Ukraynalı aydınlar sınıfından küçük bir aileye mensup Rus yazarlarındandır. Babası, ondaki tiyatro
merakını keşfedip yazar olması için teşvik etmiştir.
Yüksek tahsil yapmak üzere, binbir ümitle Petersburg’a gitti. Umduğunu bulamadı ve küçük bir memur
olarak göreve başladı. Arkasından, bir kız mektebinde tarih öğretmenliği yaptı. Bu arada ilk kitabını
yazdı. Ukrayna’nın zengin folklorundan faydalanarak kaleme aldığı “Masalllar” hemen ilgi gördü. (1831)
Arkasından -bütün maddi sıkıntılara rağmen-Taraş Bulba ve Mirgorot hikâyelerini yazdı. Üslubundaki
alaycı ve trajik dil edebiyatçıların dikkatini çekti. Yaşadığı dönemin sefaletini ve buna sebep olan
yönetim zaafını karikatü-rize etmesi sansür kurulunu kızdırdı. Rüşvetçilik suçuyla Roma’ya sürüldü.
(1836)
Nevski Bulvarı, Bir Delinin Hatıra Defteri, Portre, Burun, Palto, Müfettiş gibi hikâyelerinde, insanların
fakirlik, sefalet ve baskı yüzünden nasıl şahsiyetlerini yitirdiğini ve delilik sınırına kaydığını alaylı bir dille
gösterdi. Ölü Canlar’m ve Müfettişin kopardığı fırtına Gogol’ü tekrar Rusya dışına attı. Dostları bile onun
aşırı ve kırıcı bir dil kullandığını söyleyince bunalıma
düştü. Bir halı kafilesi ile Kudüs’e gitti. Yaptığı hataları telafi etmek için fanatik bir din adamına danıştı;
ona bütün düşüncelerini açtı. Aldığı tavsiye üzerine Ölü Canlar’a özür niteliğinde bir ilâve yaptı. Bu aşırı
gelenekçi papazın Gogol’a empoze etmeye çalıştığı fikirler hiç de onun yaratılışına uygun değildi. Gogol
tekrar bunalıma düştü. Yazdığı yeni hikâyelerin müsveddelerini bir gece yaktı.
Son günleri acılar içinde geçti. Bütün dostları kendisinden yüz çevirdi. Gogol, insanlardan kaçıp intivaya
çekildi. Devamlı aç kalmaktan bitkin düşmüş bir halde, 43 yaşında iken, 1852 yılının Şubat ayında öldü.
Elinizdeki kitap hakkında :
Bir Delinin Hatıra Defteri adlı bu kitap, 3 ayrı hikâyeden oluşmaktadır.
Birinci hikâye, kitaba adını veriyor aynı zamanda.
ikinci hikâye, Palto. Yayınlandığı dönemde büyük yankı yapan bir hikâye. Aynı zamanda tiyatro olarak
dünyanın pek çok ülkesinde ilgiyle izlendi.
Üçüncü hikâyenin ismi de Burun.
Şimdi sizleri, beğeneceğinizi umduğumuz Gogol’ün birbirinden güzel hikayeleriyle başbaşa bırakıyoruz.
3 Ekim
Sabah uyandığımda içimi bir korku sardı. Hizmetçim Mavra ayakkabılarımı getirince saati sordum. Onu
birkaç dakika geçtiğini söyleyince korkumun sebebi anlaşıldı. Yine daireye geç kalmıştım. Eğer şu pinti
muhasebecimizi yakalayıp birkaç kuruş avans koparma ümidim olmasa, bugün daireye gitmeyecektim.
Şube müdürümüzün suratını asıp beni nasıl azarlayacağı belliydi. Zaten birkaç gündür dırlanıp
duruyordu: “Bıktım senin şu dağınıklığından! Sen adam olmazsın azizim… Dairede aptalca dolaşıp,
evrakı birbirine karıştırıyorsun. Tarihleri yanlış atıyorsun, noktadan sonra küçük harfle başlıyorsun.
İlkokul çocuğu bile senden güzel yazar.”
Şu bizim müdür kadar kendini beğenmiş adam zor bulunur. Uğursuz, leylek bacaklı, kısa kollu, tip bir
herif. Beni kıskandığı kesin… Tatmin olmak için odasına çağırır, bütün kalemlerini açtırır.
Haydi müdür ne ise… Ya şu muhasebeci domuzu! Adam sanki basit bir daire muhasebecisi değil de
hazine müdürü…
Çalımından geçilmez. Bir memurun anası bile ölse, maaşını peşin alamaz. Yalvar yakar, önünde diz çök,
çatla, patla; kılı bile kıpırdamaz kâfirin… Karısından dayak yediğini sanki bilmeyen var. Adam, devlet
kasasından maaş verirken bile eli titrer; sanki cebinden veriyor…
Ben hariç, bizim dairenin bütün memurları torpillidir. Her birinin sırtını dayadığı soylu bir dayısı vardır.
Maaşları az, havaları çoktur. Hepsi de kibarlık budalasıdır. “Efendim-“den, “lütfen “den geçilmez, etraf
pırıl pırıldır. Başkenttekiler bile böyle temizlik görmemişlerdir. Masalarımız maundan, sandalyelerimiz
cilâlı ağaçtandır. Amirlerimiz bizimle “siz” diye konuşur. Zaten bu aristokratik hava olmasa, çoktan
istifamı basar giderdim.
Havı dökülmüş ve eskimeye yüz tutmuş paltomu giyip dışarı çıktım. Sağanak halinde yağmur yağıyor.
Şemsiyemi açtım, dükkânların kepenklerini kaldıran küçük esnaflara selâm vere vere ilerledim. Hızlı hızlı
temizlik işine giden gündelikçi kadınlardan başka sokakta kimseler yok. Đleride birkaç hademeye
rastladım. Yol kavşağında, efendi kılıklı bir memura gözüm ilişti. “O da benim gibi daireye geç kalmış…”
diye mırıldandım. Sonra birden vaziyeti çaktım: “Yo birader! dedim, seninki daireye gitmek değil. Şu
önde giden dişiye yetişmeye çalışıyorsun.”
Ne namussuz, ne zamparadır şu bizim memur takımı! Subaylardan aşağı kalmazlar. Sokakta gördükleri
her süslü kadının peşine düşerler.
Böyle düşünerek yürürken, bir mağazanın kapısında duran arabaya gözüm ilişti. Arabayı hemen tanıdım.
“Bizim Genel Müdür’ün gündüz burada ne işi var?” diye merak ettim. Arabanın kapısı açıldı; etek
hışırtılarının ardından müdürün kızı göründü. Derhal köşeye saklandım. Uşak
yerlere kadar eği^rek temenna durdu. Küçük afet, gerdan kırarak sağa sola baktı. Kaş-göz oynattı ve
değnek yutmuş gibi dim dik yürüyerek mağazanın kapısından girdi. Durduğum yerde bütün yağlarım
eridi. Yakası yağ bağlamış eski paltoma sarılıp bekledim. Dengi olmadığımı bile bile bu kıza tutkundum.
Kızın küçük finosu, hanımı gibi hava atıp çalım satayım derken hızla açılıp kana kapıdan içeri girmeye
fırsat bulamadı; dışarıda kaldı. Buna uşak sebep olmuş gibi, adamcağıza havlayıp kendi diliyle onu bir
güzel azarladı.
Ben, hanımına tanıdığım kadar bu hoşhoşu da tanırım. Adı “Meci”dir. Paltoma sarınmış, kararsızlık içinde
beklerken incecik bir sesin;
— Merhaba Meçi! dediğini duydum. Konuşanı görmek için merakla etrafa baktım. Yan yana yürüyen iki
bayan gördüm. Biri genç diğeri yaşlıca idi. Yanımdan geçerken aynı ince ses:
—Ayıp değil mi, Meçi? dedi.
Vay canına! Ne iş bu? Gözlerime inanamıyorum… Bizim Meçi, iki bayanın arkasından giden dişi hoşhoşa
yanaşmış kur yapıyor. Duyduğum ses de bu hoşhoşa ait… “Sarhoş muyum neyim?” dedim kendi
kendime; ama içki kim ben kim!
Meçi cevap veriyor:
— Haksızlık etme, Fidel! Bana daha nazik davranmalısın, hav hav… iki gündür hastayım, hav hav…
— Ah, özür dilerim, Meçi! Bu duyduğuma çok üzüldüm, hav, hav…
iki fino gerçekten insan diliyle mi konuşuyorlardı; yoksa ben mi köpekçiği anlamaya başlamıştım? Vay
canına, hav hav!
Okuduklarımı hatırlayınca şaşkınlığım geçti. Şu sıralarda, dünyada buna benzer olaylar gerçekleşiyor ki.
Yazdıklarına göre İngiltere’de bir balık suyun yüzüne fırlayıp iki kelime bağırmış. Bir gün iki ineğin bir mağazaya girip
bir kutu şeker istediklerini okudum. Haydi bütün bunlar mümkün diyelim… Ya şuna ne dersiniz (Meçi
devam ediyor):
— Sana mektup da yazmıştım; ama bizim Ponkal tembellik edip getirmemiş galiba…
Her şey mümkündür, fakat köpeklerin yazı yazabildiğini hiç duymamıştım. Ağzım bir karış açık kaldı…
Yazı yazmayı insanlar bile doğru dürüst beceremezken, hayvanlar bu işi acaba hangi okulda
öğrenmişler?.. Ancak soylu kişiler imlaya uygun yazabilir. Gerçi son zamanlarda esnaftan yazı yazanların
sayısı bir hayli arttı. Hatta derebeylerimizin kölelerinden bazıları da yazmayı öğrenmiş. Tuh be! Memur
takımının itibarı artık ayağa düştü demektir.
Şu “Fidel” denen hoş hoş yosmayı takip etmeye karar verdim. Bakalım nerede oturuyor? Bu işin aslı
nedir, öğrenmem gerek. Şemsiyemi açtım, iki bayanın peşine takıldım. Grohovaya sokağından
Meşcanskaya’ya saptılar; oradan Stolyarna’ya döndüler. Sonunda Kukuşkin köprüsünün karşı yamacına
geçip büyük bir binanın önünde durdular. Bu evi bilmeyen yoktur. Meşhur “Zeverkov’un Evi”. Ev değil,
geldi geçti hanı gibi bir yer. Kimler yok ki: Gündelikçi kadınlar, emekli subaylar, taşradan gelmiş on
ilhanx
dördüncü dereceden memurlar, dul ihtiyarlar… Balık isfihi gibi odalara sıkışmış otururlar. Trampet çalan
bir arkadaşım da burada oturur…
iki bayan hoşhoşla birlikte beşinci kata çıktılar. “Eh, bu seferlik bu kadarlık ilgi yeter; boş bir zamanımda
gelir devamını öğrenirim.” diye düşündüm ve geri döndüm.
4 Ekim ,
Bugün çarşamba. Genel müdürün odasında çalışıyorum. Bütün kalemlerini yontmak için erken geldim.
Bizim müdür çok okuyan bir soylu; odası kitapla dolu… Merak edip bazılarının adını okudum, hepsi de
yüksek ilimlerden bahseden eserler, bizim gibi ayın sonunu zor getiren ufak memur takımının
anlayamayacağı dilden kitaplar… Fransızca, Almanca ve Đngilizce olanları da var. Vay anasını, şu işe
bak! Biz Rus-çayı zor okurken, genel müdür hazretleri Fransızca, Almanca, ingilizce kitaplar okuyor…
Zaten hazretin yüzüne bakmak yeter; haşmet akıyor!.. Ağzından bir tek boş laf çıkmaz. Evrak getirdiğim
zaman bazan lütfedip hatırımı sorar. “Sağlığınıza duacıyız ekselans!” derim. Ne de olsa devlet adamı…
Bize benzememesi normal… Ama beni sevdiğini biliyorum. Çünkü, ekselansları sadece değer verdiği ve
sevdiği memurların hatırını sorar…
Etrafa çeki düzen verdikten sonra, sehpanın üzerindeki “Arı Mecmuası”na bir göz attım. Şu Fransız
milleti de ne ahmak! Nedir istedikleri? Arıların dilini öğrenip daha çok bal elde etmenin yollarını
arıyorlarmış… Vallahi elimde yetki olsa, hepsini meydana toplar sopadan geçiririm… Hah, yazı dediğin
böyle olur işte! Şu Kursklu derebeyinin makalesi ne güzel… Bir ara saatin on ikiyi vurduğunu duydum.
Vakit ne çabuk geçmiş… Bir makale daha okumaya niyetlendiğim sırada kapı vuruldu. Genel müdürün
geldiğini zannederek ceketimin düğmelerini ilikledim, esas duruşta bekledim, öyle bir şey oldu ki, hiçbir
yazarın bunu anlatmaya gücü yetmez. Gelen müdür değildi; O’ydu! O, yani müdürün kızı… Alla-hım! Ey
azizler! Bana güç verin! Bayılmadan kendimden geçmeden ono cevap verebileyim. Üstündeki beyaz
elbise ile tıpkı bir kuğuya benziyordu. Hayır, ne kuğusu! Güneşe,
evet güneşe benziyordu. Selam verdi ve gülümsedi. Bana gülümsedi…
— Babam yok mu? diye sordu.
Eğer gözlerim kamaşıp başım dönmeseydi, diyecektim ki:
— Hanımefendi, sevgili prenses… Kulunuz köleniz olayım, azizem…
Diyemedim. Tutulması dilimin, bir türlü çözülmedi. Sadece:
— Hayır efendim, henüz teşrif etmediler… Diyebildim. O da önce bana sonra raftaki kitaplara bakıp
gülümsedi.
Bu arada elindeki mendili düşürdü. Fırlayıp yerden mendili aldım. Aksilikler hep beni bulur; az kalsın cilalı
parkede kayıp düşecektim. Utançtan kızarmış bir suratla, gülümsemeye çalışarak, mendili takdim ettim.
Nasıl anlatsam o mendili bilmem: Beyaz, kar gibi, ince pakistadan… Generallere yakışır, mini mini, miski
amber kokan, kenarları işlemmiş, asil bir mendil. Teşekkür etti ve inci gibi dişleriyle gülümsedi. Eteklerini
hışırdatarak odadan çıktı. Bir saat sonra ekselansın uşağı geldi:
— Eve gidebilirsiniz Aksenti Ivanoviç, dedi; general bir toplantıya gittiler.
Şu uşak takımından nefret ederim! Antrede, bir sandalye üzerinde kurulur, ayağa kalkmak şöyle dursun;
selam vermeye bile üşenirler. Sanki uşak değil, efendilerinin yaveri… Küstahlıkları hazmedilecek gibi
değil. Generalin uşağında da aynı hava. Geçen gün, sandalyeye kurulmuş, bacak bacak üzerine atmış,
yerinden kıpırdamaya lüzum bile görmeden elindeki tütün tabakasını uzatmaz mı:
— Buyurun bir tane de siz sarın.
Bak şu terbiyesize! Ulan küstah, kendini bilmez mankafa! Karşındaki bugüne bugün soylu bir adam, bir
devlet memuru. Senin gibi aşağılık bir uşak değil…
Portmantodan şapkamı aldım. Tabiî paltomu da kendim “giydim. Herifin aldırış ettiği yok…
Doğruca evime gittim. Şiir defterini çıkardım. Sevgilim için şahane bir şiir yazdım.
Sevgilimi bir saat göremesem,
Bir yıl görmedim sanırım.
Sensiz hayatın tadı yok,
Sensiz yaşamaktan nefret ederim.
Puşkin’den kopya ettiğimi sanıyorsunuz değil mi? Hayır, tamamen öz ilhamın eseridir. Zaten Puşkin
olsaydı, ancak bu kadar yazabilirdi… Asil aşka, asil bir şiir yakışır.
Akşam paltomu sırtıma geçirip generalin evinin önüne kadar yürüdüm. Kapıda iki saat bekledim. Belki
bir yere giderler diye… Fakat umudum boşa çıktı.
6 Kasım
Bu sabah şube müdürü ile fena kapıştık. Daireye adımımı atar atmaz, odacı gelip müdürün beni
istediğini söyledi. Ben içeri girince, odacıyı gönderdi.
— Aksenti Ivanoviç! Nedir bu yaptıkların?
— Ne yapmışım, beyefendi?
— Aklını başına topla, kırkım geçmiş bir adamsın! YAptıklarım gören, “İvanov kafayı üşütmüş.”
diyecek.
— Ne demek istediğinizi anlayamadım, ekselans?
— Demek yaptığın maskaralıkların farkında değilsin! Bu yaştan sonra delikanlı gibi davranmak senin
neyine? Kendini ne sanıyorsun? Bir soylu mu, bir general mi, yoksa birinci dereceden daire müdürü mü? Kendine gel!
Beş parasız sıradan bir evrak memurusun… Maaşın sırtına yeni bir palto bile alamayacak kadar düşük,
zavallı bir adamsın. Generalin kızına kur yapmak senin neyine? Eğer general bunu duyarsa, işini de
kaybeder perişan olursun. Bak seni uyarıyorum! Git ve aklını başına topla!..
Herifin beni kıskandığı kesin… Onun da generalin kızında gözü var… Mevki makam sahibi olmakla
kendini bir şey sanıyor. Saati altın kösteklimmiş, nehir kenarında yazlığı, şehir merkezinde konağı, atlı
arabası, uşakları varmış… Hepsi vız gelir! Ben de yükselebilirim. Henüz kırk iki yaşındayım. Tam çalışma
ve yükselme çağı… Biz de sırası gelince albaylığa ve kader “yürü” derse belki de generalliğe yükseliriz…
O zaman biz de modaya göre giyinir, kıravat bağlar seni cebimizden çıkarırız… Şimdilik gücümüz
yetmiyor, elimiz darda… Sırtımdaki şu eski palto ile sevgilimin karşısına çıkmaktan utandığımı sende
biliyorsun… Bildiğin için de burnun bir karış havada, kendini dev aynasında görüyorsun…
Akşam tiyatroya gittim. “Rus Aptalı Filatka” oynuyordu; çok eğlendim. Ayrıca avukatları tenkit eden ve
on dördüncü derecede memurlarla dalga geçen serbest bir vodvil vardı. Sansürün buna nasıl izin
verdiğine şaştım. Piyesin yazarı ustaca gazetecilerle, hovarda soylularla, soyluluğa özenen tüccarlarla
alay etmiş.