Biyolojinin son yüzyılda gösterdiği büyük ilerlemenin bir görgü tanığı ve bu alandaki en önemli kavramlardan bazılarının mucidi olan Ernst Mayr, bilimle ilgili, biyolojiyi merkeze koyan, biyolojiyle ilgili olarak da bütüncü, evrimci düşünceye önceliği geri kazandıran bir uzgörü sunuyor. Evrimsel biyolojide “modern sentezin” öncülerinden biri olan yazar, aynı zamanda modern biyoloji felsefesini kuran kişi ve “20. yüzyılın Darwin’i” olarak anılıyor.
Mayr ilk altı bölümde, biyoloji felsefesi ve tarihi üzerine daha önceki kitaplarında da yer verdiği “Yaşamın ayırt edici özellikleri nelerdir?”, “Bilim nedir?”, “Biyoloji bağımsız bir bilim midir?”, “Bilim (ve özellikle biyoloji) doğal dünyayı nasıl açıklar?”, “Bilim ilerler mi?”, “Yaşam bilimleri nasıl bir yapıya sahiptir?” sorularını ele alarak, bilimi ve biyolojinin bilim içindeki yerini tartışıyor. Sonraki dört bölümde tarihsel bağlam içerisinde biyolojinin dört alt disipliniyle (biyolojik çeşitlilik, gelişim biyolojisi, evrim ve ekoloji) ilgili örnek çalışmaları ele alıyor. Kitap, insan evrimi ve etiği üzerine iki bölümlük bir tartışmayla son buluyor.
Ernst Mayr’ın son kitabı olan Biyoloji Budur yaşam bilimleri üzerine bir inceleme olmanın yanı sıra bilime adanmış olağanüstü bir yaşamın zengin birikimini içeriyor.
önsöz
Birkaç yıl önce Fransa’nın eski Cumhurbaşkanı Vale’ry Giscard d’Estaing yirminci yüzyılı “biyoloji asrı” ilan etti. Bu tanım, yirminci yüzyılın tümü için geçerli olmasa bile, ikinci yarısı için kesinlikle doğrudur. Bugün biyoloji, güçlenerek büyüyen bir inceleme alanıdır. Evrimsel biyoloji, fiziksel antropoloji ve ekolojideki muhteşem gelişmelerin yanı sıra, genetik, hücre biyolojisi ve nörolojide eşi görülmemiş ilerlemelere tanık olduk. Moleküler biyolojideki araştırmalardan topyekün bir endüstri doğdu ve birkaçını saymalı gerekirse, tıp, ziraat, hayvan ıslahı ve insan beslenmesi gibi farklı alanlarda sonuçlar hemen ortaya çıktı.
Biyolojinin geleceği her zaman böyle parlak görülmemiştir. On yedinci yüzyıldaki Bilimsel Devrim’den II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar insanların çoğu için bilim, fizik, kimya, mekanik, astronomi gibi ağırlıklı olarak matematiğe dayanan ve evrensel yasaların rolünü öne çıkaran “kesin” bilimler anlamını taşıyordu. Bu dönemde fizik, örnek bilim olarak düşünülüyordu ve fizik çalışmalarına kıyasla canlı dünyanın araştırılması daha aşağı düzeyde bir çaba sayılıyordu. Pek çokları, bugün yaşam bilimlerini doğru anlamada çok derin yanılgıları sürdürmektedir, örneğin, konu ister evrim öğretimi, ister zekânın ölçülmesi, ister dünya dışı yaşamın saptanması olasılığı, ister türlerin soyunun tükenmesi ya da sigara içmenin riskleri olsun, biyolojinin kavranılmamış olduğu sıklıkla, açığa çıkmaktadır.
Daha üzücü olan şey ise, bizzat çok sayıda biyologun modası geçmiş bir yaşam bilimleri düşüncesine sahip olmasıdır. Modern biyologlar, aşın derecede uzmanlaşma eğilimindedirler. Belirli kuş türleri, cinsiyet hormonları, ebeveyn davranışı, sinir anatomisi ya da genlerin moleküler yapısı hakkındaki her şeyi bilebilirler. Bununla birlikte, kendi uzmanlık alanları dışındaki gelişmelerle ilgili çoğunlukla bilgi sahibi değildirler. Biyologların, uzmanlık alanlarındaki gelişmelerden kendilerini alarak yaşam bilimlerine bir bütün olarak bakmak İçin çoğunlukla zamanları olmaz. Genetikçiler, embriyologlar, taksonomistler ve ekologların tümü kendilerini biyolog olarak kabul etmekle birlikte, farklı uzmanlık alanlarının ortak yanlarının neler olduğu ve bunların fiziki bilimlerden temelde nasıl farklılaştığı üzerinde çok az düşünmektedirler. Bu konulara ışık tutmak, bu kitabın temel amacıdır.
Ben, neredeyse yürümeyi öğrendiğimden beri bir doğacıyım. Bitki ve hayvanlara duyduğum sevgi, beni canlılar dünyasına bütünsellik İçinde yaklaşmaya yöneltti. Neyse ki, 1920’li yıllarda öğrenim görmeye başladığım Alman lisesindeki biyoloji eğitimi tüm organizma üzerinde yoğunlaşıyor ve organizmanın canlı ve cansız çevresiyle olan etkileşimleri üzerinde duruyordu. Şimdi geriye bakınca, bu odaklanmanın, yaşam seyri, davranış ve ekoloji üzerinde olduğunu söyleyebiliriz. Her ikisini de aynı zamanda lisede ders olarak aldığım fizik ve kimya tümüyle farklı şeylerdi ve canlı bitki ve hayvanlarla pek de ilişkili değildiler.
Tıp öğrencisi olduğum yıllarda, tıp konusunda çok heyecanlıydım ve “Biyoloji nedir?”ya da “Biyolojiyi bilim yapan nedir?” gibi temel sorulara dikkatimi veremeyecek kadar meşguldüm. Aslında o dönemde en azından Alman üniversitelerinde “biyoloji” adı verilen herhangi bir ders öğretilmiyordu. Bugün bizim biyoloji adım verdiğimiz konular zooloji ve botanik bölümlerinde öğretiliyor ve bunların her ikisi de ağırlıklı olarak, yapısal tiplerle bu tiplerin soy oluşu (filogeni) üzerinde duruyordu. Elbette fizyoloji, genetik ve az çok deneysel diğer disiplinlere ait dersler de veriliyordu. Ancak bu konular arasında çok az bağlantı vardı ve deneysel ellerin kavramsal çerçevesi, çalışmaları doğa tarihine dayanan zoolog ve botanikçilerin yaklaşımlarıyla çok az uyuşuyordu.
Klinik öncesi sınavlarımı tamamlayıp, çalışmalarımı tıp alanından zoolojiye (özellikle kuşlara) kaydırdıktan sonra Berlin Üniversitesi’nde felsefe dersleri aldım ama bu da hayal kırıklığıyla sonuçlandı; çünkü bu dersler de biyoloji bilimlerinin konulan ile felsefeninkiler arasında köprüler kurmuyordu. Bununla birlikte o sıralarda, yani 19201i ve 1930lu yıllarda, sonunda “bilim felsefesi” olarak adlandırılacak bir disiplin gelişiyordu. 1950’lerde, bu alanda öğretilenlerle ilgili bilgim olduğunda yeniden ve daha şiddetli bir hayal kırıklığı yaşadım, öğretilen şey bilim felsefesi değil, mantık, matematik ve fiziki bilimler felsefesiydi. Bu şeyin biyologların ilgi alanlarıyla neredeyse hiçbir bağlantısı yoktu. O sıralar oturdum, kitap ve bu kez birkaçına bizzat katkıda bulunmuş olduğum, yayımlanmış makalelerde ifade edilen evrimsel biyolojinin genel ilkelerinin listesini çıkardım ve bunların bir tanesine bile felsefi literatürde yeterince değinilmediğini, hatta çoğunun anılmadığım gördüm.
Bu noktada yine de, burada bilim tarihi ve bilim felsefesine katkıda bulunmayı planlamadığımı belirtmeliyim. Bu konularla ilgili yazdığım çeşitli makaleler, beni evrim kuramı ve sistematiği üzerine araştırmalarımı geçici olarak kenara koymaya iten konferans ve sempozyumların sonucudur. Yegâne amacım, biyolojinin belirli açılardan fizikten ne kadar da farklı olduğuna işaret etmekti, örneğin 1960’ta Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nden Daniel Lerner tarafından, neden ve etki üzerine bir dizi konferans vermeye davet edildim. Biyolojik nedensellik sorunuyla, 1926’da Serin ispinozu, 1930’da ise kuş göçünün kaynağı üzerine yazdığım makalelerden beri ilgileniyordum. Dolayısıyla, bana bu konudaki düşüncelerim arasında sınıflama yapabilme fırsatı vereceği için bu daveti memnuniyetle karşıladım. Uzun bir zamandan beri, cansız ve canlı dünyalar arasındaki kesin bir farklılığın ayırdına varmış bulunuyordum. Her iki dünya da fiziki bilimlerin bulup incelediği evrensel yasalara uyar, ancak canlı organizmaların tâbi olduğu ikinci bir nedenler kümesi daha vardır ki bunlar, genetik program tarafından belirlenen talimatlardır. İkinci tipteki bu nedensellik cansız dünyada bulunmaz. Kuşkusuz, organizmalardaki nedensellik ikiliğini ilk bulan biyolog ben değildim; fakat derslerimden yola çıkarak 1961’de yayımladığım makale, konunun ayrıntılı bir incelemesini ilk kez sunuyordu.
Gerçekten benim yaşam bilimleri ile fiziki bilimler arasındaki farklılıklar konusunda yazdığım çeşitli makaleler, Felsefeci ve fizikçilerden çok. yazılarında görüldüğü üzere birçok Fızikselci kavramı farkında olmadan benimseyen biyolog arkadaşlarıma hitap ediyordu, örneğin, karmaşık canlı sistemlerin her özelliğinin, en alt düzeydeki bileşenler (moleküller, genler ya da başka her ne ise) üzerine yapılacak çalışmalar aracılığıyla açıklanabileceği savı, bana çok anlamsız geliyordu. Canlı organizmalar moleküller, hücreler ve dokulardan, organizmalar, popülasyonlar ve türlere doğru yükselen, benzersiz derecede karmaşık hiyerarşik sistemler oluştururlar. Bir üstteki her sistemde, bileşenler konusunda bilinenlerden yola çıkılarak tahmin edilmesi mümkün olmayan özellikler ortaya çıkar.
Başlangıçta, şimdi artık ortaya çıkma olarak adlandırılan bu olgunun yalnızca canlılar dünyasıyla sınırlı olduğunu düşünüyordum ve doğrusu, 1950’lerin başında Kopenhag’da verdiğim bir konferansta, ortaya çıkmanın organik dünyanın tanı sal özelliklerinden biri olduğu iddiasını öne sürdüm. O dönemde, ortaya çıkma kavramı daha çok fizikötesine ait bir kavram olarak düşünülüyordu. Dinleyiciler arasında bulunan fizikçi Niels Bohr tartışma bölümünde konuşmak üzere ayağa kalktığında, bir kökten çürütme girişimi için tamamen hazırlıklıydım. Ancak beklediğimin aksine Bohr, ortaya çıkma kavramına hiçbir surette karşı çıkmadı. İtiraz ettiği tek nokta, bunun fiziki bilimler ve biyoloji bilimleri arasına sınır çekmeye zemin hazırladığına da…….