Yeni bir avukatımız var: Dr. Bucephalus. Uzaktan bakıldığında Makedonyalı İskender’e yardım etmiş bir savaş atını andıracak tek özelliği yok. Fakat bu adı bilenler, avukatın görünüşünde kimi özellikler bulabilir yine de. Örneğin, geçen gün adliye sarayının dışındaki merdivenlerde akıldan yana şansı olmamış bir mübaşir gördüm: Dr. Bucephalus, ayaklarını alışılmıştan yukarı kaldırıp mermerde çın çın öten adımlarla basamakları tırmanırken, mübaşir, at yarışlarını kaçırmayan bir küçük uzmana has bakışlarla, hayranlıkla onu izliyordu.
Baro, Bucephalus’un üyeliğini kabul etmeye, ilke olarak karşı değil. Bucephalus’un bugün toplumda güç durumda kaldığını, hem bu yüzden hem de dünya tarihindeki önemini göz önüne alarak, kendisine anlayış gösterilmesini hak ettiğini herkes, üstelik hayret verici bir aydınlıkla kendi kendine itiraf ediyor. Bugün hiç kimse, Büyük İskender diye birinin olduğunu iddia edemez. Hala şurada burada can almanın üstesinden gelenlere rastlanıyor, şölen masasının öte yanındaki dostuna hedefi tam tutturan bir mızrak fırlatma ustalığını yitirmemiş insanlar da var; Makedonya’yı içine sığılmayacak denli küçük görüp Baba Filip’e beddua okuyan pek çok kişi de var, gel gör ki, koca bir orduyu peşine takıp oralardan Hindistan’a dek taşıyacak tek bir kişi
bile yok. O günlerde Hindistan kapılarına varılamamış, fakat kralın kılıcı gidilecek yönü işaret etmişti. Günümüzde varılacak kapılar bambaşka, daha yüksekte ve uzakta, üstelik onların yönünü işaret edecek birini bulmak da güç; kılıç tutan çok, ne yazık ki, sadece havada hızla çevirmek için tutuyorlar kılıcı; kılıcın hareketine baktı mı sersem oluyor insan.
İşte bu yüzden, belki de en doğru şey, Bucephalus gibi hukuk kitaplarına gömülmek. Özgür sağrılarında üzerindeki binicinin yükünü hissetmeden, çıt çıkarmayan bir lambanın ışığında, İskender Savaşı’nın gürültüsünden uzakta, eski kitaplarımızın yapraklarını çevirerek okuyor Bucephalus.
Ne yapacağım konusunda tümüyle karasız kalmış haldeyim. Hemen yola koyulmam gerekiyordu; on mil ötedeki köyde ulaşmam gereken bir hasta, onunla aramdaki mesafeyi dolduran bir tipi vardı. Tekerlekleri büyük, ağır olmayan, tam bu köy yollarına göre bir arabam vardı; elime çantamı almış, yola çıkmaya hazırlanmış, avluda dikiliyorum fakat arabaya koşulacak at ortada yoktu, at yoktu! Benim atım birkaç gün önce buz gibi kışa daha fazla dayanamayıp nalları dikmişti; hizmetçim arabaya onun yerine koşulacak bir at bulmak için köyün içinde koşturup duruyordu şimdi. Bunun umutsuz bir çaba olduğunu biliyor, üzerim her geçen dakika daha da karla örtülmüş olarak, hareket etme yeteneğimi giderek daha da yitirerek avluda bekliyordum. Elindeki feneri sallayan hizmetçim bahçe kapısında göründü; elbette yalnızdı, böyle bir havda atını ödünç verecek kimi bulabilirdi. Avluyu boydan boya arşınladım, bir çare düşünemedim; dalgın, içim içimi yiyerek, yıllardır boş duran domuz ahırının kapısına bir tekme attım. Kapı açıldı, menteşeleri gıcırdayarak ileri geri sallanmaya başladı. Kapıdan dışarı at kokusuna benzer bir koku, bir de sıcaklık vurdu. İçeride, bir ipin ucuna takılmış, pek de aydınlık vermeyen bir fener seçiliyordu. O anda, alçak tavanlı ahırda çömelmiş duran, mavi gözlü bir adam gördüm. “Arabayı koşayım mı?” diye sordu.
bana, sonra elleri ve ayakları üzerinde sürünerek dışarı geldi. Ne diyeceğimi bilemedim o anda, sadece eğilerek içerde başka bir şey daha var mı diye ahıra baktım. Yanı başımda dikilen hizmetçim, “İnsan evinde neler olduğunu da bilmiyor,” deyince gülüştük. Derken, içeriden çıkan seyis, “Haydi oğlum, haydi kızım!” diye bağırdı, bacaklarını karınlarına çekmiş, gövdeleri güçlü ki hayvan, güzelim başlarını develer gibi kıvırıp kapı boşluğunu tümüyle doldurarak içerden çıktılar, dışarıda, üzerlerinde buğularla, uzun bacaklarının üzerinde dimdik durdular. “Sen de yardım etsene?” dedim hizmetçime, söz dinleyen kızcağız koşumları seyise vermek için yanaştı fakat seyis işi gücü bırakıp kızın beline sarıldı. Çığlık çığlığa yanıma kaçtı kız, seyisin dişlerinin kızın yanağında açtığı kırmızı yara izini gördüm. Tepem attı, “Seni hayvan seni!” diye haykırdım, “Canın kırbaç çekti herhalde!” Yine de aklımı başıma topladım, adam yabancıydı, nereden geldiği belli değildi, başka hiç kimse yardım elini uzatmazken bana yardım etmeye gönüllü olmuştu, içinde bulunduğum güç durumdan ancak onun yardımıyla kurtulabilirdim. O da aklımdan geçenleri sezmiş gibi tehditlerime hiç kulak asmadı, atları hazırlamayı sürdürdü, ara sıra dönüp bana bakıyordu. “Binin artık!” dedi sonra, bir baktım ki her şey hazır. Güzelliğini hemen fark ettiğim böyle bir arabaya binmemiştim o güne dek; hemen sürücü yerine atlayan seyise, “Sen yolu bilmiyorsun, benim sürmem gerek,” diyorum. “Elbette sürmeyeceğim,” diyor seyis, “Ben burada, Rosa’nın yanında kalacağım zaten.” “Hayır, yapmayın bunu!” diye bağırıyor zavallı hizmetçim, başına gelecekleri önceden sezerek koşuyor ve eve atıyor kendini; kapının zincirlendiğini duyuyorum, sonra çat diye kilitliyor da kapıyı. Kurtulmaya çalışan Rosa’nın önce holde, sonra odaların arasında koşarak tüm ışıkları söndürdüğünü görüyorum. “Benimle geleceksin,” diyorum seyise, “Eğer gelmezsen, sonunda ölüm bile olsa yola çıkmayıp burada kalacağım. Bu yolculuğa bedel olarak kızı ellerine bırakacağımı sanmıyorsun ya!” Seyis, “deh,” diye bağırıyor ellerini çırparak; akıntıda sürüklenen tahta parçaları nasıl hızlı giderse, araba da öyle atılıyor ileri doğru; seyisin omuzlamasıyla kırılan kapıyı işitiyorum gerilerde; tüm duygularımı eşit etkileyen bir uğultu, gözlerimi, kulaklarımı dolduruyor. Bu da sadece bir an sürüyor; sanki gideceğim evin avlusuyla evimin avlusu komşuymuş gibi, o kadar çabuk varıyorum gideceğim yere; dört yanım ay ışığı olmuş, atlar sessizce bekliyorlar. Hastanın ana babası evden koşarak geliyorlar, en arkada hastanın kız kardeşi, beni arabadan kucaklar gibi indiriyorlar. Aralarındaki konuşmalar anlaşılmayacak kadar karışık; hastanın odası da soluk alınmayacak gibi; kimsenin dönüp bakmadığı ocak tütüp kalmış, pencereyi açmadan önce hastayı görmek istiyorum; bitap halde, ateşi olmayan, ne sıcak ne de soğuk beden, yorganların altından çıplak olarak doğrulan hasta genç boş boş bakarak fısıldıyor: Beni ölüme bırakın doktor!” Dönüp bakınıyorum, bu sözleri benden başka işiten yok; oğlanın ana babası sessiz eğilmiş, benim koyacağım teşhisi bekliyorlar; kız kardeş çantam için bir iskemle getiriyor. Çantamı açıp aletlerimi karıştırıyorum, genç yattığı yerden ellerini uzatıp ricasını anımsatmaya çalışıyor, çantadan aldığım bir pensi ışıkta gözden geçirip yerine bırakıyorum. Günah işlediğimi bile bile. “Evet,” diyorum, “Tanrı böyle durumlarda yardımını esirgemiyor, eksik atı göndermekle kalmıyor yedeğini de yolluyor, bir de seyis ekliyor yanına.” O anda aklıma Rosa geliyor, onu nasıl kurtaracağımı bilemiyorum; ondan on mil uzakta, arabamda azgın atlar koşuluyken nasıl kurtarabilirim onu? Nasıl becerdilerse koşumlarını gevşeten, aklımın ermediği biçimde pencereleri dışarıdan itip başlarını odaya uzatan, içerdekilerin çığlıklarına aldırış bile etmeden hastayı süzen atlar! Sanki beni yola koyulmaya çağırır gibiler, “Hemen geliyorum!” diyorum içimden; yine de, beni sıcaktan dalgınlaşmış sanan kız kardeşin paltomu almasına izin veriyorum. Önüme bir kadeh rom konuluyor, baba omzuma vuruyor fakat en sevdiği içkiyi benimle paylaşması bu teklifsizliğini hoş gösteriyor. Kabul etmediğimi belli etmek için başımı sallıyorum; yaşlı babanın uzak görüşlülükten yoksunluğu midemi kaldırabilir, bu yüzden rom içmemem gerek. Anne başında dikildiği yatağın yanına çağırıyor beni, oraya gidiyorum, atlardan biri başını tavana kaldırıp kişnerken ben başımı hastanın göğsüne dayıyorum, ıslanmış sakalım oğlanı ürpertiyor. Az önce sezdiğim şey doğru: Genç adam tamamen sağlıklı, sadece kan dolaşımında sorun var, onu seven annesi içini dışını kahveyle doldurmuş gencin, sorunlarının tek çözümü onu yataktan bir tekmede aşağı yuvarlamak. Ne var ki, benim dünyayı kurtarmak gibi bir niyetim yok, çocuğun yatakta kalmasına ses çıkarmıyorum; ben görevimi en son sınırına, hatta o sınırı aşacak noktalara dek yapan bir hükümet hekimiyim; üstelik aldığım ücretin yetersizliğine karşın yoksullara karşı yardımsever davranmayı bırakmam. Şu anda düşünmem gereken kişi Rosa, genç varsın ölmek istesin, hepimiz bir gün ölecek değil miyiz? Bir gün ölecek olan benim, bu karda kışta işim nedir? Atım öldü, koca köyde bana at verecek bir kişi bile çıkmadı, arabaya koşacağım atları bir domuz ahırında buldum, bir rastlantı sonucu bu atları bulamasaydım domuzları arabaya koşacaktım herhalde, başıma gelen bu! Aileye başımı sallayarak veda etmek niyetindeyim; onların olan bitenden haberi yok, olsa da inanmazlar zaten. Reçete yazmak değil, insanlarla anlaşmak zordur. Buradaki ziyaretim bitti demek, bu kez boşa yorulmuşum fakat alıştım, kapımdaki gece zilini kullanan köylüler beni alıştırdılar bunlara. Ne yazık ki, bu kez Rosa’yı yıllardır yanımda hiç de umursamadığım halde yaşayıp giden bu güzel kızı feda etmek zorunda kalıyorum. Bu fedakarlık yeterince büyük, ne kadar çabalarsalar da Rosa’yı geri getiremeyecek olan bu aileden kurtulmak için aklımı çalıştırıyorum, olayı geçici bir süre için değişik bir biçime sokuyorum. Ne var ki, alet çantamı alıp kürkümü getirmelerini buyurduğumda, elindeki rom bardağını koklayıp duran babayı, benden ne istediklerini anlayamadığım için neden düş kırıklığına uğradığını da bilemediğim gözü yaşlı anneyi, kanlar içindeki havluyu sallayıp duran kız kardeşi hep bir arada görünce, genç adamın gerçekten hasta olduğunu kabul etmeye hazır bir tavra bürünüyorum. Yeniden hastanın yanına yaklaşıyorum, bana iyileştirici bir çorba getirmişim gibi gülümsüyor. Ah! Atların ikisi de aynı anda kişnemeye başlıyorlar, yüce bir mevkiden yönetilen bu müsamerenin konsültasyonu kolaylaştırması bekleniyor herhalde. Sonuca varıyorum sonunda: Evet, genç adam hasta, sağ böğrünün kalçaya yakın bölgesinde açılmış avuç ayası büyüklüğünde bir yara var. Rengi gül pembeliğinde, ortası daha koyu, kenarlara doğru nüans nüans açılan bir pembe; yara biraz pütürlü, bazı yeri az, bazı yeri çok kanlı; uzaktan sanki yer üzerinde açılmış bir maden ocağına benziyor bu yara. Yakından baktığımda işimin ne denli zor olduğunu görüyorum, bir ıslık koyuvermemek elde değil. Serçe parmağımın boyutlarında kurtlar, yine pembe renkli, kana bulanmış gövdeleriyle bir uçları yaranın içine girmiş, diğer yanda başları ve sayılamayacak kadar çok ayakçıklarıyla debelenip duruyorlar. Zavallı çocuğa kimse yardım edemez artık! Bu yarayı bulup çıkardım işte, bunun yüzünden ölüp gideceksin. Aile mutlu oysa, beni iş başında gördüler, kız kardeş anneye, anne babaya söylüyor, baba da pencereden içeri başlarını uzatan ve ancak pencereye kollarıyla dayanarak dengelerini bulabilen konuklara benim çalıştığımı iletiyor. Yarasında oynaşan yaşamlardan sarhoş genç, “Beni kurtaracak mısınız doktor?” diye fısıldayarak soruyor. Bu bölgedeki tüm insanlar aynı, hekimlerden beceremeyecekleri şeyleri istiyorlar. Eski inançlar yitip gitmiş, rahip evinde ayin giysilerini sıkıntıyla parçalarken, hekimin sihirli elini kullanmasını bekliyorlar. Nasıl arzu ederseniz, ben kendim gönüllü olmadım ya, beni böyle kutsal amaçlarla kullanmak istiyorsanız, pekala! Neden itiraz edeyim, hizmetçisini yitirmiş yaşlı bir köy hekimi için iyi iş. Derken aile ve köyün yaşlıları geliyorlar, öğretmenin yönetimindeki köy korosu evin karşısındaki yerini alıyor, ezgisi basit bir şarkıyı söylemeye başlıyorlar:
Soyun giysilerini, iyileştirir o zaman
Baktınız iyileştiremedi, gebertin gitsin!
Altı üstü bir hekim
Altı üstü bir hekim!
Giysilerimi çıkarıyorlar üzerimden, sakalımı sıvazlıyorum, sakice başımı eğip toplananlara bakıyorum. Hala tümüyle hakimim kendime, toplananlardan üstünüm, öyle de kalacağım; fakat bunun bana bir yararı yok, başımdan ve ayaklarımdan kaldırıp yatağa götürüyorlar beni, duvar tarafına, yaranın olduğu yana bırakıyorlar. Hep birlikte odadan çıkıyorlar, kapı kapatılıyor, koro susuyor, bulutlar ayı perdeliyor; yorganın sıcaklığı sarıyor her yanımı, pencerede atların kımıl kımıl gölgeleri. Kulağıma bir ses, “Farkında mısın?” diye fısıldıyor, “sana güvenmiyorum aslında. Sen de kovulmuş birisin, buraya kendi isteğinle gelmedin. Bana yardım edeceğine ölüm döşeğinde rahat etmemi engelliyorsun. Bari parmaklarınla gözlerimi oysan…” “Doğru!” diyorum ben, “utanılacak bir durumdayım. Fakat elden ne gelir, bir kere hekim olmuşum işte. İçin rahatlayacaksa, bu benim için de kolay değil.” “Bu özürle yetinmem mi gerek? Galiba yetinmeliyim; hep yetinmem gerek. Şu güzel yarayla doğdum, varım yoğum oydu.” “Genç dostum!” diye araya giriyorum. “Şurada yanlış yapıyorsun: Bu civarlarda çok hasta odasında bulundum; yaran ö denli kötü değil, inan bana; sadece gövdene dar açıyla vurulmuş iki balta darbesi. Ormanda balta sesini, baltanın yaklaştığını hissetmeyen böğrünü baltaya sunar.” Söylediklerin doğru mu, yoksa beni ateşli olmamadan yaralanıp aldatıyor musun?” “Doğru söylüyorum, bir devlet hekiminin namus sözünü de yanında öbür dünyaya götürebilirsin.” Namus sözünü kabul eden gencin sesi kesildi; nasıl kurtulacağımı düşünmenin zamanıydı artık. Atlar sadıkça bekliyorlardı. Giyeceklerimi, kürkümü, alet çantamı hemen toparladım, giyinmekle zaman yitirmeye niyetim yoktu. Atlar gelişimdeki hızla giderse, bu yatakta kapadığım gözümü kendi yatağımda açacaktım. Uysal at pencereden çekildi, elimdekileri pencereden dışarı savurdum, kürk çok uzaklara düştü, hatta yeni oralarda bir çengele takıldı; bunu yapabildiğime şükrettim. Ata bindim, yerde sürünen boş koşumlar, birbirlerine iyi bağlanmamış atlar, arkamda yalpa vuran araba, en geride sürüklenen palto. “Deh!” diye bağırdım ama atlar hiç de hızlı değildi, yaşı adamların ağır aksak yürüyüşü gibi ilerliyorduk bu kar çölünde, ardımızda çocukların gerçeklerden uzak şarkısı:
Hastalar sevinin
Yatağınızda hekim var
Böyle giderse asla eve varamayacağım, güzelim işimi yitirdim, birisi hastalarımı çalıp yerimi alacak. Boşa çaba bu; yerimi dolduramayacak. Adi seyis evimde kim bilir neler yapıyor. Rosa mahvoldu gitti; artık bunları düşünmemeliyim. Ben ihtiyar hekim, bu mutsuz çağın soluğuna karşı korumasız, çırılçıplak, bu dünyadan olmayan atlarla dolanıp duruyorum. Kürküm arabanın arkasında sarkıyor ama ona ulaşmam olanaksız, şu gezip dolaşan hastaların biri bile bana yardım etmiyor. Aldatıldım! Aldatıldım! Gece çanının sesine kanıl bir kez, kurtuluş yok artık!
Alıntı kaynağı: Franz Kafka, Bir Köy Hekimi, Altıkırkbeş yay..
Kitabın devamı için lütfen satın alınız. Bu bir tanıtım bültenidir.