında değişmemecesine dümdüz olmuş gibiydi. Ama asıl ilgisini çeken, gözleriydi. Göz çukurları öylesine derindi ki, sanki bir yerlere açılan birer geçit gibi görünüyorlardı. İki koltuğu ayıran boşluğun yarısına kadar eğilip o gözleri daha iyi görmeye çalıştı. Genç adam, pencereye doğru döndü birden; aynı hızla da, daha önce bakıp durduğu noktaya.

Baktığı yerde, tren hademesi vardı. Trene ilk bindiğinde bu yapılı, sarışın yuvarlak ve kel kafalı adam, iki vagonun arasında duruyordu. Haze onu görünce birden durmuş, adamın gözleriyse bir ona, bir de bineceği vagonu göstermek için öteki yöne çevrilmişti. Haze’in yerinden kıpırdamadığını gören adam, ‘Sola’ demişti sinirlenerek, ‘Sola.’ Haze de kımıldamıştı.
“Eh,” dedi Bn. Hitchcock, “İnsanın evi gibisi var mı?” Haze kadına dönüp bir an şöyle bir baktı. Tilki kılı rengindeki, tas gibi saçlarının altında, kırmızımsı, geniş bir suratı vardı. İki İstasyon önce binmişti trene. Haze onu daha önce görmemişti. “Tren hademesini görmeliyim,” dedi genç adam. Kalkıp vagonun ucuna gitti. Tren hademesi bir ranzayı hazırlamaya başlamıştı. Adamın yanında durup, bir koltuğun koluna dayandı. Ama adam ona bakmıyor, yataklardan birinin bölmesini çekiyordu.

“Bunlardan birini hazırlaman ne kadar sürüyor?”
“Yedi dakika,” dedi adam, Haze’a bakmadan.
Genç adam koltuğun kenarına otur-du.”Eastrod’luyum ben,” dedi.
“Oradan geçmiyoruz,” dedi tren hademesi. “Yanlış trene binmişsin.”
“Keme gidiyorum,” dedi Haze. “Eastrod’da büyüdüm diyorum.”
Tren hademesi bir şey söylemedi.
“Eastrod,” dedi Haze sesini yükselterek.
Tren hademesi perdeyi indirdi. “Yatağını şimdi mi yapayım İstiyorsun? Yoksa burada ne dinelip duruyorsun?”
Haze, “Eastrod,” dedi. “Melsy yakınlarında.”
Tren hademesi koltuğun bir yanını çekip düzeltti. “Ben Chicagolu’yum,” dedi. Sonra da öteki yanını çekip düzleştirdi. Eğildiğinde, ensesinin arkası üç kat oldu.
Haze, “Evet, buna inanırım,” dedi yan yan bakarak.”

“Ayakların koridorun orta yerinde. Şimdi birisi üzerinden geçecek,” dedi tren hademesi, birden dönüp, Haze’i itip giderken.
Haze ayağa kalkıp birkaç saniye orada oyalandı. Sanki bir ucu sırtının ortasına, bir ucu trenin tavanına düğümlenmiş bir iple bağlıydı. Düşmemek için ağır ağır yalpalayarak koridoru geçip vagonun öteki ucunda gözden kaybolan tren hademesinin ardından batık. Tren hademesinin Eastrod’lu bir Parrum Zencisi olduğunu biliyordu. Sonra yerine döndü. Sırtını kamburlaştırıp, büzülerek oturdu. Tek ayağını, pencerenin altından geçen bir boruya dayadı. Kafasının içi Eastrod’la doldu, daha sonra Eastrod trenden başlayıp dışarıdaki boş, kararan tarlalara kadar uzanan boşluğu da doldurdu. Haze, iki evi, pas renkli yolu, birkaç zenci kulübesini, ağılı, duvarında kırmızılı beyazlı yırtık CCC enfiye reklamı afişinin asıldığı ahır bölmesini gördü.
“Evinize mi gidiyorsunuz?” diye sordu Bn. Hitch-cock.

Haze ters ters baktı kadına. “Hayır,” dedi, genzinden gelen keskin Tennessee vurgusuyla.

Bayan Hitchcock, kendisinin de evine gitmediğini söyledi. Haze’e, evlenmeden önceki adının Bn. Weat-herman olduğunu, Sarah Lucile adlı evli kızına, Flori-da’ya gittiğini anlattı. Bugüne kadar böylesine uzun bir yolculuk için hiç zamanı olmamıştı nedense. Bugün, yarın derken, gündelik işlerin arasında zaman öylesine hızla akıp gitmişti ki, genç mi yaşlı mı olduğunu artık bilemez oluyordu insan. Haze, kendisine sorarsa, yaşlı olduğunu kadına söyleyebileceğini geçirdi aklından. Bir süre sonra da onu dinlemez oldu. Tren hademesi dönüp koridordan geçti. Haze’e de bakmadı. Bn. Hitchcock artık ipin ucunu kaçırmış, durmadan konuşuyordu. “Galiba birini ziyarete gidiyorsunuz,” dedi Haze’e.
“Taulkinham’a gidiyorum,” dedi Haze. Sonra da koltuğuna gömülüp pencereye bakmaya başladı. “Hiç kimseyi tanımıyorum orada. Ama yapacak birtakım işlerim var,” dedi.
“Daha önce yapmadığım birtakım işler yapacağım,” dedi. Kadına yan yan baktı, dudaklarını hafifçe kıvırdı.
Kadın, Taulkinham’da Albert Spark adlı birini tanıdığını söyledi ve ekledi, “Spark, görümcemin kayınbiraderi ve…”
“Taulkinhamlı değilim ben,” dedi Haze. “Oraya gidiyorum dedim, o kadar.” Bn. Hitchcock yeniden konuşmaya başladı, ama Haze onun sözünü kesip, “Şu tren hademesi benimle aynı yerde büyüdü, ama Chica-go’lu olduğunu söylüyor,” dedi.
Bayan Hitchcock, kendisinin de Chicago’da yaşayan birini tanıdığı…
“Nereye gitsen fark etmez aslında,” dedi Haze. “Tek bildiğim bu.”
Bn. Hitchcock, “Zaman iyi ki de uçup gidiyor,” dedi. Kızkardeşinin çocuklarını beş yıldır görmediğini, gördüğü zamansa onları tanıyıp tanıyamayacağını bilmediğini söyledi. Adları Roy, Rubber ve John Wes-ley’di. John Wesley altı yaşındaydı. Kendisine bir mektup yazarak, ‘Sevgili Bebeanneciğim,’ demişti. Çocuklar ona Bebeanne, kocasına da Bebebabacığım derlerdi….
“Günahlarımızın bağışlandığını sanıyorsunuzdur siz,” dedi Haze.
Bn. Hitchcock yakasını çekiştirdi.
“Günahlarımızın bağışlandığını sanıyorsunuzdur siz,” diye yineledi Haze.

Kadın kızardı. İkinci sorunun üstüne, “Evet, yaşam bir esinlenmedir,” dedi. Ardından, acıktığını söyledi. Kendisiyle birlikte yemekli vagona gelmek ister miydi? Haze kaba saba siyah şapkasını kafasına geçirip kadının ardından gitti.
Yemekli vagon doluydu. Bir sürü insan oturmak için sıra bekliyordu. Haze’le kadın, yarım saat kadar sırada beklediler. Dar koridorda sağa sola yalpalıyorlar, birkaç dakikada bir de bir-iki kişinin lokantaya süzül-mesi için bir yana yapışıyorlardı. Bn. Hitchcock yanında duran bir kadınla konuştu. Hazel Motes gözlerini duvara dikmiş duruyordu. Bn. Hitchcock öteki kadına, Alabama’nın Toolafalls kentindeki Belediye Su İşle-ri’nde çalışan eniştesinden söz etti. Kadın da ona gırtlak kanseri olan kuzinini anlattı. Sonunda yemek vagonunun girişine kadar gelip içeriyi görebilecek kadar yanaştılar. Vagon görevlisi yolcuları yerleştirip yemek listelerini veriyordu. Siyah saçları, kara giysisi yağlı görünen, beyaz bir adamdı. Karga gibi, bir masadan ötekine seğirtiyordu. İki kişiyi sıradan çıkardı. Haze, Bn. Hitchcock ve öteki kadının sırası gelmişti artık. Bir dakika kadar sonra iki kişi daha yemekli vagondan ayrıldı. Vagon görevlisi onlara el etti. Bn. Hitchcock’la kadın vagona girdiler. Haze de arkalarından. Adam Haze’i durdurdu. “Yalnızca ikisi,” diyerek onu kapı ağzına İtti.

Haze’in suratını çirkin bir kırmızılık kapladı. Önde bekleyen adamın arkasına, oradan da sıranın sonuna ve kendi yerine dönmeye çalıştı. Ama kapının ağzı çok sıkışıktı. Çevresindekilerin bakışları arasında öylece dikilmek zorunda kaldı. Bir süre için, hiç kimse kımıldamadı. Sonunda vagonun öteki ucundan bir kadın ayağa kalkınca vagon görevlisi elini salladı. Haze duraksadı. El bir daha sallandı. Koridorda yalpalayarak ilerlerken yolunun üzerindeki iki masaya kapaklanınca elleri masalardan birindeki kahveden ıslandı. Vagon görevlisi onu, papağanlar gibi giyinmiş genççe üç kadının yanına oturttu.
Kadınlar, tırnakları kırmızıya bulanmış ellerini masanın üzerine koymuşlardı. Haze oturdu. Ellerini masanın örtüsüne sildi. Şapkasını çıkarmadı. Kadınlar yemeklerini bitirmiş sigara içiyorlardı. Haze oturunca sustular. Genç adam, yemek listesinde gözüne çarpan ilk yemeği gösterdi. Yanında duran vagon görevlisi, “Yazıver evlat,” dedi. Bir yandan da kadınlardan birine göz kırptı; kadın burnundan garip bir ses çıkardı. Haze istediği yemeği bir kağıda yazdı. Vagon görevlisi de bunu alıp gitti. Haze gözünü karşısındaki kadının boynuna dikmiş gergin ve asık bir suratla oturuyordu. Kadının sigarayı tutan eli arada bir boynundaki lekenin üstünden geçiyordu, gözden kaybolup yeniden lekenin üstünden geçiyor, masanın altına iniyordu. Bir duman bulutu saniyede bir Haze’in yüzüne üfleniyordu. Genç adam üç-dört kez duman altı olduktan sonra kıza baktı. Kızda, meydan okuyan, küstah bir ifade vardı. Küçük gözlerini Haze’in gözlerine dikmişti.

“Sizin günahlarınız bağışlanmışsa,” dedi Haze, “Benimki kalsın.” Sonra da başını pencereye çevirdi. Orada, içinden karanlık bir boşluğun geçtiği soluk yansımasını gördü. Yakından gürültüyle geçen yük arabası, boşluğu ikiye böldü. Kadınlardan biri de bir kahkaha attı.
“İsa’ya inandığımı mı sanıyorsunuz?” dedi Haze, kadına doğru eğilip. Soluk soluğa konuşuyordu. “O varsa bile inanmazdım, aslına bakarsanız. Bu trende bile olsa.”
“Kim demiş inanman gerekir diye?” dedi kadın, o uğursuz doğu vurgusuyla.
Genç adam geriye doğru çekildi.

Garson yemeğini getirdi. İlkin ağır ağır sonra da, kadınlar çiğnedikçe çenesinde sivrilen kaslara gözlerini diktiğinde, hızlı hızlı yemeye başladı. Yemeği bitirip • kahvesini içtikten sonra parayı çıkardı. Vagon görevlisi onu gördü, ama yanına gelmedi. Masadan her geçişinde kadınlara göz kırpıyor. Haze’e ise boş gözlerle bakıyordu. Bn. Hitchcock’la arkadaşı çoktan işlerini bitirip gitmişlerdi. Sonunda adam gelip hesabı aldı. Haze parayı adamın eline sıkıştırdı. Sonra da vagon görevlisini İterek vagondan çıkıp gitti. Bir süre, havası biraz temiz olan, iki vagonun arasındaki bölmede durup bir sigara içti. O sırada tren hademesi yanından geçti. “Hey, Parrum,” diye seslendi onun ardından.

Adam durmadı.

Haze onu izleyerek vagona girdi. Bütün ranzalar yapılmıştı. Melsy’deki istasyonda çalışan adam Haze’e gece boyunca kompartmanlarda oturmak zorunda olduğunu söyleyerek, bir ranza satmıştı; yatağı üstteydi. Ha-ze yatağına gitti. Torbasını çekti. Erkek tuvaletine gidip yatmaya hazırlandı. Midesi çok doluydu. Bir an önce yatağına gidip yatmak istiyordu. Orada yatarak pencereden dışarıya, gecenin içinde trenin yanı sıra kayıp giden topraklara bakmak İstiyordu. Üst kata çıkmak için tren hademesinin çağrılması gerektiğini belirten bir tabela gördü. Torbasını yatağına attı. Tren kademesini aramaya koyuldu. Vagonun bir ucunda bulamadı. Öteki ucuna yollandı. Köşeyi dönerken ağır, pembe bir şeye çarptı; soluğu kesildi. “Sakar,” dedi fısıltıyla. Pembe sahanlığı içinde Bn. Hitchcock’du çarptığı. Kadın, saçını sarmıştı. Yarı kapalı gözlerinin ardından baktı genç adama. Budaklar kafasını kara, zehirli mantarlar gibi çevreliyordu. Kadın, genç adamın yanından geçip gitmeye çalıştı. Haze de yana çekilip ona yol vermek istedi. Ama ikisi de aynı anda aynı yöne gidiyorlardı. Kadının bütün yüzü, birkaç beyaz leke dışında, mosmor oldu. Kendini toparlayıp durdu. “Neler oluyor size?” dedi. Haze kadının yanından geçip koridora attı kendini. Koşarak giderken hademeye çarpıp adamı düşürdü.

“Yatağıma çıkmak istiyorum, Parrum,” dedi.

Tren hademesi ayağa kalktı. Koridordan aşağıya doğru yalpalayarak yürüdü. Bir dakika sonra, donuk bir yüzle, elinde merdiven, geldi. Haze merdiveni yerleştiren adamı izledi; sonra da yukarı tırmanmaya başladı. Yarı yoldayken dönüp, “Seni anımsıyorum. Baban Cash Parrum adında bir zenciydi. İstese de İstemese de, hiç kimse oraya dönemez artık.”
“Chicagolu’yum ben,” dedi tren hademesi sinirli sinirli. “Adım da Parrum değil.”
“Cash öldü,” dedi Haze. “Bir domuzdan kolera kaptı.”
Tren hademesinin ağzı aşağıya doğru büküldü. “Benim babam demiryolcuydu.”
Haze güldü. Adam, kolunu büküp, merdiveni birden çekti. Genç adam yatağa yuvarlanırken battaniyeye yapıştı. Birkaç saniye karın üstü yattı. Hiç kımıldamadı. Bir süre sonra başını çevirip ışığı buldu. Çevresine bakındı. Odada pencere yoktu. Perdenin üstündeki ufak aralık dışında, sımsıkı kapalı olan bu şeyin içinde sıkışıp kalmıştı. Ranzanın üstü alçak ve kavisliydi. Yattığı yerden kavisli kapağın pek kapanmadığını gördü; kapanıyormuş gibi duruyordu. Orada öylece, kımıltısız yattı. Gınlağında, yumunamsı tadı olan, sünger gibi bir şey vardı; bunun kıpırdamasından korkarak, dönmek İstemedi. Işığı söndürmek İstiyordu. Dönmeden kolunu uzattı, düğmeyi el yordamıyla bulup kapadı. Karanlık üstüne çöktü. Sonra da, koridordan sızan ışıkla azıcık seyreldi. Haze koyu bir karanlık İstiyordu, seyrelmişini değil. Bu arada, yeşil perdelere sürtüne sürtüne, ayakları halılara gömülerek koridordan gelen tren hademesinin ayak seslerini duydu. Sonra, uykuya dalar gibi olduğu bir anda, ayak seslerinin geri geldiğini işitti sanki. Perdeler dalgalandı. Ayak sesleri uzaklaştı.
Yarı uykudayken içinde yattığı şeyin bir tabut olduğunu düşündü. İçinde bir insan gördüğü ilk tabut, de-desininkiydi. Yaşlı adamın yanında kaldığı o gece, tabutun kapağını bir çıra parçasıyla açık tutmuşlardı. Haze onu belli bir uzaklıktan izleyerek düşünmüştü; gelip tabutu dedesinin üstüne kapamalarına izin vermeyecekti;
zamanı geldiğinde dirseğini yarığa sokuverecekti. Dedesi, bir gezginci vaizdi,. eşek arısı gibi iğnesini gizleyerek – İsa’yı kafasında taşıyarak üç yöre aşmış bir adamdı. Yaşlı adamı gömme zamanı geldiğinde, tabutunun kapağını kapadılar. O da kımıldamadı.
Haze’in iki erkek kardeşi vardı; biri bebekken ölmüş, küçük bir sandığa konmuştu. Öteki, yedi yaşındayken bir dokuma tezgahının önüne düşmüştü. Bu sandık, normal bir tabutun yarısı kadardı. Kapağını kapadıkları zaman, Haze koşup onu yeniden açmıştı. Herkes çocuğun kardeşinden ayrıldığı için çok üzüldüğünü söylemişti. Ama doğru değildi bu. Kendisi de tabuta girerse, kapağı kapatıldığında ne olacağını merak ediyordu Haze.

Artık uykudaydı. Yine, babasının gömülmesi girdi düşlerine. Adam tabutta, elleriyle, dizlerinin üstünde top gibi olmuş, mezarlığa götürülüyordu. Yaşlı adamın, “Kutumu havada tutabilirsem, hiç kimse üstüme bir şey kapatamaz,” dediğini duydu. Ama çukura geldiklerinde, tabutu pat diye çukura attılar. Babası da, herkes gibi, dümdüz serilip yattı. Trenin sarsıntısı genç adamı yeniden uyur-uyanık duruma getirdi. O sıralarda Eastrod’da yirmi beş kişi falan vardı herhalde, üç tane de Motes, diye geçirdi aklından. Artık, ne bir Motes, ne bir Ashfi-eld, ne bir Blasengame, Fey, Fackson… ne de bir Parrum vardı. Zenciler bile yoktu artık. Yoldan aşağıya dönünce, karanlıkta, dükkanın kapatıldığını, ahırın yana yattığını, küçük evin yarısının çöktüğünü, sundurmanın yok olduğunu, holdeki zeminin kaybolduğunu gördü.

On sekiz yaşında ayrılmadan önce buraları böyle değildi. O zaman orada on kişi vardı. Babasının zamanından bu yana oranın küçüldüğünü de fark etmemişti. On sekiz yaşındayken, askere çağrıldığı için oradan ayrılmıştı. İlkin, ayağına bir kurşun sıkıp gitmemeyi düşünmüştü: Dedesi gibi bir vaiz olacaktı. Bir vaiz de ayaksız idare edebilirdi her zaman. Bir vaizin gücü, ensesinden, dilinden ve kollarından gelirdi. Dedesi bir Ford otomobille üç yöreyi dolaşmıştı. Her ayın dördüncü cumartesisi, bütün halkını cehennemden kurtarmak için tam zamanında yetişerek gelirdi Eastrod’a. Daha arabasının kapısı açılmadan bağırmaya başlardı. Halk Ford’unun çevresinde toplanırdı, çünkü toplanmamak hadlerine düşmezdi. Arabanın burnuna tırmanıp vaazını verirdi. Kimi kez de tepesine çıkıp, tepeden bağırırdı. ‘Hepiniz de taş gibisiniz,’ diye bağırırdı. Ama İsa onların günahlarının kefaretini ödemek için ölmüştü. İsa maneviyata öylesine açtı ki, ölmüştü işte. Öteki büt.ün insanlara karşılık tek bir ölüm! Ama o, her bir ruh için ayrı ayrı, yeniden ölebilirdi! Bunu anlamışlar mıydı? İsa’nın, her bir taş ruh için, on milyon kez ölebileceği-ni, kollarıyla bacaklarının, her biri için on milyon kez çivilenmesine katlanabileceğini anlamışlar mıydı? (İşte bu sırada yaşlı adam Haze’i gösterirdi. Çocuk, onun yüzündeki ifadelerin neredeyse hepsini yansıladığı, böyle-ce de onunla alay eder gibi göründüğü için, Haze’e karşı özel bir küçümseme duyuyordu yaşlı adam.) Şurada duran şu çocuk için, şu kirli ellerini açıp kapayan günahkar ve düşüncesiz çocuk için bile, İsa’nın, on milyon kez ölebileceğini biliyorlar mıydı? orada dikilip duran şu kötü çocuğun, ruhunu yitirmesine razı olmadan önce, İsa’nın on milyon kez öleceğini biliyorlar mıydı? İsa o çocuğu, günah denizlerinde kovalayacaktı! O çocuğun kefareti ödenmişti ve İsa onu hiçbir zaman bırakmayacaktı. İsa, kefaretinin ödendiğini unutturmayacaktı ona. Günahkarlar, ne kazanacaklarını sanıyordu acaba? İsa onları yakalayacaktı sonunda!
Çocuğun bunları duymasına gerek yoktu. İsa’dan sakınmanın tek yolunun, günahtan kaçınmak olduğu yolunda derin, kara ve sözsüz bir inanç vardı zaten. On iki yaşına geldiğinde vaiz olacağını biliyordu o. Daha sonra kafasının gerisinde bir ağaçtan ötekine giden İsa’yı gördü, bastığı yerden emin olmayan, belki de suyun üzerinde yürüyen, bunu bilmeyen, bildiği zaman belki de boğulacak olan, işaret ederek kendisini karanlığa çağıran kılıksız bir adam. ^^mak istediği tek yer Eastrod’du. Her iki gözünün de açık olduğu, ellerinin hep tanıdık bir şey tuttuğu, ayaklarının bildik yolda yürüdüğü ve dilinin gevşek olmadığı yerdi orası. On sekizine gelip de askere çağrıldığında, savaşı, kendisini günaha çağıran bir tuzak olarak gördü. Neredeyse ayağına kurşun sıkacaktı, ama birkaç ay içinde baştan çıkmamış olarak geri döneceğine de güveni tamdı. Şeytana karşı direnme gücüne çok güveniyordu, tıpkı yüzü gibi, ona dedesinden geçen bir nitelikti bu. Devlet kendisini dört ayda geri göndermezse, o zaten kendisi dönecekti. O on sekiz yaş kafasıyla, onlara zamanının tamı tamına dört ayını vereceğini düşünmüştü. Sonuçta, dört yıllığına gitti, bir ziyaret için bile dönmedi.

Ordudayken yanına Eastrod’dan bir tek siyah bir İncil’le, annesine ait olan gümüş çerçeveli bir gözlük almıştı. Gittiği köy okulunda okuyup yazmayı öğrenmişti. Ama bunu yapmamak daha akıllıcaydı, tek okuduğu kitap İncil’di. Onu da pek sık okumazdı. Ama, ne zaman okusa, annesinin gözlüğünü takardı. Bu da gözlerini yorduğunda, kısa bir süre sonra okumayı kesmek zorunda kalırdı hep. Orduda, kendisini günah işlemeye çağıran herkese, Tennessee Eyaleti’nin Eastrod’undan geldiğini, oraya dönüp yaşayacağını, İncil vaizi olacağını ve ruhunun devlet tarafından ya da devletin yolladığı herhangi bir yabancı yer tarafından lanetlenmesine izin vermeyeceğini söylemeye niyetliydi.

Birkaç hafta sonra kampta birkaç arkadaş edindi -aslında arkadaş sayılmazlardı ya, birlikte yaşamak zorunda olduğu insanlardı daha çok- ve beklediği fırsat çıktı; bir çağrı. Annesinin gözlüklerini cebinden çıkarıp taktı. Ötekilere, bir milyon dolar ve kuştüyü bir yatak da verseler, onlarla gitmeyeceğini, Tennessee’nin Eas-trod’undan geldiğini söyledi. Sonra, ruhunun devlet tarafında ya da devletin gönderdiği herhangi bir yabancı yer… ama o noktada sesi çatallaştı ve sözünün sonunu getiremedi. Suratını çelik gibi dondurmaya çalışarak, onlara gözlerini dikti. Arkadaşları ona, rahip olmadıkça hiç kimsenin onun lanet ruhuyla ilgilenmeyeceğini bildirdiler. O da onlara, papadan emir alan hiçbir rahibin, ruhuyla oynamayacağını söyledi. Arkadaşları da onun zaten bir ruhu olmadığını söyleyip geneleve yollandılar.

Onlara inanmak İstediği için, inanması çok uzun sürdü. Tek İstediği onlara inanmak ve ruhundan büsbütün kurtulmaktı. Yozlaşmaksızın ondan kurtulma, yalnızca ve yalnızca şeytana dönme fırsatını orada görüyordu. Ordu onu dünyanın öteki ucuna yollamış, sonra da unutmuştu. Yaralandığında ancak şarapneli göğsünden çıkaracak kadar ilgilendiler onunla – şarapneli çıkardık dediler, ama hiçbir zaman ona göstermediler. O da hep, içindeki, paslı, kendisini zehirleyen şarapnelle yaşadığını düşündü. Sonra bir gün bir başka çöle gönderildi ve yeniden unutuldu. Ruhunu incelemek ve onun orada olmadığına inanmak için, dilediğinden çok zamanı oldu. Bu gerçeğe tümüyle inandığındaysa, bunu zaten ta başından beri bildiğini anladı. Tek mutsuzluk kaynağı, evine duyduğu özlemdi, İsa’yla hiçbir ilişkisi yoktu. Sonunda ordu kendisini terhis ettiğinde, hala yozlaşmamış olduğunu düşünmek hoşuna gitti. Tek istediği,Tennessee’nin Eastrod’una gitmekti. Siyah İncil’le annesinin gözlüğü yine el çantasının dibinde duruyordu. Artık hiçbir kitap okumuyordu. Ama Siyah İncil’i saklıyordu. Evinden gelmişti çünkü o. Gözlüklerini de gözleri zayıfladığında kullanmak için saklıyordu.

Ordu onu, gitmek istediği yerin üç yüz mil kadar kuzeyindeki bir kentte salıverdiğinde, hiç zaman yitirmeden demiryolu istasyonuna gidip, Eastrod’a en yakın istasyon olan Melsy’ye bir bilet almıştı. Sonra, trenin kalkmasına dön saat olduğu için istasyonun yakınındaki kuytu, karanlık bir dükkana gitti. İçine girildikçe daha da karanlıklaşan, mukavva kokulu, ince uzun bir dükkanda bu. Dükkanın gidebildiği kadar içlerine gidip, mavi bir takımla koyu renk bir şapka aldı. Askeri üniformasını bir kese kağıdına tıkıp, köşedeki çöp kutusuna attı. Aydınlığa çıkınca, yeni takım elbisenin parlak mavi olduğu anlaşıldı. Şapkanın çizgileri sertleşir gibi oldu.

Akşamüstü beş buçukta Melsy’ye vardı. Pamuk tohumu taşıyan bir kamyonla, Eastrod yolunun yarısına kadar gitti. Geri kalan yolu yürüyerek tamamladı. Eastrod’a, hava daha yeni yeni kararırken, akşam dokuzda vardı. Ev gece gibi karanlıktı, gecenin içinde yok olmuştu. Çevresindeki tahta çit yer yer yıkılmıştı, sundurmanın tabanında ot bitmişti. Bunları görmesine karşın, evin artık boş bir kabuk olduğunu bir anda kavrayamadı. Bir ev değil de, bir evin iskeleti olduğunu. Bir zarfı büküp kibriti çaktı. Boş odaları bir aşağı bir yukarı dolaştı. Zarf yanıp bitince bir tane daha çıkarıp evi bir daha dolaştı. O gece, mutfakta, yerde yattı. Tavandan düşen bir kalas tam kafasına isabet etti, yüzünü kesti.

Evde hiçbir şey kalmamıştı. Mutfaktaki aynalı dolaptan başka. Annesi hep mutfakta yatardı. Ceviz dolabı da hep mutfakta dururdu. Buna otuz dolar saymış, ondan sonra da kendine büyük bir şey almamıştı hiç. Evdeki öteki her şeyi alan her kimse, bunu bırakmıştı. Haze hiç kimsenin böyle bir aynalı dolabı gelip de çalmamış olmasına şaşırdı. Eline bir paket ipi alıp dolabın ayaklarına doladı. Sonra ipi yerdeki tahtaların arasından geçirdi. Dolabın bütün çekmecelerine birer kağıt parçası bıraktı. Kağıtlara şöyle yazmıştı; BU AYNALI DOLAP HAZEL MOTES’IN MALIDIR, SAKIN ÇALMAYA KALKMAYIN, YOKSA YAKALANIR, ÖLDÜRÜLÜRSÜNÜZ.
Yarı uykulu bir halde, bu aynalı dolabı düşündü ve aynalı dolabın korunduğunu bilerek annesinin mezarında huzur içinde yatacağına karar verdi. Gecenin bu saatinde gelirse, bunu görecekti. Annesi geceleri yürüyüp buraya geliyor muydu acaba? Yüzündeki o huzursuz, dik bakışıyla, gelecekti, tabutunun yarığından gördüğü o bakışıyla. Tabutun tam üstüne kapatırlarken yarıktan görüverdiği bakışıyla. O sırada on altı yaşındaydı. Annesinin yüzüne yerleşen, dudaklarını sanki hayattan olduğu kadar ölümden de hoşnut değilmiş gibi aşağı sarkıtmasına yol açan gölgeyi görmüştü; sanki tabutundan fırlayıp, kapağı açacak, uçacak ve mutlu olacakmış gibiydi; ama kapağı kapattılar. Belki de oradan uçabilecekti. Fırlayabilecekti belki. Haze annesini düşünde, korkunç, kocaman bir yarasa olarak gördü; kapaktan fırlayıp uçan bir yarasa. Ama annesinin üstüne çöküyordu karanlık, hiç durmadan. Haze, tabutun içinden, karanlığın çöktüğünü, giderek daha, daha aşağıya indiğini, ışığı ye odayı böldüğünü, geriye püskürttüğünü gördü. Gözlerini açtı, kapağın kapandığını, karanlığın indiğini gördü. Yarığın arasından dışarı fırladı, başınla, omuzlarını takoz gibi aralığa soktu. Orada, sersemlet’liş bir durumda öylece kaldı. Trenin ölgün ışığı, aşandaki halıyı aydınlatıyordu. Haze, ranza perdesinin tepesine asılmış duruyordu. Vagonun öte yanında tren hademesi vardı. Karanlığın içinde bembeyaz bir insan sureti. Orada durmuş onu izliyordu kımıldamaksızın.

“Midem bulanıyor,” diye bağırdı ona. “Şu şeyin içinde sıkışıp kaldım. Çıkar beni buradan!”
Hademe durmuş ona bakıyor, kımıldamıyordu.
“İsa aşkına,” dedi Haze, “İsa aşkına!”
Hademe kımıldamadı. “İsa gideli çok oldu,” dedi, ters, mutlu bir sesle…

2. BÖLÜM….

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Kötü Karma

Editor

Flashforward

Editor

Harry Potter ve Ateş Kadehi

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası