27 Mayıs 1960 askeri darbesinden önce Türkiye içten içe kaynıyor. Kenan, yıllar önce gizli komünist partisine girme suçlamasıyla polis sorgusunda çabucak yılgınlığa düşmüş, eski çevresinden tümüyle kopmuştur. Karısı ve çocuğuyla korunaklı bir yaşam sürdürmektedir. Aslında mutsuzdur, içi ile barışık değildir. Bir meyhanede tanıştığı genç Günsel, içinde çürümemek için direnen ne varsa hepsini ateşleyiverir. Aşk, direniş, devrim günleri… Yaşam, Kenan’a kendini bir kez daha sınama olanağı verir.
Vedat Türkali’nin ilk romanı 30 yaşında
I
İkinci katın merdivenlerine gelince durdu. Bir yorgunluk vardı üstünde. Bir iş de yapmadım bugün, havalardan belki de. Basamakları ağır ağır çıkmaya başladı. Sağ eli alışkanlıkla cebine girdi, anahtarı çıkardı. Üçüncü kata gelmişti. Durdu, kapıya, zile, üstte çakılı 16 numaraya baktı. Ne sersem herifim ben, ilk geliyorum sanki. Anahtarı uzattı, yavaşça kilide soktu, döndürdü. Durdu. Kapı zilinin yanındaki adına takılmıştı. Heceledi. Böyleydi; içinde bir ağırlık duydu mu kendi adına kızardı en çok. Ne güzel adlar var dünyada. İçeri girdi, ağır ağır kapıyı kapattı.
— Kenan!..
__Evet!!!
Gözün aydın Nerminciğim, akşam oldu kavuştuk.
Tabak çanak tıkırtıları, yağ cızırtıları…
— Kusura bakma canım, gelemiyorum. Ellerim yağlı…
Ses çıkarmadan terlikleri geçirdi ayağına. Bir şey mi dedim.
gelmedin diye? Severim seni Nerminciğim, biliyorsun; gelmesen de severini biricik kancığım. Salona geçti, koltuğa bıraka kendini. Soyunup dökün meye, yıkanmaya gücü yoktu. Uzandı, raftan bir kitap aldı. Yaran olur böyle durumlarda. Bir şeyler okursun. Dalar gidersin. Her şeyi unutursun çoğu kez. “Sadece okumaya yarıyorsa kitaptan iyi afyon yok!..” Sarp derdi ama, en çok da kendi okurdu hergele. Başka ne işe yarasın kitap?.. Bedri Rahmi’nin şiirleriydi elindeki. “Boşuna da alabalık boşuna” diyordu. Birkaç dize daha okudu isteksiz, yerine koydu. Ezbere biliyordu çoğunu. Boşuna da alabalık boşuna!.. Duvardaki Brueghel resmine takılıp kaldı. Bir dergiden kesmişti. Ne herif şu Brueghel!.. Nasıl alaylı bakar böyle acılı dünyaya?.. Şu İskeleden bak!..
— Merhaba canım…
Nermin ellerini kurulamış, ovuşturarak geliyordu. Gülümseyerek baktı karısına. Nermin eğildi, dudağının kıyıcığından öptü karısını.
— Ne o? Bir şeyin var senin…
Saki ayam azsın ki kadınlardan. Soğuk mu kaçtı?..
— Yorgunum biraz… Kuşkulu baktı Nermin.
— O kadar mı?
— O kadar…
Başka ne olsun? Yorgunluk dendi mi iş güç, bulaşık, çamaşır senin için. Ya o hiç bitmeyecek sanılan şey. Brueghel resmine takılmıştı yine. Bir Kenan’a, bir resme baktı Nermin. Uzandı, düzeltti eğri duran resmi. Gülerek döndü Kenan’a:
— Hiçbir şey de kaçmaz gözünden, dedi. Kadın toz aldı mı hep böyle bırakır. Temizlik vardı bugün, biliyorsun…
Nasıl da anlarsın!.. Kalkalım, çatışacağız yoksa.
— Zeynep nerede?
— İçerde, ders çalışıyor. Gelir gelmez odasına kapandı. Sorma… Öğretmen ders vermiş!.. Ama ne şeker oldu Kenan. Siyah önlük, beyaz yaka…
— Gördüm…
Yarak odasına yürüdü koridordan.
— Çabuk o! da yiyelim Kenancığım. Her şey hazır…
Ses çıkarmadan geçti yatak odasına. Kapıyı kapattı. Yatağa uzanıvermek geliyordu içinden. Giysi dolabını açtı, aynada kravatını gevşetti ağır ağır. Tam çözüyordu ki Nermin kapıyı araladı.
— Soyunma Kenancığım, dedi çekingen, unuttum söylemeyi, Rasimler geliyor bu aksam. Refis telefon etti demin.
Önce anlamamış gibi durup baktı karısına. Dudaklarım oynattı, güçlükle çıkıyordu sözler.
— Olmaz demedin mi? Bu gece olmaz demedin mi? Bakıp duruyordu Nermin.
— Ne bileyim, sen…
Sonunu getiremedi. Yavaşça çekti kapıyı. Kenan ne yapacağını bilmeden kaldı bir an. Sonra yürüdü kapıya; boynunda gevşemiş kravatı sallanarak koridoru geçti. Allah hepinizin belasını versin! Rasim’inin de, Refiş’inin de, senin de… Telefonu çevirirken sövgüler kızgınlığın yansını götürmüştü.
Rasim çıktı.
— Rasim!..
— Sen misin? Söyle…
— Bize gelecekmişsiniz.
— Gelmeydim mi?
— Gelmeyin…
— Ne bokun var yine?
— Hemen yatacağım, iyi değilim.
— Kalkma bir daha da…
— Eyvallah!..
— Dur ulan kapatma İki laf edelim.
— Halim yok.
— Hay patla!.. Yarın uğra bana…
— Olur…
Kapattı, kurtulmuştu. Hiç yoktan bir şey bu da… Yemek odasına baktı. Bekliyorlardır. Kravatını sıkıştırdı, odaya girdi. Yoktu kimse. Masaya oturdu. Biraz sonra Nermin, elinde yemekle göründü mutfaktan. Zeynep’e seslendi. Gülümseyerek bakıyordu Kenan’a. Niye böyledir bu kız? Gülümsemek zorunda tınsın Nerminciğim?
— Senin gibi olamıyorum ben, dedi Nermin, Kenan’ı över gibi. Nasıl diyeyim gelmeyin?
Sakın olma benim gibi Nerminciğim; bir de sen oldun mu benim gibi, tamam. Zeynep girip de Kenan’ın yanağından öpücükler alınca bir şeyler değişecek gibiydi, değişmedi yine de. Zeynep oralı değildi. Şişkin yanağını boşaltıp Kenan’a baktı.
— Anlaşılıyor babacığım, dedi, sınıfı geçeceğim… Nermin güldü birden. Kenan da gülümsedi ilk kez. Nermin, bunu beklermiş gibi kesik bir kahkaha attı. Zeynep’e baktı.
— Nasıl anladın kızım, dedi, ilk günden?.. Zeynep gülmüyordu.
— Çok seviyor öğretmen beni, dedi aynı inanmışlıkla. En öne aldı beni…
Tabak, çatal sesi, ağız şapırtısı başladı yine. Nermin, sessizliği bölmek ister gibi:
— Yarın akşamüstü inelim de, dedi, bir şeyler alalım seninle. Zeynep’in de pabucu yok…
Kenan üzüm yiyordu dalgın.
— Yarın işim var, dedi soğukça, sen alıver…
Sözünü bitirmeden telefon çalmaya başlamıştı. Zeynep fırlıyordu ki Nermin çekip oturttu.
— Sen yemeğini bitir bakayım…
Nermin’in yardımına yetişmişti telefon. Ağladı ağlayacaktı Kenan’ın sözüne. Alışık değildi bu davranışlarına Kenan’ın. Eskiden… Başını eğip kalktı masadan. Zeynep yemeği bırakmış, içerdeki konuşmaya kulak kesilmişti.
— İyiyiz anneciğim. Kenan da iyi, saygıları var… Sormayın, öyle şeker oldu ki anneciğim…
— Anneannem!., diye fırladı Zeynep.
Kenan yalnız kalmıştı. Kalktı, yatak odasına geçti çabucak… Ağır ağır soyunup ev giysilerini geçirdi. Ellerine baktı. Yıkanmamıştı eve gelince. Bu pis etlerle yemeğe oturduk. Neler derdik Zeynep yapsa!.. Her şeyimiz yalan… Yatarken yıkanırım artık Ağır ağır salona geçti. Nermin bulaşık yıkıyordu. Çanak, tabak sesleri, su şırıltısı. Daracık ev. Daracık mı?.. Anadolu’dan gelin cc Erenköy’de, kaynanasının evinde oturmak zorunda kalmışlardı dört yıl. Nasıl bayram etmiştik bu beş odalı evi bulunca, hem de Şişli’nin göbeğinde. Şimdi de ne daracık… Böyleyiz işte… Ne yapalım böyle olmayalım da?. Değişeceğiz, yasa bu… Ne şiirler yazdık, ne söylevler çektik bir zamanlar. Değişmeyen tek şey değişmektir de bu ülke niye değişmez: ÖööÖöyle durur! Değişmedi mi? Daha ne olsun; Değişti işte!.. Öfff”, çileden çıkıyor adam… En iyisi düşünmemek!.. Kötü toprağa düşmüşüz bir kez. Başka ülkedekiler bizden daha mı güçlü sanki?.. Ev ülke… Başlama yine… Kitaplığın üstündeki Cumhuriyet’i aldı. Amerika, Naco, Kızıllar, Vatan Cephesi, Menderes, İnönü… Resimler, yazılar, dizi dizi karalar… Bıraktı gazeteyi. Elinde tepsi ile Nermin görünmüştü kapıdan. Kahveyi uzatırken:
— Çok selam söyledi annem, dedi… Göreceği gelmiş, hafta sonu gelseniz, dedi.
Kenan kahveyi yudumlamaya başladı ses çıkarmadan. Nermin bekler gibi durdu bir an, ağır ağır çıktı. Belli etmemeye çalıştı bir kırgınlığı var gibiydi. Kenan bir süre baktı ardından. Bu kız da bana küser. Ne yapsın?.. Biriki yudum kahve iyi gelmişti. Telefon çalmaya başladı birden… Sinirlenmeden kalktı, gitti telefona, koşarak giren Nermin’i görmemiş gibi eğildi, duvar dibindeki fişi çekti yavaşça, oracığa bıraktı. Yine aynı umursamazlıkla yerine dönerken dikilmiş kalan Nermin’e baktı.
— Zeynep yata mı?
Bir an durdu Nermin yutkunur gibi.
— Yıkanıyor, dedi yavaşça, şimdi yatacak.
Döndü, çabucak çıktı odadan. Kenan dalgın bakıyordu ardından. Ne yapalım Nerminciğim? Sen de kırgın ol biraz. Ben nasıl kırgınım biliyor musun? Her şeye, herkese, başta kendime. Ne suçun var senin? Bende iş yokmuş. İki tokatlıkmış demek bütün direncim, inancım… Bu kadarı da çok! Bir şey yitirmedim ki inancımdan. Tokat da vız gelir. İnandım mı, koydum mu aklıma, her şey vız gelir. Müfettişe nasıl direndim Konya’da? Yalnız müfettişe mi? Bütün kente direndim tek başıma… Kentin kodamanlarına… Yıldırabildiler mi? Yolumu mu kesmediler, dövmeye mİ kalkmadılar? Vız gelir bana… Bir not koparabildiler mi? Kimin oğlu olursa olsun, çakar, ne yapalım? Alır tasdiknamesini, o kadar. Bırak şimdi, o başka. O dayak da başka… Benzer mi… Polis müdürlüğündekine? Elin kolun bağlı, geçmiş karşına bir sürü namuzsuz herif; “Vatanı satıyorsun ha, ulan puşt, ulan eşşoğlueşsek,” diye. Şırraaak, şırraaak. Ayağa fırladı birden. On beş yirmi yıl önce genç bir üniversiteli iken yediği iki tokat ara sıra böyle yeniden patlıyor gibiydi yüzünde. Hele son günlerde öyle sıklaşmıştı ki çıldırmaktan korktu bir ara… Her seferinde de yirmi yıl öncesinin tam tersine, yılgınlık, ürkü değil, gittikçe anan bir kızgınlık, bir başkaldırma kaplıyordu içini. Hele biri, o namuzsuz, o kalın kaşlı polis, o orospu çocuğu… Yorgunlukla çöktü koltuğa yeniden, başını arkaya yasladı, gözlerini kapatıp kaldı öylece. Biraz sonra kapı açılıp da Zeynep “iyi geceler” demek için girdiğinde, dalmış gibiydi. Zeynep babasına doğru çekingen bir İki adım attı. Arkadan gelen Nermin tuttu Zeynep’i.
— Bırak canım, diye fısıldadı, baban yorgun, gel!..
Yavaşça çektiler kapıyı. Kenan gözlerini açıp bir süre anlamsız baktı. kapıya. Zeynep’i de görmek İstememişti ilk kez. Kalka koltuktan, çabuk çabuk yürüdü, koridoru geçti. Yatak odasına girince hemen köşede, pencere yanındaki küçük çalışma masası…