Bir Varmış Bir Yokmuş’un bir yüzünde gerçek yaşamdan alınmış öyküler, diğer yüzünde ise kurgulanmış öyküler var… Ancak Ayşe Kulin’in kitabın önsözünde belirttiği gibi hayal ile hakikat, kurgu ile gerçek kimileyin öylesine iç içe geçiyor ki.. Bu iç içe geçişi en iyi dile getirecek biçim bu kitabı önlü arkalı, evire çevire okunacak bir kitap olarak tasarlamaktı.
Biz de öyle yaptık, bir yanda gerçek öyküler bir yanda kurgular var ama hangisinin gerçek, hangisinin hayal ürünü olduğunu karıştırmak mümkün. Belki hayatın gerçeği de tam bunu anlatmak istiyor bize.
TEŞEKKÜR
Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk kadın seramik sanatçısı olan Füreya Koral’ın yaşam öyküsünün yazılımı sırasında, bana Füreya ile olan anılanın ayrıntılarla nakleden, kasetler, belgeler, dergiler ve fotoğraflarla bilgilenmemi sağlayan Sara Koral Aykar’ın ve Afife Koral’in arşivleri ve desteği almaksızın, bu kitabın yazılışı eksik kalırdı. Her ikisine de içtenlikle teşekkür ediyorum.
Ayrıca değerli vakitlerini ayırarak hana Funya ile olan anılarını nakleden Şirin Devrim Trainer’a, İsmet Noonan’a, Müserref Cimcoı’a, Mina Urgan’a, Ayda Arel’e, Binay Kaya “ya, Ta tiana Moran’a, anıları, belgeleri ve fotoğrafları ile katkıda bulunan Alıtimur Kılıc’a, Ferit üdgü’ye, Nesibe ve Kemal Türkomer’e, Candeğer Fumın’a, Rabii Çapa’ya, Utarit Izgi’ye, Sakir Eczacıbaşı’na,Tunç Yalman’a ve Yahji Baraz’a teşekkür borçluyum.
Her kitabımı olduğu gibi, Füreya’ya da basımından önce titizlikle okuyan ve eleştiren sevgili arkadaşım Meyzi Baran ve hayat arkadaşım Engin Baraz’a, fotoğraf arşivinden yararlandığımız değerli Ara Güler’e günül dolusu teşekkürler.
PENTİMENTO’
(Osmanoğlu Kliniği-26 Ağustos 1992)
Pencerenin pervazında beyaz bir kuş duruyor ne zamandır. Kocaman beyan kanatları yer yer gümüş pırıltılar saçan, cin bakışlı bir kuş. Yaptığım kuşlardan biri olmalı diye düşünüyorum. Ama ben böyle geniş kanatlı kuşlar yapmadım ki hiç. Benim yoğurduklanm narin bedenli, küçücük başlı, uslu, durağan kuşlardı. Her an uçmaya hazır değil de, uzun bir yolculuktan yeni dönmüş hissi veren, yorgun kuşlar. Sahi, neden benim kuşlarım durgun ve yorgundu hep? Onları yapmam ömrümün sonbaharına denk geldiği için mi? Sanmıyorum. Çünkü bu yatağa düşene kadar hiç yorgun ve durgun hissetmedim kendimi. Yaslandığımı, iyice ihtiyarladığımı, hatta hemcinslerime özgü yaşam sınırının ortalamasını çoktan aştığımı bile fark edemedim. Günler, sabah erken saatlerde coşku ve neşeyle uyanılıp, gayretle çalışmaya başlanmasını, akşamüstleri de iki kadeh rakı ve yakın dostların eşliğinde keyifle sohbet edilmesini gerektiren zaman dilimleriydi. Buydu hayat. Bu hayatın içinde, yaşlanmak, hastalanmak, ölmek yoktu. Hastalıktan payıma düşeni omuzlamıştım zamanında. Sıramı savmıştım. Yaşlanmadan, hastalanmadan, bıkmadan yaşamayı bcccrcmcmiş olmalıyım.
Neyin nesi bu kuş. Günlerdir beni gözlüyor pencerenin kenarında… Sanki bana bir şeyler söylemek ister gibi. Çok önemli bir diyeceği varmış gibi.
“Hcyy kuş, merhaba! Bir diyeceğin varsa söyle, sonra da uç git. Gözaltına alınmaktan hiç hoşlanmam ben.” Kırmızı, küçük cin gözleriyle bakıyor yüzüme. “Duymadın mı? Hişşt, sana söylüyorum, ya konuş ya da uç gir. Bakıp durma bana öyle, sinirime dokunuyorsun.’
Acaba bir sığırcık ordusunu, Divan Pastanesi’nin dip duvarında sonsuza dek kanat çırpmaya mahkûm ettiğim için, benden hesap sormaya mı geldi?
Annemin beni küçücük bir çocukken, kuşların göçünü seyretmem için, elimden tutup, Aya Yorgi’yc çıkardığını ve orada, sığırcıkların hep birlikte kocaman bir V çizişlerini, bir süre V halinde uçtuktan sonra, aralarından birinin mızıkçılık etmesiyle nasıl bozulup da yeniden toparlandıklarını büyülenmiş gibi, dakikalarca seyrettiğimi bilmiyor. İstanbul’da eylül ayı, bana göç eden kuşları da getirirdi, inanılmaz güzellikteki mehtapta birlik tc. Çocukluğunum eylülleridir, Divan’ın arka duvarında duran. Ama gel de bunu kuşa anlat!
“Sara Hanım seninle konuşmak isliyor. Çook uzaklardan geldi senin için.”
Aaa, kuş konuştu. Demek ki bir rüya görmekteyim. Gece boyu sürüp duran upuzun bir rüya.
“Sara seyahatte filan değil ki. Evi de buraya iki adım uzaklıkta,” diyorum.
“O Sara deği!,” diyor kuş. “Seninle konuşmak isteyen, yeğenin Sara değil, büyük balan.”
“Ama çoktan öidü o.”
Ben beş yaşındaydım öldüğünde. Akşam yemeği için masa başında toplandığımızda, “Eh, Sara Halamız da hakkın rahmetine kavuştuğuna göre, bundan böyle aile reisimiz ırak siz oldunuz, anne,” demişti Aliye, anneanneme. Anneannem kızını, “Aile reisimiz, eniştendir,” diye yanıdamıştı babamı kastederek. Sertti sesi. Böyle haberdar olmuştum halamın ölümünden.
“Kardeşinin acısına dayanamadı, zavallı halam,” demişti Ayşe Teyzem.
Halamı, ara sıra ziyaretine gittiğimiz o kır saçlı, esmer, yaşlı kadını gözümün önüne getirmeye çalışmıştım.
“İnsanlar ölünce nereye gider, anne?” Annemin yanıtlamasını beklemeden,
“Gökyüzüne,” diye aulmıstı Aliye. “Göğe çıkar, yıldız olur-
Aliyc, teyzemdi ama benden sadece altı yaş büyüktü. Bu nedenle onu ömrüm boyunca teyze gibi değil, bir abla olarak kabul ettim. Daha doğrusu, yirmilerime gelene kadar bir abla, sonraları da benden çok çok küçük, delidolu bir kız kardeş olarak. Ama çocukken, her dediğine inanırdım. Bahçeye çıkmış ve dikkatle gökyüzüne bakmıştım Sara Hal a’yi görebilmek için. Sara Hala ancak pırıltısı az, silik yıldızlardan biri olabilirdi. Uzun süre bakmıştım gökyüzüne. Simasını bile hatırlaya-mıyordum. Onu bulmaktan vazgeçip içeri girmiştim. Kendini değil de, sadece bu konuşmayı hatırlıyorum halama dair. Bir de, bir aile düğününde, gelinin başına saçılan altın paraları toplamak için, diğer çocuklarla beraber yere eğildiğimde, birinin yakamdan tutup beni yukarı kaldırdığını hatırlıyorum. Korkuyla dönüp baktığımda, esmer sert bir yüz görmüştüm. “Ccvat Paşa’nın ailesinde kimse yerden para toplamaz,” de misti, “çocuklar bile.”
“Ne istiyormuş benden Sara Hala?” diye soruyorum kuşa. “Bunu ona kendin sor,” diyor kuş ve pırıltılı kanadan küçük çırpınışlarla sarsılmaya başlıyor. Oh, nihayet uçup gidecek diye düşünüyorum, büyük gözaltı bitmek üzere. Ama gitmiyor kuş. Gri kırçıllı kanatlan, gri kırçıllı bir eteğe dönüşüyor. Yere kadar uzun, evaze bir eteğe. Beyazı bol gri saçlan başının üstünde kabarık topuz yapılmış biri var kuşun yerinde şimdi. Uzun eteğinin üstüne, dik yakası nrfirlı bir bluz giyiyor. Birbiri ardına dı-zclcnmiş düğmelerinin hepsi de sımsıkı ilikli, bembeyaz bir bluz. Küçük gözleri, gaga gibi burnuyla tıpkı deminki kuşu andıran yaşlı, esmer bir kadın duruyor pencerede. Eski, sararmış bir sepya fotoğraftan çıkmış gibi… Ben bu resmi bileceğim. Ben bu resmi tanıyorum. Aile albümlerini dolduran sürüyle fotoğrafın arasında defalarca gördüğüm birine benziyor. Korka korka ve fısıldayarak söylüyorum adını.
“Sara Hala!”
“Evet Füreya, benim.”
“Ne yapıyorsunuz orada? Niye bana öyle bakıyorsunuz? Camın dışında durmayın, bari içeri girin.”
“Zamanı geldiğinde gireceğim.”
“Ne zamanı?”
“Gitme zamanı kızım. Seni götürmeye geldim.”
“Ben hiçbir yere gitmiyorum hala. Yakında bu yataktan kalkıp, işlerimin başına döneceğim. Sergim var yakında. Sizinle gelemem ben.”
“Ben senin refakatçinin!.”
“Annemle babanı neredeler? Bana biri refakat edecekse, neden onlar gelmediler?”
“Ben geldim, çünkü sen bana çok benzıyorsun…” “Hayır, hayır, ile benzemiyorum.”
Nasıl benzeyebilirim ona? Ben güzeldim. Uzun boylu, alımlıydım. Bir salona girdiğimde, bütün basların bana döndüğünü, bütün bakışların beni izlediğim bilirdim.
Düşüncelerimi okuyor sanki. “Fiziksel benzerlikten söz etmiyorum. Elbette sen çok alımlı ve güzeldin, bense kısa boyum, esmerliğim ve sıradanlığımla, kardeşlerim gibi, yakışıklı babama değil, Suriyeli anneme çekmiştim Füreya. Bu nedenle beni ancak çok yaslı ve çok şişman bir kocaya verebıldilerdi. Ama benim sözünü ettiğim benzerlik, görünümümüzde değil, kaderlerimizde ve karakterlerimizdendir. Sen ve ben, bizi maddi yönden rahata erdirecek evliliklerimizin yavan tadını tattıktan sonra, hayatlarımıza özgür ve yalnız devam etmeyi tercih ettik. Hiç çocuğumuz olmadı. Yine de ömrümüzü bizim olmayan çocuktan yetiştirmeye harcadık. Ben kardeşlerimi, sen de kardeşinin kızını evlat yerine koydun. Benim yaşamımın bir nevi devamı gibiydi senın hayatın, Kendımızı bu çocukların yetişmesi için seferber ettik Ettik de ne oldu’”
“Ben pişman değilim, .Saraı’yı evlat edindiğime, hiç pişman değilim.”
“Ben de ömrümü kardeşlerime feda ettiğim için pişman olmadığınFüreya On uç yaşında ‘kuçuk anne’ tulüne bürünmek ten ve hayat boyu unlar, kollayıp, milat ıçııı yaşamaktan hiç gu cunmadım. Ama her şey çok daha başka olabilirdi. Analığını üstlendiğimiz çocuklar da, biz de çok daha huzurlu ve mutlu olabilirdik, öylee değil mi? Beklentilerimiz hüsranla sonuçlandı.”
O nereden biliyor benim Sara’ya ilişkin beklentilerimin gerçekleşmediğini. Bir tek kişiye dahi ağzımı açıp şikayet etmiş değilim. Ama hep kızımın sanata yönelmesini, ailemizin
……………….