Roman (Yabancı)

Bizim Kızlar / Hoş Geldiniz !

bizim kizlar hos geldiniz 5ed4057b2e6c2Birçok genç okurun gönlünde taht kuran Ann M. Martin Bizim Kızlar isimli serisinin ilk kitabı olan Hoş Geldiniz! ile Türkiyedeki genç okurların da kalbini fethetmeye hazırlanıyor. Anne ve babalarını trafik kazasında kaybeden ve büyükannelerinin yanına taşınmak zorunda kalan Flora ve Rubyyi yeni yerleşecekleri kasabada hiç bilmedikleri bir hayat beklemektedir. Onlar için taşındıkları kasabada her şey çok farklı ve yabancıdır… Acaba yeni yaşamları ile birlikte Flora ve Rubynin hayatında neler değişecek dersiniz?

***

1. BÖLÜM

Main Caddesi

Min’in arabasının arka koltuğunda büzülmüş oturan Flora, kitaplarda okuduğu yetim çocukları düşündü. Anneleri babaları olmayan, yeni yerlerde yeni hayatlara başlayan çocukları… Şimdi kendisi, Flora Marie Northrop da onlardan biriydi. Min’in Toyotası’nın camından dışarı bakarken manzara sanki akıp gidiyordu: Bulanıkmış gibi görünen dallar ve yeşil yapraklar, parçalı bulutlar, berrak New England gökyüzü. Bir oyun, şaka, bitmek bilmeyen bu yolculuğun sıkıcılığından kurtulmalarını sağlayacak herhangi bir şey bulma umuduyla Flora dönüp kardeşini dürttü. Ama Ruby bir eli, içinde kedileri Virgül Kral’ın olduğu sepetin üzerinde, ısrarla uyumaya devam etti. Virgül Kral da uyuyordu.

Flora iç çekerek doğrulup oturdu ve ön koltuğa baktı. Büyükannesi bir yandan araba kullanıyor, bir yandan da Gershwin’in Sevdiği Şarkılar CD’sinin ilk şarkısı “Paris’te bir Amerikalı”ya eşlik ediyordu. Onun yanında oturan Canım Papatya uyukluyordu, belli ki rüya görüyordu. Kuyruğu koltuğa ileri geri sürtünüp duruyordu.

Flora, Kral ve cam arasında kıpırdandı. Bugüne kadar kitaplarda okuduğu yetimlerden hiç farkının olmadığını düşündü. Onların da çoğu İngilizdi. Yeni hayatlarına başladıklarında başlarına korkunç şeyler geliyordu. Donmaya terk ediliyorlar, kötü yetimhanelerde sıra sıra dizilmiş pireli yatakların olduğu uzun odalarda kalıyorlar, yemekte su ve lapadan başka yiyecek bir şey bulamıyorlardı. Ya da gerçeğe ulaşmak, güç kazanmak veya kayıp aile hâzinelerini bulmak için büyük mücadelelere girişiyor; sisleri, dağları, bataklıkları aşıyor, canavar ve devlerle karşılaşıyorlardı.

Flora ve Ruby incecik battaniyelerin altında titreyen soluk yüzlü kimsesiz çocuklar değillerdi Şahane, romantik bir maceraya da atılmamışlardı. Onlar sadece Flora ve Ruby Northrop’tular işte. Anneleriyle babaları trafik kazasında ölmüştü. Bundan sonra Massachusetts, Camden Falls’ta büyükanneleri Min ile birlikte yaşayacaklardı.

Kazadan sonraki beş ay süresince Flora hem etkileyici hem de korkunç bir şey keşfetmişti: Kendini kazayı düşünmemeye koşullandırdığında, bunu kafasından tamamen çıkarabiliyordu. Bu göründüğünden daha zordu. İnsanın kendine, ağzında eksik dişinin olduğu yere dilini sokmaması gerektiğini söylemesi gibi bir şeydi. Ama Flora bunu yapabiliyordu. Kendini koşullandırdığında, kazayı kafasından tamamen uzaklaştırabiliyordu. Öte yandan ki en korkunç ve en etkileyici olan da buydu, belirli günlerde kazayı hatırlamak istediğinde o kötü, unutulmaz geceye dönebiliyor ve her şeyi bütün ayrıntılarıyla hatırlayabiliyordu.

Ocak ayı, çok soğuk bir cuma akşamıydı. Henüz yemek saati gelmemiş olmasına karşın gecenin karanlığı çökmüştü bile.

“Herkes arabaya doluşsun bakalım,” demişti babası. “Pizza yemeye gidiyoruz.”

Flora gitmek istemiyordu. Bunun yerine hafta sonunu rahat geçirebilmek adına bütün ödevlerini bitirmek istiyordu.

“Of, hadi Florrie Donrie,” demişti babası. Flora yine kızmıştı çünkü Florrie Dorrie tam bir bebek ismiydi, ama o on birine girmek üzereydi. Arabaya binmiş olmasına rağmen kendisinden hiç beklenmeyen bir şekilde homurdanıp duruyordu. Annesi gülümseyerek babasına dönüp alçak sesle Flora’nın artık genç bir kız olmaya başladığını söylediğini duyduğunda bile, huysuzluğu geçmemişti.

Yolda ağır ağır ilerliyor, tanıdık evlerin önünden geçiyorlardı. Ancak far ya da sokak lambalarının ışığında görülebilen hafif bir kar yağıyordu. Annika’nın evinin önünden geçerlerken Flora en yakın arkadaşını görebilmeyi umarak onların salon penceresinden içeri bakmaya çalışmıştı.

Sonra kendi caddelerinden daha işlek bir yol olan Maverick Bay’e çıkmışlardı. Flora’nın annesi, “Hadi şarkı söyleyelim,” demişti. “Noel şarkıları söylemek için son şansımız bu.”

O zamanlar sekiz yaşında olan Ruby bunun harika bir fikir olduğunu düşünmüştü. Tabii düşünürdü. Ruby şarkı söylemeye, sahnede olmaya, dans etmeye bayılıyordu. “Kış Cenneti’ni söyleyelim!” diye bağırmıştı. Ama o daha şarkının ilk sözcüklerini söyleyemeden, kimsenin başka bir şey söylemesine ya da yapmasına fırsat kalmadan, karlı bir akşam için çok hızlı giden bir kamyon üzerlerine gelerek yolun ortasındaki çizgiyi geçip arabalarına çarpmıştı. Bundan sonraki birkaç dakika içinde parlak ışıklar, tuzla buz olan camlar, gıcırdayarak birbirinden ayrılan metaller vardı. Ama hiç çığlık yoktu. Yalnızca Ruby şaşkınlıkla, “Ah!” demişti.

Kurtarma ekipleri hemen gelmişti. Flora ve Ruby’yi arka koltuktan çekip çıkarmışlardı. İkisi de sersemlemiş, ama yara almamıştı. Emniyet kemerleri hâlâ bağlıydı. Her ihtimale karşı güvende olmaları için ambulansla hastaneye götürülmüşlerdi. Anne babaları da bir başka ambulanstaydı.

Gecenin ilerleyen saatlerinde, bir polis memuru Flora ve Ruby’yi hastanenin küçük bir odasına almış, ikisine de birer oyuncak ayı vermişti. Sonra Flora’ya acil durumlarda arayabilecekleri bir yakınlarının adını bilip bilmediğini sormuştu. “Annika’nın annesi,” demişti Flora. Üşümediği halde dişlerinin birbirine vurduğunu fark etmişti. “Bayan Lindgren.” Memur, bir akrabalarının olup olmadığını sorunca, “Min. Yani Min Read. Büyükannemiz.” Min’in telefon numarasını alan koduyla birlikte hatırlamayı başarmıştı.

Flora’nın zihninde bu noktada anılar bulanıklaşıyordu. Onu ve Ruby’yi hastaneden kim almıştı? Anneleriyle babalarının öldüğünü onlara kim söylemişti? Min mi? Geldiğinde mi? O gece çok geç saatlerde diye düşünüyordu Flora, ama emin değildi. O gecenin devamına ilişkin tek hatırladığı, anne babasının öldüğünü duyduğunda, kimi geceler ayakların uyuştuğu gibi beyninin uyuştuğuydu. Bu nedenle sonrasında gelişen pek çok şey şimdi bile belleğinde pek net değildi.

Elbette cenaze töreni olmuştu. Flora ve Ruby bir süre okula gitmemişlerdi. Ama sonra Min artık hayatlarını düzene sokmaları gerektiğini söylemişti. Bu imkânsız görünüyordu. İki kardeşin kendi evlerinde, anne babaları olmadan, onların yerine büyükanneleri ve Golden Retrieverları ile birlikte yaşamaları mümkün değildi.

En başından beri, Northrop’ların vasiyetnamesinde istendiği şekilde artık kızların yasal vasisi olan Min, Flora ve Ruby’ye, okul yılı sona erene kadar onlarla birlikte kendi evlerinde kalacağını söylemişti. “Burada, eski sokağınızda eski arkadaşlarınızla birlikte olacaksınız,” demişti. Ancak yaz geldiğinde Camden Falls’a taşınacaklarını da eklemişti. O kasaba Min’in doğup büyüdüğü yerdi. Ailesinin,

Min’in doğumundan yıllar öncesinden beri sahip olduğu ev Flora, Ruby ve Virgül Kral’a yetecek kadar büyüktü. Burası Min ve kocasının, kızların annesiyle onun kız kardeşini büyüttükleri evdi. Min’in sahip olduğu ve arkadaşı Bayan Walter ile birlikte işlettiği Main Caddesi’ndeki İğne İplik adındaki dikiş dükkânı da Camden Falls’taydı. Kısacası Min’in bütün hayatı oradaydı. O da torunlarını ne kadar severse sevsin, evini terk edip hiçbir dostunun ve işinin gücünün olmadığı yabancı bir kasabaya taşınmayı göze alamıyordu. Ruby ve Flora’yı yanına, Camden Falls’a alması en iyisiydi.

Flora bu kararı sessizce protesto etmişti. Ruby ise yüksek sesle karşı çıkmıştı.

“Sen dostlarından, evinden ayrılmak istemiyorsun, ama bizi arkadaşlarımızdan, evimizden ayırıyorsun,” diye bağırmıştı birkaç kez en dramatik sesiyle. “Üstelik yetişkin olan sensin”

Min sabırlıydı. “Anlıyorum Ruby,” demişti. “Üzgün olduğunuzu biliyorum. Hepimiz çok sevdiğimiz insanları kaybettik. Kızım olmadan yaşamak zorunda kalacağım hiç aklımdan geçmezdi. Ama yollarımıza devam etmek zorundayız. Kendimiz için bir hayat kurmamız gerekiyor. Benim de seninle ve Flora’ya destek olmam gerek. Bu nedenle İğne İplik’e dönmek zorundayım.”

Min çok mantıklıydı. Ve meşgul. Sürekli meşguldü. Bu nedenle Flora küçüklüğünde ona büyükanne, anneanne filan değil de Min demeye başlamıştı. “Miniğim, hemen!”in kısaltmasıydı bu.

“Yeni şapkama bakar mısın?” diyordu Flora, Min onları ziyarete geldiğinde.

Büyükannesi, “Miniğim hemen,” diye karşılık veriyordu.

“Bana kitap okuyabilir misin?”

“Miniğim hemen.”

Flora’nın taktığı isim epey tutmuş, çok geçmeden herkes büyükanneye Min demeye başlamıştı. Şimdiyse meşgul, mantıklı Min torunlarıyla bir hayat kurmaya çalışıyordu. Ocak ayından beri kızlar ve Virgül Kral ile birlikte onların evinde yaşıyordu. Onların okul kıyafetlerini onarmış, veli toplantılarına gitmiş, yemekler pişirmiş ve ev ödevlerine yardım etmişti. Bu arada fırsat buldukça da kızları, Virgül Kral’ı ve Canım Papatya’yı arabaya bindirip pek de yakın bir yer olmayan Camden Falls’a götürmüştü. Hafta sonunu orada geçirmişler, Min evi ve dükkânıyla ilgilenirken kızlar da kalacakları odaları seçmişler, bitişikte oturan Bayan Walter’ın torunu Olivia ile konuşmuşlardı.

Zaman geçmiş, haziran gelivermişti işte. Ne ilginç diye düşündü Flora. Kaza gecesinin üzerinden beş aydan biraz daha fazla bir zaman geçmişti. Okul tatil olmuştu. Min evleriyle eşyalarının birçoğunu satmıştı. Flora ve Ruby, Annika ve diğer arkadaşlarıyla vedalaşmalardı. Şimdi son kez, geri dönmemek üzere Camden Falls’a doğru yol alıyorlardı…

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Bataklıkta Gece Yarısı

Editor

Yer Altından Notlar

Editor

Emile Zola – Nana (v2)

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası