Ömrü boyunca harbi değil, muharebeyi kazanmayı hedeflemiş bendenizin harbin kaybedilmesinden ötürü hissesine düşen ızdırabın, yârinin içine atıldığı o büyükçe ateş ormanını söndürebilmek için ağzıyla su taşıyan küçük serçenin ızdırabından daha az olmadığı itirafını, bir buruk vedâ yazısının sonuna iliştirilmesi gereken ve ne yazık ki bir türlü dinmek bilmeyen mevsimsiz yağmurlar yüzünden mürekkebi akmış bir pusula hâlinde, dîvanesi olduğum o metruk yolun kenarcağızına, önleyemediğim bir hüzün ve sarartmayı beceremediğim bir utanç içinde terkediyorum.
-Hüve’l-Bakî-
Önsöz
Ve huve [İbn Haldun] lem-yekun âlimen ve innemâ kâne mü-errihen.
Mısırlı düşünür Reşid Rızanın (öl. 1935) bir asır önce, yaşlı bir mukallide söylettiği bu sözleri bugün ciddiye almamızı, üzerinde düşünmeye değer bulmamızı sağlayabilecek bir donanımdan artık mahrum olduğumuz muhakkak:
İbn Haldun âlim değildir; o sadece bir tarihçidir.
Bu eserde tasvir edilen “gözü kapalı taklitçi”den (mukallid) maksad, kadim ilim ve irfan geleneğine bağlı yaşlı bir hocadır karşısındaki yenilikçi (muslih) ise hem Doğuyu, hem Batı’yı, hem eskiyi, hem yeniyi bilen, cevval, aydın, genç bir mütefekkir… Biri köhne geçmişi, diğeriyse umut dolu geleceği temsil ediyor.
Gerçekte ‘tarih’ bir ilim, ‘tarihçi’ de bir âlim değil midir, ki bu yaşlı hoca, hiç tereddüt etmeden İbn Haldun gibi bir zâta âlim payesini vermekten kaçınıyor ve âdeta küçümseyerek “o sadece bir tarihçidir” demekle yetiniyor?
Bu çetin soru, sadece düşünce tarihimiz açısından değil, meselenin psikolojik çerçevesi, hatta ‘nezaketi’ bakımından da pek o kadar kolay cevaplanabilir gibi görünmüyor.
Âlim kimdir? Kime âlim denir veya denmez?
Bu tür sorular karşısında hissî cevaplar vermekten ne kadar kaçınabiliriz?
İtibar ettiğimiz, hissen bağlı bulunduğumuz veya önemsediğimiz ya da etkilendiğimiz bir aydının ilmini veya ilmî seviyesini ne kadar serinkanlılıkla tartışabiliriz? Tartışabilir miyiz?
Görüldüğü gibi karşılaştığımız güçlüklerin büyük bir kısmı, ilmi olmaktan çok, hissî tercihlerimizle alâkalı. Nitekim meseleyi günümüze taşır ve muhatabımıza şöyle bir soru yöneltecek olursak, sanırım, işaret ettiğimiz güçlüklerin ne tür bir mahiyet taşıdığını daha yakından görmek imkânı buluruz:
• Sizce Cemil Meriç bir ilim adamı mıdır?
Aniden böyle bir soruyla karşılaşacak olan malumatlı bir okur, muhtemelen bu soruya olumlu bir cevap veremeyecektir; hatta önce tereddüde düşecek ve sonra, muhatabının “ilim adamı” tabiriyle ne kasdettiğini öğrenmek isteyecektir.
Öyle ya, hangi anlamda bir ilim adamı?
Şayet ‘bilimadamı’ anlamındaysa, bu soru pek acemice sorulmuş olmalı; zira Meriç ne fizikçiydi, ne de kimyacı.
‘Akademisyen’ anlamındaysa, hiç kuşkusuz okutmanlık (lecteur) yapmış, hatta sosyoloji dersleri vermiş olmasına rağmen, ünvanı olan bir ‘akademisyen’ değildi.
Yok eğer ’âlim’ anlamındaysa, elbette kendisi klasik mânâsıyla bir âlim de değildi; zira medrese eğitimi almadığı gibi, medrese ilimleriyle de meşgul olmamıştı.
Modem mânâda bir bilimadamı değildi. Klasik mânâda bir âlim de değildi. Belirli bir branşı olan bir akademisyen ise hiç değildi. Peki o halde, gerçekte neydi Cemil Meriç?
Bu soruya verilecek cevap, hiç değilse en başta, hakikatin ve hakikat ehlinin kendisine tesamuh ve tahammül gösterebileceği bir sadakat seviyesiyle mütenasib olmalıdır
— O bir fikir adamıydı, bir mütefekkirdi.
Fikir hayatım ve fikir adamlarını ciddiye alan her namuslu kalem bu ölçüye riayet etmekle mükellef ise de böylesi mütevazı cevaplardan tatmin olmayan/olamayan kimseler -şayet sıradan bir kayran makamında yıllarca pineklemiş ekâbir arasında yer alıyorlarsa- biraz da kaçınılmaz olarak, övgülerinden memnun ve mesud bir hâlde, eh biraz da Meriç’in kendisiyle ilgili etkileyici birkaç tavsifinden istifadeyle şöyle cevaplar vermeyi tercih edeceklerdir:
— Cemil Meriç mi? Haa, bakınız o benim entelektüel babamdı… aynı zamanda bulutları delen bir kartaldı… ayrıca düşüncenin gökkuşağı idi… üstelik mütecessis ve münzevi bir fikir işçisiydi… hem de kendi semâsında tek yıldızdı… ufukların muhasibi idi… yanısıra Araftaki kâhindi… kim ne derse desin, çuvala sığmayan mızraklı… bir yandan kavramlar cangılının bilgesiydi… öte yandan mağara içerisindeki tecessüstü… o sadece tefekkürün hasbi kalemi değil; aynı zamanda sözün sultanıydı… kelime avcısıydı… avcı da neymiş, o bir kelime imparatoruydu… niye unutalım ki henüz öğrenmiş bulunuyoruz: o bir mabed bekçisiydi… vs.
Ne hoş değil mi?
Lâkin hepsi bu kadar işte… sadece ‘hoş’.
Vefatının üzerinden neredeyse yirmi yıl geçmiş olan bir Cumhuriyet aydını hakkında sıklıkla tekrarlanan bu süslü tanımların tesirini sanırım kimse zayıflatmak istemeyecek, kimse bezirgân manilerinin parlaklığına gereksiz yere gölge düşürmeye yeltenmeyecektir.
Muayyen sınırlan korumanın ‘taassub’, duygularda seyyaliyet yerine düşüncelerde ciddiyet aramanın ‘lüzumsuz bir gayretkeşlik’ addedildiği günümüzde, kim, düşünceden çok duyguların konusu olan bir aydının faziletlerinin yanısıra gerçek zaaflarına da işaret etmenin sevimsizliğini üstlenebilir?
Sanırım, pek az kimse!
— O bir fikir adamıydı.
Böylesine mütevazı ölçülerde tasarlanmış müphem bir çerçeveden tatmin olmayı beceremeyenler arasına bu satırların yazan da dahil edilmelidir; zira uzun bir süre, hem dc nazarına çarptığı andan itibaren, şu soru, kendisine, cevabı bir çırpıda verilemeyecek denli basit ve sade görünmüştür:
— Nasıl ve ne düzeyde bir fikir adamı?
Bu basit ve sade soruya bir çırpıda cevap veremeyecek kadar kendini Meriç’in dünyasına uzak hisseden birinin, çaresiz elinde ne varsa, ne kadarlık bir malzemeye ulaştıysa, ulaşabil-diyse hepsini de tek tek çırpmaktan başka bir yol bulamayacağı takdir edilmelidir.
Bir marifetmiş gibi sunulan bu çırpma işlemi, gerçekte bir tahsil-i hâsıl sayılmaz mı? Şimdikilerin tabiriyle bu, Amerika’yı yeniden keşfetmek değil midir?
Biraz kulak kabartacak olurlarsa, küçümen tepelerin yârânı, tevazu kuyusunun diplerinden gelen şu tek kelimelik itiraz çığlığını duymakta hiç de zorlanmayacaklardın Hayır!
Evet, ne yazık ki hayır!
Sizce de düşündürücü değil mi? Vefatının üzerinden bunca yıl geçmişken, Meriç hakkında ciddiye alınabilecek seviyede, sadra şifa bir tek monografi ve/veya biyografi yazılmış değil. Daha da önemlisi, bu velûd yazarın, çetin koşullar eşliğinde yarım asır boyunca 40 kadar gazete ve dergide 800 u aşkın makale -bunların 50’ye yakını tercümedir- yayımlamış olmasına rağmen, henüz elimizde hazırlanmış ciddi ve kapsamlı bir tek bibliyografyası, yani bir tek “Cemil Meriç haritası” bulunmamaktadır.
Peki elimizde ne var?
Çoğu -aynı basımı yaptırıp sonradan kitaplarına dahil edilen iki makalesi müstesna- yazılarından derlenmek suretiyle meydana getirilen dokuz telif eser.Başka?
Kaybolmuş olan dört tercümeyi saymazsak; Balzac, Hugo, Antoine Meillet-Michel Lejeune, Uriel Heyd, Thomton Wilder ve Maxime Rodinson’dan yapılmış on tercüme.
Bu ondokuz esere oğlu Mahmut Ali Bey’in yayıma hazırladığı jurnaller ile kızı Ümit Hanım’m yayıma hazırladığı sosyoloji notları île söyleşi ve konferanstan da eklersek aşağı-yukarı elimizdeki tablo yirmi iki kitapla tamamlanmış olacaktır.
Şimdi sormak gerekmez mi: Bu eserlerin kaçta kaçı okurunun elinde?
Meriç’in tüm tercümelerini -birkaç sahafiye meraklısı müstesna-bulana aşkolsun!
Telif eserlerine gelince, bir kısmı ağır aksak bir biçimde ve ilmî neşir kaidelerine tam anlamıyla riayet edilmeksizin yayımlanırken, bir kısmı da -kâh şişmanlamış, kâh zayıflamış hâlleriyle olsun- henüz günyüzü bile görmüş değildir.
Hepsi bu kadar mı? Elbette değil. Birkaç değerli hatıra, birkaç kıymetli anektod ve zaaflarına karşın çok önemli bazı sohbet notları. Ayrıca bazı dergilerde önceden yayımlanmış kimi anı tekrarları, bir de bunların yanısıra arz-ı endam eden onca hayranlık yazısı, onca methiye söyleşisi.
Cemil Meriç’in matbu kitaplarından yapılan seçmelere gelince, çok şükür ki sayılan ikiyi geçmiyor; zira hiçbir ilmî kıstasa müracaat etmeden hazırlanan bu seçme metinler. Cemil Meriç külliyatının topallamakta oluşundan kaynaklanan ihtiyaçlar yüzünden daha çok tembel amatörlere hitab edecek kıratta.
Cemil Meriç’in röportajlarının ne kadar önemli olduğunu, sanırım belirtmeye bile gerek yok. Üzülerek söyleyelim ki şimdiye değin sadece iki derleme yayımlanmış durumda. Keşke bir tane ciddi derleme yayımlansaydı da bu haberi üzülerek vermemize gerek kalmasaydı. Bu iki öncülünün kusurlarından arınmış olması hâlinde, Meriç okurlarının, yayımlanacak üçüncü derlemeyi şükranla karşılayacaklarından hiç kuşku duymuyoruz.
Cemil Meriç’in yayımlanmış telif ve tercüme eserlerinin, gazete ve dergilerden toplanan röportajlarının ve kitaplarından yapılan derlemelerin yanısıra işaret edilmesi gereken kitabiyatın bir kısmını da doğrudan veya bir vesileyle Cemil Meriç hakkında yazılan kitaplar, makaleler ve yüksek lisans tezleri oluşturuyor.
Yazarla ilgili ilk elden aktarılan vesika değerinde kimi hatıra parçaları ile bâd-ı hevacılar gibi tanker musluğunun altına kova tutmak yerine uzak çeşmelerden havuza saf su taşıyan bir iki çelebinin yazısı istisna edilecek olursa, bu tür metinlerin tamamına yakım, ıstinad ettikleri malzeme ve kaynakça itibariyle (ilmen) herhangibir kıymet taşımazlar; zira ne bilgimizi genişletirler, ne de yorumlarımızı derinleştirirler. Hevesle biriktirilmiş fişleri akademik formata döküp malûmu ilam etmeleri sebebiyle, zikretmeye değer tek hususiyetleri: bir şekilde Cemil Meriç’ten söz etmek, dolayısıyla sözü çoğaltmaktır. Bu tür gençlik çalışmalarının muhakkak kıymete değer bir yanları varsa, o da okurlardan çok bibliyografya sekreteryasına hitab eden yazılardır; yani künyeleri.
Küçümen tepelerin yâranı, tevazu koyusunun diplerinden gelen tek kelimelik itiraz çığlığını yeterince duyabilmişler midir bilemiyorum ama en azından attığı birkaç mütevazı adım bile, bu satırların yazarının Cemil Meriç hakkında, elinde ne varsa, ne kadarlık bir malzemeye ulaştıysa, ulaşabildiyse hepsini de tek tek elden geçirmedikçe genel hükümlerden kaçınmakta ısrar edeceğini açıkça göstermiş olmalıdır.
O halde?
O halde öncelikle yapılması gereken şudur: Eldeki malzeme bütünüyle ve üşenmeden, sabırla, titizlikle tek tek tesbit, tasnif ve tahlil edilmeli; yükseklikleri de, derinlikleri de okurlarının meçhulü olan bu zirvenin geneli hakkında, ancak bu işlemler sonuçlandıktan sonra ilmî değerlendirmelerde…