Kitap ÖzetleriRoman (Yabancı)

Bıxıou’nun E Çantası Alponse Daudet

 

Bıxıou’nun E Çantası adlı öykü. 1840 yılında Güney Fransa’nın Nimes kentinde doğmuş olan  Alponse Daudet  ’in Türkçeye  Değirmenimden Mektuplar  şeklinde çevrilen ve özgün adı ile  “ Les Lettres De Mon Moulin” adlı öykü kitabında bulunan 22 öyküden on birinci  öyküsü olmaktadır.

 

Değirmenimden Mektuplar   ilk kez 1869 yılında Paris’te Hetzel yayınevi tarafından yayımlanmış daha sonra pek çok dile çevrilen eser dünya edebiyatının en tanınmış öykü kitaplarından birisi haline gelmiştir.

 

Pek çoğu Paris yakınlarındaki Fontvielle’de bulunan eski bir değirmende yazılan bu öyküler konu olarak Fransız kırsal hayatını betimleyen, köylülerin hayatlarını ve yaşadıkları küçük olayları ele alan öyküler olmaktadır.

 

Kitapta yer alan öyküler Fransız köy kültürünü adet, gelenek ve sosyal hayatına dair yazılmış öyküler olmasına rağmen evrensel bir alaka görmüş Daudet bu öyküleri ile dünyanın hemen her ülkesinde tanınan bir öykücü olmuştur.  

 

 

 

 

BIXIOU’NUN EL ÇANTASI

 

Paris’i bırakıp gitmeden birkaç gün önce bir ekim sabahı tam sofradayken, üstü başı lime lime, toz toprak içinde, çarpık ayaklı, beli bükük, uzun bacaklarıyla tüyü dökülmüş leylek gibi titreyen yaşlı bir adam eve çıkageldi. Bu, Bixiou idi. Ya Parisliler… Sizin Bixiou’nuz; o afacan ve sevimli Bixiou; yergileriyle, karikatürleriyle on beş yıldan beri sizi öylesine eğlendiren o azgın alaycı… Ah zavallı, meğer ne hallere girmiş! İçeriye girerken şöyle bir sırıtmasaydı, dünyada tanıyamazdım.

 

Bu ünlü ve şom ağızlı şakacı adam, boynu bükük, bastonu klarnet gibi ağzında, odanın ortasına dek yürüdü ve üzgün bir sesle:

– Zavallı köre acıyın! Diyerek masama çarptı. Öykünmesi öyle başarılıydı ki, gülmekten kendimi alamadım. Ama o, pek soğukkanlı:

– Şaka yapıyorum sanıyorsunuz, ha? Gözlerime bir baksanıza! Dedi.

Bakışını yitirmiş iri ve beyaz gözbebeklerini bana döndürdü ve bir tek kirpiği bile kalmadan kavrulmuş göz kapaklarını göstererek:

– Kör oldum, dostum, dedi, adamakıllı kör oldum. İşte kezzapla yazı yazmanın sonu budur. O

aşağılık uğraşta gözlerim yandı, hem de tümüyle.. Köküne dek!

Öyle üzülmüştüm ki, söyleyecek bir söz bulamadım. Böyle susuverişim onu kuşkulandırdı.

– Yoksa çalışıyor musunuz?

– Hayır Bixiou, kahvaltı ediyorum. Siz de etmez misiniz?

Yanıt vermedi, ama burun deliklerinin titreyişinden anladım ki önerimi kabule can atıyor.

Hemen elinden tuttum, yanıma oturttum.

Önüne kahvaltısı konurken, zavallıcık kıs kıs gülerek sofrayı kokluyordu:

– Pek güzel şeylere benziyor bunlar. Meğer şölene konmuşuz. Ne zamandan beri kahvaltı ettiğim yoktu. Her sabah, on paralık francalayla, şu bakanlık senin, bu bakanlık benim, koşturup duruyorum… Ya, öyle işte! Şimdi artık bakanlıklar arasında mekik dokuyorum. Başka işim de yok aslında. Bir tütüncü dükkânı açmak için izin koparmaya çalışıyorum… Ne yaparsınız? Evdekilerin karnını doyurmak gerek. Artık resim yapamam ki, yazı yazamam ki…

Birisine söyle de yazsın diyeceksiniz, ama ne yazdırayım?.. Ben kafadan atamam, uydurmayı beceremem. Sanatım, Paris’in sırıtkanlıklarını görüp göstermekti; şimdi ona da olanak kalmadı… Onun için bir tütüncü dükkânı açmayı düşündüm. Elbette bulvarlarda değil. Böyle bir iyiliği nasıl elde edebilirim? Ne dansöz anasıyım, ne de yüksek rütbeli bir subayın dul karısıyım.

 

Hayır, yalnızca taşrada, herhangi bir yerde, uzaklarda, örneğin Vosgesların bir kıyıcığında, küçücük bir tütüncü dükkânı. Porselenden kocaman bir pipom olur, Erckmann-Chatrian’ın romanlarında olduğu gibi kendime Hans ya da Zébédé adını takarım ve artık bir şeyler yazamamanın acısını, çağdaşlarımın kitaplarından tütün külahları yaparak unuturum.

İşte istediğim topu topu bu. Öyle atla deve değil, ama yine de üstesinden gelebilmek için anamdan emdiğim süt burnumdan geliyor… Sözüm ona, arkasız da kalmayacaktım. Eskiden

pek el üstündeydim. Mareşalin, prensin, bakanların sofrasında yemek yerdim. Bütün bu adamlar ya benden hoşlandıkları ya da korktukları için olacak, bir türlü beni paylaşamazlardı.

Şimdi artık kimseyi korkuttuğum yok. Ah gözlerim, zavallı gözlerim! Artık hiçbir yere de çağrılmıyorum. Sofraya bir kör oturtmak, hiç de keyifli bir şey değil! Biraz ekmek verir misiniz?

 

Ah haydut herifler, dükkân açmama izin verinceye dek canımı çıkaracaklar. Altı aydır, elimde dilekçe, bakanlık bakanlık dolaşıyorum. Sabahları sobaların yakıldığı ve kum döşeli avluda bakan hazretlerinin atlarının dolaştırıldığı saatte damlıyorum. Ancak, akşam olup da içerden kocaman lambalar getirilince, mutfaklardan da güzel güzel kokular gelmeye başlayınca çıkıp gidiyorum…

 

Bütün ömrüm bekleme salonlarında, odun sandıklarının üzerinde geçiyor. Bütün odacılarla ahbap olduk. İçişleri Bakanlığında bana “efendiciğim!” diyorlar. Ben de onların gözüne girmek için türlü şaklabanlıklar yapıyorum, kurutma kâğıtlarının bir köşesine, bir çırpıda, kocaman bıyıklı suratlar çizerek herifleri güldürüyorum. Görüyorsunuz ya, yirmi yıl süren şamatalı başarılardan sonra ne duruma geldim. Đşte sanatçının sonu bu!..

 

Düşünün ki, Fransa’da bizim uğraşa ağızlarının suyu akan kırk bine yakın haylaz var yine!

Düşünün ki, yine Tanrı’nın günü bize, yazına ve basılı gürültüye susamış, vagonlar dolusu ahmak getirmek için, her ilde bir lokomotif istim tutuyor… Ah düşlem düşkünü taşra! Ne olurdu, Bixiou’nun düşkünlüğü sana ibret olsaydı!

Sonra, burnunu tabağına sokarcasına, bir tek söz söylemeden, hırsla yemek yemeye koyuldu.

 

Görünüşü yürekler acısıydı. Her an ekmeğini, çatalını yitiriyor, kadehini bulmak için çevresini

yokluyordu. Zavallı adam, henüz körlüğe alışamamıştı.

* * *

Biraz sonra yeniden söze başladı:

– Benim için en büyük acı nedir, biliyor musunuz? Artık gazete okuyamamak. İnsan bunu anlamak için meslekten olmalı… Kimileyin, akşamları eve dönerken bir gazete alırım, yalnızca o nemli kâğıt ve taze haber kokusunu duymak için… Ne hoştur, bilseniz! Ama kime okutursun?

Karımın elinden gelir, ama okumaz ki. Söylediğine göre, küçük haberler sütununda yakışık almayacak şeyler varmış. Ah bu sabık metresler, bir kez nikâhtan geçmeye görsünler, insanın başına öyle hanımefendi kesiliyorlar ki. Bizimki de Madam Bixiou olur olmaz, sanki kesinlikle gerekliymiş gibi, öyle bir sofu oldu ki, sormayın… Gözlerimi Salette suyuyla ovmaya mı kalkışmadı; sonra okunmuş ekmekler mi, yoksullar için sadaka toplamalar mı, Sainte-Enfance Misyoner Derneği mi, Hıristiyan yapılacak Çinli çocuklar mı istersiniz? Daha neler, neler…

 

Gırtlağımıza dek hayır işlerine battık… Oysa oturup da bana gazete okusa, yine sevap kazanmış olur. Ama yağma yok, hiç oralı olmuyor. Kızım evde olsaydı, bak o okurdu, ama gözlerim kör olunca, evden bir boğaz eksilsin diye onu Notre-Dame-des-Arts Öksüzevi’ne koydum.

 

Bu kızın da bana çektirmediği kalmamıştır hani! Doğalı dokuz yıl oldu olmadı, yakalanmadığı hastalık kalmadı… Sonra sümsük mü sümsük, çirkin mi çirkin, dilim varsa, benden de çirkin diyeceğim hani! Özetle, yamru yumru bir yaratık! Ne yaparsınız? Aslında benim işim gücüm, karikatür yapmak… Bakın ben de ne ahmağım, oturdum da size aile dertlerimi birer birer anlatıyorum. Bunlardan size ne ki?… Kuzum, bana şu içkiden biraz daha verin. Neşeli olmam gerek. Buradan çıkınca, doğru Eğitim Bakanlığına gideceğim. Oranın odacıları öyle kolay yumuşar soyundan değil. Hepsi de eski hoca…

 

Kadehine içkisini koydum. Duygusal bir tavırla, yudum yudum, tadını çıkara çıkara içmeye başladı… Birdenbire, bilmem nereden aklına esti, elinde kadeh, ayağa kalktı; o kör engerek kafasına benzeyen başını, söze başlayacak bir kimsenin o tatlı gülümsemesiyle bir an sağa sola çevirdi; sonra, iki yüz kişilik bir şölende söylev veriyormuş gibi, cırlak bir sesle:

– Güzel sanatlar onuruna! Yazın onuruna! Basın onuruna! Diye bağırdı.

 

Hazret, kendisini kapıp koyuverdi ve tam on dakika, onura öyle bir söylev çekti ki, bu soytarı beyninden bundan daha çılgıncası, daha olağanüstüsü doğmamıştır kesinlikle. 186*’da Yazın Kaldırımı diye ad takılmış bir yıl sonu revüsü düşünün. Bizim o sözde yazınsal toplantılarımız, dedikodularımız, kavgalarımız, acayip bir sürü insanın soytarılıkları, içinde birbirlerini boğazladıkları, birbirlerinin karnını deştikleri, birbirlerinin malını aşırdıkları mürekkep gübresi türünden bir dünya; öyle aşağılık bir cehennem ki, çıkar ve para konusunda kentsoylular halt etmiş; ama her yerden çok yine orada geberilir; bütün bayağılıklarımız, bütün düşkünlüklerimiz; elinde dilenci tası, gök mavisi pantolonuyla niya… niya… niya… Diyerek

 

Tuilleries’ye giden Baron T. de la Tombola; sonra, o yıl içinde ölenlerimiz, reklamlı cenaze alayları, mezar parası bile verilmek istenmeyen bir zavallıya, üye efendinin hep o “Ölümüyle bizleri üzüntülere boğan sevgili arkadaş!” diye başlayan ağıtı; kendilerini öldürenlerle çıldıranlar; işte dahi bir taklitçinin bütün bunları, en ufak ayrıntısına varıncaya dek canlandırarak anlattığını göz önüne getirin; ancak o zaman Bixiou’nun o bir anda uyduruverdiği söylev konusunda bir fikir edinmiş olursunuz.

 

* * *

Söylevini bitirip de kadehini içtikten sonra, benden saati sordu ve “hoşça kalın” bile demeden sert sert çıkıp gitti… M. Duruy’nin odacıları kendisini nasıl karşıladılar, orasını bilmem; ama, o korkunç kör gittikten sonra, kendimi öyle umutsuz, öyle neşesiz duyumsadım ki, ömrümde böyle bir duruma düştüğümü anımsamıyorum. Artık hokkam beni tiksindiriyor, kalemim tüylerimi ürpertiyordu. Başımı alıp uzaklara gitmek, koşmak, ağaçları seyretmek, iyi bir şeyler koklamak istiyordum… O ne kindi, Tanrım! O ne hınçtı! O ne her şeye tükürmek, her şeyi berbat etmek gereksinmesiydi! Ah alçak!

 

Bana kızından söz ederken o nefretle dolup taşan kahkahası hâlâ kulaklarımda, hırsla odamın içinde dört dönüyordum.

Birdenbire, körün oturmuş olduğu iskemlenin yanında, ayağıma bir şeyin takıldığını duyumsadım. Yere eğilince, bir el çantası gördüm. Onun el çantasıydı, yanından hiç ayırmadığı ve gülerek “Benim zehir kesem!” dediği, köşeleri kırık, kocaman bir el çantası. Bu el çantasının, bizim çevremizde M. de Girardin’in ünlü karikatürleri denli ünü vardı. İçinde pek korkunç şeyler var, deniyordu… Gerçekten böyle olup olmadığını anlamak için, hazır elime de fırsat geçmişti. Bu gereğinden çok şişkin, eski el çantası yere düşünce açılıvermiş ve bütün kâğıtlar halının üstüne saçılmıştı. Bunları yerden birer birer toplamak gerekti…

Hepsi de, “Sevgili babacığım!”la başlayıp “Meryem Ana çocuklarından Céline Bixiou” imzasıyla biten, çiçekli kâğıtlar üzerine yazılmış bir deste mektup.

Kuşpalazı, havale, kızıl, kızamık… gibi (yavrucak hiçbirinden yakayı kurtaramamıştı!) çocuk hastalıkları için eski reçeteler. Ve son olarak, içinden, sanki bir kız çocuğunun başlığından çıkmış gibi, iki üç tane kıvır kıvır kıl fırlamış mühürlü büyük bir zarf; zarfın üstünde de kalın ve titrek bir yazı; bir kör yazısıyla:

 

“Céline’in oraya girdiği gün, 13 Mayısta kesilen saçları.”

İşte Bixiou’nun el çantasında olan şeyler.

 

Haydi canım, siz Parisliler, hep böylesiniz aslında! Nefret, alay, can yakıcı kahkahalar, acı

şakacılıklar, sonunda da: “Céline’in 13 Mayısta kesilen saçları.”

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Knut Hamsun Dünya Nimeti Romanı Hakkında Konusu Özeti

Editor

Frankenstein

Editor

Mahrem

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası