Roman (Yabancı)

Böğürtlen Kışı

bogurtlen-kisi-sarah-jio-arkadya-yayinlari

Kalbinizin derinliklerine işlenen acıyı, tek kelimeyle nasıl dile getirirsiniz?
“Canım Daniel’ım, Kaybolduğun gün dünyam sona erdi, canım oğlum. Seni herkim alıp götürdüyse, seninle birlikte kalbimi, hayatımı da çaldı. Ben senin gülümsediğini görmek, kahkahalarım duymak, mutluluğunu paylaşmak için yaşıyordum… ”
Vera Ray 1933 yılının o karlı mayıs akşamında üç yaşındaki oğlu Daniel’ı son kez öptüğünü bilmiyordur. Her ne kadar oğlunu yalnız bırakma düşüncesinden nefret etse de hayatlarını devam ettirmek için çalışmak zorundadır. Tek avuntusu, gün ağardığında küçücük oğluna sarılacak olmasıdır. Ancak Vera geri döndüğünde karşılaştığı manzara, Daniel’m boş yatağıdır. Bir de karlar içine gömülmüş olan oyuncak ayısı…
Seksen sene sonra Seattle yine mayıs ayında karlar altındadır. Köklü bir gazetede muhabir olan Claire Aldridge, bu doğaüstü olayı haber yapacaktır. Araştırmalarına devam eden Claire, küçük çocuğun bu zamana kadar sonuçlanmamış kaçırılma davasıyla karşılaşır. Evlat kaybetmenin ne demek olduğunu çok iyi bilen Claire, bu olayı çözmeye karar verir. Ancak çözdüğü her düğümün, onu Vera’yla olan bağlantısına yaklaştırdığından habersizdir…
Böğürtlen Kışı aşkı, umudu ve umutsuzluğu derinden anlatan muhteşem bir kitap. Bu öyküyü yüreklerinizden kolay kolay silip atamayacaksınız.
SARAH JIO

Birinci Bölüm

Vera Ray

Seattle. Mayıs 1933

Döşeme tahtalarını yalayan soğuk bir rüzgârla birlik­te titreyerek gri, yün hırkama sıkıca sarındım. Onun da sadece bir düğmesi kalmıştı. Tanesi beş sente yenileri­ni alıp dikmeyi düşünmek saçma olurdu. Hem zaten bahar gelmişti. Yoksa gelmemiş miydi? İkinci katın penceresin­den dışarı göz atarak uğuldayan rüzgârı dinledim. Oldukça hiddetli bir rüzgârdı bu. Yaşlı kiraz ağacının dallan, binanın duvarına bir kırbaç gibi öylesine sert çarpıyordu ki bir son­raki darbede camı kırabileceğinden korkarak yerimden sıç­radım. Fakat tam da o sırada beklenmedik bir görüntü, beni bir anlığına endişelerimin arasından çekip çıkardı. Tozpem­be çiçekler, havada dönerek uçuşuyordu. Bir iç geçirerek kendi kendime gülümsedim. Tıpkı kar gibi.

“Anne?” diye seslendi Daniel tiz bir sesle, yorganın al­tından. Yırtık pırtık, mavi yorganı aşağı çekerek Daniel’ın o güzel, yuvarlak yüzüne ve uçları hâlâ kıvırcık olan sarı saçlanna baktım. Bebeklik saçları. Tombul, al yanakları ve yürek hoplatan mavilikteki iri gözleriyle üç yaşında, bebek­lik ile çocukluk arasında bir yerdeydi. Uyuduğunda ise tıpkı doğduğu günkü gibi görünüyordu. Bazen parmak uçlanma basarak, sabahın erken saatlerinde odasına giriyor ve tek kulağı kopuk, boynunda eski püskü, mavi kadife papyonu olan kahverengi ayıcığına sarılmış bir halde uyuyuşunu seyrediyordum.

“Ne oldu, tatlım?” diye sordum, küçük, ahşap yatağının yanına diz çökerek. Ardından pencereden dışarıya, şiddeti­ni arttırmış olan rü2gâra göz attım. Ben nasıl bir anneyim ki onu bütün gece burada, tek başına bırakıyorum? Bir iç çektim. Başka bir seçeneğim var mı? Caroline gece vardi­yasında çalışıyordu. Ayrıca Daniel’ı bir daha otele götüre­mezdim. Özellikle de Estella geçen hafta onu dokuzuncu kattaki çatı katı süitinde uyurken bulduğunda yaşananlar­dan sonra. Daniel’ı sanki un kavanozuna giren bir mutfak faresiymiş gibi sıcacık yorganın altından çıkarıp dışarı kovalamıştı. Bu olay Daniel’ı son derece korkuttuğu kadar benim de neredeyse işime mal oluyordu. Derin bir nefes aldım. Hayır, biricik oğlum burada, yatağında, sıcak ve güvende olacaktı. Kapıyı kilitleyecektim. Apartmanın du­varları inceydi ama kapısı oldukça dayanıklıydı. Maun bir kapısı ve iyi, pirinçten bir kilidi vardı.

O anda hızlı ve ısrarlı bir şekilde çalmaya başlayan kapı, ikimizin de irkilmesine neden oldu. Daniel yüzünü buruşturdu. “Yine o mu, anne?” diye sordu fısıltıya benzeyen bir sesle. “Kötü adam mı?”

Korkumu gizlemeye gayret ederek Daniel’ın alnına bir öpücük kondurdum. “Merak etme, hayatım,” dedim ayağa kalkarak. “Muhtemelen Caroline teyzendir. Sen burada kal. Ben gidip bakayım.”

Merdivenleri indikten sonra, bir an için oturma odasında donakalarak ne yapacağıma karar vermeye çalıştım. Kapının ısrarlı çalışı, gittikçe daha gürültülü ve öfkeli bir hal alıyordu. Kapıdakinin kim olduğunu ve ne istediğini biliyordum. Cüzdanıma bir göz attım, içinde bir, belki de iki dolardan fazla paranın olmadığını biliyordum. Kirayı üç hafta önce ödemem gerekiyordu ve Bay Ganison’ı bahane­lerle oyalayıp duruyordum. Peki ya şimdi ne diyecektim? Son maaş çekimi de yiyeceklere ve zavallı oğlum Daniel için yeni bir çift ayakkabıya harcamıştım. Gittikçe büyüyen ayaklarının o küçücük terliklerin içine sığmasını bekleye­mezdim.

Tak. Tak. Tak.

Kapıdaki ses, kalp atışlarımı yansıtıyordu adeta. Kork­muş ve kapana kısılmış hissediyordum. Daire, bir kafesi andırıyordu. Etrafımdaki duvarlar paslı tellere benziyor­du. Ne yapacağım ben? İstem dışı bir hareketle bileğime baktım. Daniel’ın babası, şimdiye dek gördüğüm en zarif şey olan bu üç safirle işlenmiş altın bilekliği bana hediye ettiğinden beri onun üzerine titremiştim. O gece, Olympic Otel’de siyah elbiseli ve beyaz önlüklü bir hizmetçi değil, bir misafirdim. Küçük mavi kutuyu açıp, bilekliği bileğimin üzerinde sallandırdığında, kendimi ilk kez böylesine şık şeyler takmak için dünyaya gelmiş biri gibi hissetmiştim. Gerçi sonrasında bu düşüncelerin nc kadar saçma olduğunu anlamıştım. Kapı çalmaya devam ederken gözlerimi sıkıca kapattım. Bilekliğimin kopçasını açmaya kalkıştığım sırada başımı iki yana salladım. Hayır, bunu ona vermeyecektim. Bu kadar kolay vazgeçmeyecektim. Onun yerine kolumda­ki bilekliği biraz yukarıya çekerek, elbisemin altına sakla­dım. Başka bir yol bulacaktım.

Derin bir nefes alıp yavaşça kapıya doğru yürüdüm ve isteksizce kilidi açtım. Menteşeleri gıcırdayarak açılan ka­pının ardından koridorda bekleyen Bay Garrison göründü. Bay Garrison hem boy. hem de en olarak irice bir adamdı. DanieFın ondan neden korktuğunu anlamak zor değildi. Sert yüzü neredeyse tamamen gri, bakımsız bir sakalla kaplıydı. Sakalının arasından yalnızca çiçekbozuğu yanaldan ve koyu renkli, zalim bakışlı gözleri görünüyordu. Alkol kokan ekşi nefesi, alt kattaki tavernadan geldiğini belli ediyordu. Katı alkol yasağı dönemi henüz sona ermemişti, fakat kasabanın bu tarafındaki çoğu polis içki içenleri görmezlikten geliyordu.

“İyi akşamlar, Bay Garrison,” dedim elimden geldiğince nazik bir şekilde.

Bay Garrison kocaman, çelik burunlu çizmeleriyle kapı eşiğinden içeri adım atarak yavaşça bana doğru yaklaştı. “Formaliteleri bir kenara bırak,” dedi. “Param nerede?”

“Lütfen… Özür dilerim, bayım,” diye söze başladım ke­keleyerek. “Kirayı geciktirdiğimi biliyorum. Bizim için çok zor bir ay oldu ve-”

Bay Garrison duygudan yoksun bir sesle, “Bu hikâyeyi geçen hafta anlatmıştın,” diyerek sözümü kesti. Ardından yanımdan geçip mutfağa giderek fırından yeni çıkardığım küçük, somun ekmeği aldı. Akşam yemeğim… Buzdolabını açıp tereyağı bulamayınca ise kaşlarını çattı. Bir kez daha soracağım,” diye devam etti, ağzı ekmekle dolu bir şekilde gözlerini kısarak. “Param nerede?”

Kolumdaki bilekliği sıkıca kavrayarak, gözlerimi Bay Garrison’ın arkasındaki süpürgelikleri eskimiş ve boyası dökülmüş duvara diktim. Ona ne söyleyebilirim ki? Ne ya­pabilirim?

Bay Garrison, gırtlaktan gelen derin bir kahkaha patlattı. “Tıpkı düşündüğüm gibi,” dedi. “Tam bir yalancı.”

“Bay Garrison, ben-”

Gözlerini üzerime sabitleyen Bay Garrison, ekşi nefesinin kokusunu alana ve sakalının sertliğini yüzümde hissedene dek bana yaklaştı. Tam da ondan sakladığım bilekliğim elbisemin kolundan aşağı kaydığı sırada, bileğimi sıkıca yakaladı. “Böyle olacağını tahmin etmiştim,” dedi, ardın­dan iri ve kaba eliyle hırkamı çekip elbisemin üst kısmın­dan sıkıca tuttu. Sonra da işaret parmağıyla düğmelerimden birini çekiştirmeye başladı. “Şanslısın ki cömertliğim üze­rimde. O yüzden bana farklı bir şekilde ödeme yapmana izin vereceğim.”

Bir adım gerilediğim sırada, merdivenlerden gelen ayak seslerini duydum. “Anne?”

“Daniel, yatağına dön, tatlım,” diye seslendim, elimden geldiğince sakin olmaya çalışarak. “Hemen geleceğim.” “Anne,” dedi Daniel tekrar, bu kez ağlamaya başlamıştı. “Ah, tatlım,” dedim, hissettiğim korkunun sesimden bel­li olmaması için dua ediyordum. “Her şey yolunda. Yemin ederim. Lütfen yatağına dön.”

Daniel’ın bu olanları görmesine ya da daha kötüsü, Bay Garrison’ın onu incitmesine izin veremezdim.

“Anne, korkuyorum,” dedi Daniel, yüzünü gömdüğü oyuncak ayısının bastırdığı sesiyle.

Bay Garrison, boğazını temizleyerek paltosunu düzeltti. “Pekâlâ, mademki şunun çenesini kapatamıyorsun,” diye bağırdı, yüzünde şeytani bir gülümsemeyle Daniel’ı kastet­mişti. “Öyleyse geri gelmek zorunda kalacağım. Ama emin ol ki geleceğini.” Daniel’a sanki bir evcil hayvan, bir baş belasıymış gibi bakmasından hoşlanmamıştım. Ardından bakışlannı yeniden bana çevirerek, sanki tavada cızırdayan kalın bir dilim biftekmişim gibi beni süzdü. “Ve ödememi alacağım.”

Bay Garrison kapıdan çıkarken süklüm püklüm bir şe­kilde başımı salladım. “Anladım, Bay Garrison.” Ayak sesleri koridorda uzaklaşırken, kapıyı kapatarak sürgüle­dim. Danie’ın yanına dönmeden önce derin bir nefes alıp rahatlamaya çalışarak, yanağımdan süzülen bir damla göz­yaşını sildim.

“Ah, Daniel,” dedim, merdivenlerin tepesine koşup onu kollanma alarak. “Korktun mu, hayatım? Korkma. Annen burada. Endişelenecek bir şey yok.”

“Ama o adam,” dedi burnunu çekerek, “kötü biri. Sana bir şey yaptı mı, anne?”

“Hayır, tatlım,” diye yanıt verdim. “Annen buna izin vermez.”

Bilekliğimin kopçasını açıp avucuma aldım.

Daniel şaşkın bir şekilde bana baktı. Onun iri ve masum gözlerini incelerken, ikimiz için de her şeyin farklı olabil­mesini diliyordum. “Annen bu bilekliği çok seviyor, bir ta­nem. Sadece onu güvende tutmak istiyorum.”

Daniel bir süreliğine düşündü. “Kaybetmemek için mi?” “Aynen öyle.” Ayağa kalkarak elini tuttum. “Onu gizli yere koyması için annene yardım eder misin?”

Daniel başını olumlu anlamda sallayınca, ayağa kalkıp merdivenlerin aşağısındaki küçük gömme dolaba yürüdük. Bir şapka kutusundan daha büyük olmayan bu yeri. Daniel bir sabah oyun oynarken keşfetmişti ve bu özel bölmenin gizli yerimiz olmasına karar vermiştik. İçinde Daniel’ın sakladığı kıymetli hâzineleri vardı; sokakta bulduğu mavi bir kuş tüyü, pürüzsüz taşlarla ve diğer ıvır zıvırlarla dol­durduğu bir sardalya kutusu, bir kitap ayracı, parlak, beş sentlik bir madeni para, güneş yüzünden bembeyaz olmuş bir istiridye kabuğu. Ben de güvende durmaları için onun doğum belgesini ve diğer evrakları buraya tıkıştırmıştım. Ve şimdi de bilekliğimi saklıyordum.

“İşte,” dedim, dolabın küçük kapağını kapatıp hiçbir iz yeri olmamasına hayretle bakarak. Bölme, merdivenlerin ahşap kaplamalarına karışarak mükemmel bir uyum sağlı­yordu. Daniel’ın onu nasıl keşfettiğini hiç bilemeyecektim.

Daniel, başını göğsüme yasladı. “Şarkı söyleyecek mi­sin, anne?”

Başımı evet dercesine salladım ve alnına düşen sarı saç­larını kenara iterek, babasına ne kadar çok benzediğine hay­ret ettim. Keşke Charles burada olsaydı. Sonra da bu haya­li çabucak aklımdan çıkararak şarkı söylemeye başladım. Dudaklarımdan dökülen kelimeler, ikimizi de yatıştırmıştı.

Söylediğim dört şarkı, Danie’ın gözkapaklarının ağır­laşmasına yetmişti. Onu tekrar yatağına taşıyıp, yorganını yeniden üzerine çektim.

Siyah elbisem ile beyaz önlüğüme göz gezdiren Daniel’ ın yüzünde endişeli bir ifade belirmişti. “Gitme, anne.”

Çenesini okşadım. “Sadece kısa bir süreliğine, tatlım,” dedim iki yanağını da öperek. Dudaklarıma değen yanakla­rı yumuşak ve soğuktu.

Daniel, bebekliğinden beri yaptığı gibi yüzünü ayıcığına gömerek burnunu, ayıcığının düğmeden burnuna bastırdı. “İstemiyorum.” Üç yaşındaki aklıyla doğru kelimeleri seç­meye çalışarak durakladı. “Gittiğin zaman korkuyorum.

“Biliyorum, hayatım,” dedim, gözyaşlarıma hâkim ol­maya çalışarak. “Ama gitmek zorundayım. Çünkü seni se­viyorum. Bir gün bunu anlayacaksın.”

“Anne,” diye devam etti Daniel, pencerenin ardına baka­rak. Rüzgâr hızını iyice arttırmıştı. “Eva geceleri hayaletle­rin çıktığını söylüyor.”

Gözlerimi iri iri açtım. Caroline’in kızı, üç buçuk yıldır zihnini kurcalayan hayaller üretip duruyordu. “Eva sana başka neler anlatıyor, canım?”

Daniel, sanki bir cevap verip vermemeyi düşünüyormuş gibi durakladı. “Şey,” dedi temkinli bir şekilde, “bazen oyun oynarken insanlar bize bakıyor. Onlar hayalet mi?” “Kimler, tatlım?”

“O kadın.”

Daniel ile göz göze gelebilmek için dizlerimin üzerine çöktüm. “Hangi kadın, tatlım?”

Daniel yüzünü buruşturdu. “Parktaki kadın. Onu sevmi­yorum, anne. Tüyleri var. Yoksa bir kuşa mı zarar vermiş? Ben kuşlan seviyorum.”

“Hayır, bir tanem,” dedim, Caroline ile Eva’nın hikâ­yeleri hakkında konuşmaya karar vererek. Daniel’ın son zamanlardaki kâbuslarının temelinde, bu hikâyelerin oldu­ğundan şüpheleniyordum.

“Daniel, annen sana yabancılarla konuşmak hakkında ne söylemişti?”

“Ama onunla konuşmadım ki,” dedi gözlerini iri iri açarak.

Saçlarını okşadım. “Aferin sana.”

Daniel başını olumlu anlamda salladı ve bir iç çekerek başını yeniden yastığına yasladı. Oyuncak ayısını Daniel’ın kolunun altına yerleştirdim. “Bak, yalnız değilsin,” dedim, sesimin titremesine engel olamamıştım. Daniel’ın bunu fark etmemiş olmasını umuyordum. “Max burada, yanında.”

Daniel yüzünü tekrar ayıcığına bastırdı. “Max,” dedi gülümseyerek.

“İyi geceler, hayatım,” diyerek kapıya doğru döndüm.

“İyi geceler, anne.”

Kapıyı sessizce kapattıktan sonra, Daniel’ın boğuk bir sesle, “Bekle!” dediğini duydum.

“Efendim, tatlım?” dedim başımı kapıdan içeri uzatarak.

“Max’i öpmeyecek misin?”

Tekrar yatağın yanına yürüyerek dizlerimin üzerine çöktüm. Daniel, ayıcığı dudaklarıma bastırdı. “Seni sevi­yorum, Max,” diye fısıldadım yeniden kapıya yönelirken. “Seni de seviyorum, Daniel. Hem de tahmin bile edeme­yeceğin kadar.”

Parmak uçlanma basarak alt kata indim ve şömineye bir kütük daha yerleştirdim. Sonra da içimden dua ederek dışa­rı çıkıp, kapıyı ardımdan kilitledim. Sadece tek bir mesaiy­di. Güneş doğmadan evde olacaktım. Tekrar kapıya doğru döndüğüm sırada başımı iki yana sallayarak kendimi avut­tum. Tek yol buydu. Daniel güvende olacaktı. Güvende ve sağ salim.

İkinci Bölüm
CLAİRE ALDRİDGE
Seattie. 2 Mayıs.
Gözlerimi açar açmaz elimle karnıma bastırdım.
İşte, yine karnımdaki o berbat sancı. Doktor Jensen bunu ne diye adlandırmıştı? Evet, hayalet ağrıbedenimin travma anılarıyla ilgili bir şey. Hayalet ya da değil, öylece yatıyor ve son bir yıldır her sabah beni karşılayan o tanıdık ağrıyı hissediyordum. Anılarımı kabullenmek için bir süre durakladım. Sabahları saatin alarmı her çaldığında yaptığım gibi, yataktan nasıl kalkabildiğime, nasıl giyindiğime, kısacası tek yapmak istediğim bir top gibi kıvrılıp uyku ilacı alarak tüm hislerimi yok etmekken, nasıl normal bir insan gibi davranabildiğime hayret ediyordum.
Gözlerimi ovuşturup kısık gözlerle saate baktım; Sabah 05:14. Yattığım yerde kımıldamadan, on dördüncü kattaki dairemizin dışında şiddetini arttıran rüzgârı dinledim. Sonra da ürpererek kuştüyii yorganı boynuma kadar çektim. Ancak o bile soğuğu kesmeye yetmiyordu. Neden bu kadar soğuk? Ethan termostatı kısmış olmalıydıbir ke/ daha.
“Ethan” diye fısıldadım, kolumu
büyük yatağın onun
yattığı tarafına ulatarak. Fakat çarşaf soğuk ve sertti. Yine
işe erken gitmişti.
Ayağa kalkıp yatağın yanındaki nıavibcyaz çizgili sandalyede asılı olan sabahlığımı aldım. Sonra da ısrarla çalan telefon yüzünden otunna odasının yolunu tuttum. Dairenin pencereleri, aşağıdaki Seattle Pike Place Pazarı’ndan ve sürekli gidip gelen vapurlarıyla Elliott Körfezi’nden bir manzara sunuyordu. Dört yıl önce evi gezdiğimiz gün, Ethan’a bu dairenin sanki havada uçuyormuşum gibi hissettirdiğini söylemiştim. Üç hafta sonra da, “İşte, gökyüzündeki şaton,” diyerek bana parlak, gümüş bir anahtar uzatmıştı.
Ancak bu sabah beni büyüleyen şey, sözünü ettiğim manzara değildi. Aslında manzara falan yoktu. Her yer… beyazdı. Çift katlı camın ardındaki manzaraya daha net bakabilmek için gözlerimi ovaladım. Kar. Dışarıda öylece atıştıran birkaç kar tanesi de değil, tam bir tipi vardı. Masamın yanındaki duvarda asılı olan takvime göz atarak başımı şaşkınlıkla iki yana salladım. Mayısın 2’sinde kar fırtınası mı? İnanılır gibi değil.
“Alo,” diye mırıldandım telefona, çalmasına nihayet bir son vererek.
“Claire!”
“Frank.” Frank gazetedeki patronumdu. evet, ama sabahın bu erken saatinde ona cevap verişim biraz nezaketten ve profesyonellikten uzaktı.
“Pencereden dışarı baktın mı?” Kendini işine adamış bir editör olan Frank, çoğu zaman güneş doğmadan önce masasında olurdu. Bense genellikle saat dokuz civarı ofise ayak basardım. O da eğer iyi günümdeysem. Makale departmanı, haber departmanı kadar acelesi olan bir bölüm olmasa da Frank, sanki yerel bahçecilerin profilleri ile çocuk tiyatrosu oyunları acil ve hayati konularmış gibi davranırdı. Ben de dahil, çalışanları olarak ona neredeyse hiç karşı çıkamazdık. Frank’in eşi üç yıl önce ölmüştü ve o zamandan beri kendini öylesine işine vermişti ki bazen onun ofisinde uyuduğundan bile şüpheleniyordum.
“Kardan söz ediyorsun, değil mi?”
“Evet, kari Buna inanabiliyor musun?”
“Biliyorum,” dedim, karla kaplı ferforje masa ve sandalyelerin bulunduğu balkona göz gezdirerek. “Sanırım meteoroloji uzmanlan bunu gözden kaçırdı.”
“Kesinlikle öyle,” dedi Frank. Masasındaki kâğıtlan karıştırdığım duyabiliyordum. “İşte, burada. Bugünkü gazetenin hava durumu: ‘Bulutlu, on beş derece, hafif yağmur ihtimali.’”
Başımı iki yana salladım. “Bu nasıl olabilir? Neredeyse yaz geldi. En azından son kontrol ettiğimde öyleydi.”….

Yazar

  • Sarah Jio

    Mart Menekşeleri kitabının yazarı Sarah Jio, 18 Mart 1978 yılında doğdu. Amerikalı yazar, çocukluğunu Washington’da geçirdi. Ardından Western Washington Üniversitesi’ne girdi ve İletişim Fakültesi’nden mezun oldu.Sarah Jio, Glamour dergisinin baş yazarlarından biridir. Yazarın birçok dergide ve gazetede yüzlerce makalesi yayımlanmıştır.Gazetecilik bölümü mezunu olan Sarah Jio’nun gazetelerde ve dergilerde yayımladığı makalelerin konuları; yemek, beslenme, sağlık, eğlence, seyahat, kilo verme, alış-veriş, psikoloji, bebek ve çocuk bakımı üzerinedir.Sarah Jio’nun ilk romanı Mart Menekşeleri, 2011 yılının Nisan ayında yayımlandı ve büyük başarı elde etti. Kısa zamanda Türkçe de dahil birçok dile çevrilen kitap, 2011 yılında Library Journal’ın “Yılın En İyi Kitabı” ödülüne sahip oldu.Kitap yazarlığı konusunda uluslararası başarıyı yakalayan Sarah Jio’nun diğer eserleri Böğürtlen Kışı, Son Kamelya, Yeşil Deniz Kabuğu, Agapi, Yağmur Sonrası ve 2016 yılında yayımlanan Kelebek Adası adlı kitaplardır.

BENZER İÇERİKLER

Bu Kitabı Yalnız Kızlar Okusun / Bu Kitabı Yalnız Erkekler Okusun

Editor

Sergi Baba Öyküsü ve Tolstoy Hakkında

Editor

Ölümsüz ve İşsiz

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası