Roman (Yabancı)

Boş Koltuk

bos koltuk 5ed3fed30b055Barry Fairbrother kırklı yaşlarının başında beklenmedik bir şekilde hayata gözlerini yumar. Bu ani ölüm yaşadığı kasabanın halkı için büyük bir şok olacaktır.

Arnavutkaldırımlı meydanı ve eski kilisesiyle Pagford, sıradan bir İngiliz kırsalı gibi görünse de bu tatlı görüntüsünün ardında bir savaş sürmektedir. Zenginler fakirlerle, gençler ebeveynleriyle, kadınlar kocalarıyla, öğretmenler öğrencileriyle sürekli bir çatışma halindedir. Pagford kesinlikle göründüğü gibi bir yer değildir.

Belediye Meclisi’nde Barry’den boşalan koltuk, kasabanın görüp göreceği en büyük savaşın tetikleyicisi olacaktır.

Türlü düzenbazlıklar ve hırsla süren, herkesin birbirinin foyasını ortaya çıkaracağı seçim savaşında zafer kimin olacaktır?

***

Birinci bölüm

6.11 Münhal mevki aşağıdaki durumlarda oluşur:
a)  bir belediye meclisi üyesinin, makamını kabul ettiğini zamanında bildirmemesi halinde; veya
b)  istifa dilekçesini vermesi halinde; veya
c)  öldüğü gün…

Charles Arnold-Baker Yerel
Belediye Yönetimi
Yedinci Baskı

*

Pazar

Barry Fairbrother akşam yemeği için dışarı çıkmak istememişti. Hafta sonunun çoğunu şiddetli baş ağrısıyla geçirmişti ve yerel gazeteye yazı yetiştirmeye çalışıyordu.

Ama karısı öğle yemeğinde biraz ters ve ketum davranınca, Barry ona verdiği yıldönümü kartımn, bütün sabahı çalışma odasında geçirerek işlediği suçu hafifletmediği sonucuna varmıştı. Mary’nin, aksini öne sürse de, hazzetmediği Krystal hakkında bir yazı yazmakla uğraşması da bilakis kötü olmuştu.

Barry buzları eritmek için, “Mary, seni akşam yemeğine çıkarmak istiyorum” diye yalan söylemişti. “Çocuklar, on dokuz yıl! Tam on dokuz yıl oldu ve anneniz eskisinden daha da güzel görünüyor,”

Yumuşayan Mary gülümseyince Barry golf kulübünü aramıştı, çünkü orası yakındı ve masa bulacakları kesindi. Barry karısını küçük şeylerle mutlu etmeye çalışıyordu, çünkü birlikte geçirdikleri neredeyse yirmi yıldan sonra, onu büyük şeyler konusunda genellikle hayal kırıklığına uğrattığını fark etmişti. Bunu kasıtlı yapmıyordu. Hayattaki öncelikleri çok farklıydı o kadar.

Barry ile Mary’nin dört çocuğu, bakıcıya ihtiyaç duymayacak kadar büyümüşlerdi. Barry onlara son kez veda ettiğinde televizyon seyrediyorlardı, sadece en küçükleri Declan, Barry’ye dönüp el salladı.

Arabayı garaj yolundan geri geri çıkarırken de, evlendiklerinden bu yana yaşadıkları küçük, güzel Pagford kasabasında sürerken de, Barry’nin kulağının arkasındaki zonklama devam etti. Victoria Dönemi’nden kalma gösterişli, sağlam ve en pahalı evlerin bulunduğu Church Row’dan geçtiler; Barry bir zamanlar, köşedeki gotik taklidi kilisede Joseph and the Amazing Technicolor Dreamcoat müzikalinde oynayan ikiz kızlarını izlemişti. Karşıdaki meydandan baktıklarında, tepenin üstünde kapkara bir iskelet gibi yükselerek mor gökyüzüne karışan yıkık manastırı görebiliyorlardı.

Direksiyon kırarak tanıdık köşelerden dönen Barry’nin aklında tek bir şey vardı: Yarvil and District gazetesine az önce e-postayla gönderdiği yazıyı aceleye getirdiği için kesin iınla hataları yaptığını düşünüyordu. Sosyal hayatta konuşkan ve sempatik biri olmasına karşın, kişiliğini kâğıda aktarmakta zorlanıyordu.

Golf kulübü Meydan’a sadece dört dakikalık mesafede ve kasabanın eski kulübelerle son bulduğu kısmın hemen ilerisindeydi. Barry kulübün restoranı Birdie’nin önüne park ettiği arabasının yanında durdu, Mary’nin rujunu tazelemesini bekledi. Yüzünde serin akşam havasını hissetmek hoşuna gitti. Alacakaranlıkta uzanan golf sahasına bakarken, üyeliğini neden iptal etmediğini düşündü. Kötü bir golfçüydü; topa yanlış vuruyor ve yüksek avans puanlarıyla oyuna başlıyordu. Hem zaten işi başından aşkındı. Başı da her zamankinden beter zonkluyordu.

Tavan lambasını söndüren Mary, arabadan inip yolcu kapısını kapadı. Barry anahtarlığın uzaktan kumandasına basarak kapıları kilitledi; arabanın kilit sistemi biplerken ve karısının topuklu ayakkabıları asfaltta tıkır tıkır sesler çıkarırken, Barry yemek yiyince mide bulantısının geçip geçmeyeceğini merak etti.

Sonra hayatında hiç hissetmediği kadar büyük bir acı beynini yardı geçti. Barry soğuk asfalta çarpan dizlerinin acısını hayal meyal algıladı; kafatasının içi ateş ve kanla doluydu; dayanılmaz bir ıstırap çekiyordu ama kendinden geçene kadar, bir dakika daha katlanması gerekecekti.

Mary çığlık atmaya başladı. Bardan çıkan birkaç adam koşarak geldiler. Adamlardan biri, kulüp üyesi iki emekli doktorun içeride olup olmadığına bakmak için binaya geri döndü. Barry ile Mary’nin tanıdıkları evli bir çift gürültüyü restorandan duyunca ordövrlerini bırakarak, yardım etmek için telaşla dışarı çıktılar. Kadının kocası cep telefonuyla acil yardımı aradı.

Komşu Yarvil şehrinden yola çıkan ambulansın gelmesi yirmi beş dakika sürdü. Siren lambası mavi ışığıyla sahneyi aydınlattığında Barry yerde, kendi kusmuğunun içinde kıpırdamadan öylece yatıyordu; Mary onun yanında diz çökmüştü, külotlu çorabının dizleri parçalanmıştı, Barry’nin elini tutuyor ve onun ismini fısıldayarak hüngür hüngür ağlıyordu.

Pazartesi

1

“Sıkı dur” dedi Miles Mollison. Church Row’daki büyük evlerden birinin mutfağında ayaktaydı.

Telefon etmek için sabahın altı buçuğunu beklemişti. Kötü bir gece geçirmişti, uzun süre uyanık kalmış, daldığında da uykusu sürekli bölünmüştü. Sabahın dördünde karısının da uyanık olduğunu anlayınca karanlıkta fisıldaşmışlardı bir süre. Belli belirsiz bir korku ve şok hissinden kurtulmaya çalışarak, tanık olmak zorunda kaldıkları şeyi konuşurlarken bile Miles’ın içi, haberi babasına verecek olmanın heyecanıyla kıpır kıpırdı. Niyeti saat yediye kadar beklemekti ama babasının haberi başkasından öğrenmesinden korktuğu için daha erken telefon etmişti.

“Ne oldu ki?” diye gürleyen Howard’ın sesi biraz tiz çıktı. Miles, Samantha da dinleyebilsin diye telefonun hoparlörünü açmıştı. Üstünde uçuk pembe sabahlığı olan bronz tenli Samantha erken kalkmalarını fırsat bilerek, rengi açılmaya başlayan yerlerine bir avuç daha Self-Sun sürmüştü. Mutfak hazır kahve ve sentetik hindistancevizi kokuyordu.

“Fairbrother öldü. Dün gece golf kulübünde yığılıp kaldı. Sam’le ikimiz Birdie’de akşam yemeği yiyorduk.”

“Fairbrother öldü mü?” diye kükredi Howard.

Ses tonundan, Barry Fairbrother’ın hayatında dramatik bir değişiklik beklese de, öleceğini aklının ucundan bile geçirmediği belli oluyordu.

“Otoparkta yığılıp kaldı” diye yineledi Miles.

“Ulu Tanrım!” dedi Howard. “Daha kırklarının başındaydı, değil mi? Ulu Tanrım!”

Miles ile Samantha, Howard’ın yorgun bir at gibi solumasını dinlediler. Adam sabahları nefes darlığı çekerdi hep. “Neyi varmış? Kalp krizi mi?”

“Beyniyle ilgili bir şey olduğunu düşünüyorlar. Mary’yle birlikte hastaneye gittik ve…”

Ama Howard dinlemiyordu. Miles ile Samantha onun telefondan uzağa seslendiğini duydular.

“Barry Fairbrother! Ölmüş! Miles söyledi!”

Miles ile Samantha kahvelerini yudumlayarak Hovvard’ın yeniden konuşmasını beklediler. Mutfak masasında oturan Samantha’nın sabahlığı açılmıştı ve kollarının üstüne yasladığı iri memeleri meydandaydı. Aşağıdan gelen baskı, memelerinin, desteksiz halinden daha dolgun ve pürüzsüz görünmesine yol açıyordu. Göğüs çatalının kayış gibi derisindeki lıafıf kmşıklıklar baskı azalınca da kaybolmuyordu artık. Samantha gençliğinde şezlonglarda epey yatmıştı.

“Ne?” dedi hatta geri dönen Howard. “Hastane mi demiştin?” “Sam’le ikimiz ambulansla gittik” dedi Miles tane tane. “Mary ve cesetle birlikte,”

Samantha, Miles’ın bu ikinci yorumunda, olayın reklam ayağını daha çok öne çıkardığını fark etti. Miles’ı suçlamıyordu. O berbat deneyime katlanmalarının ödülü, bu olayı insanlara anlatma hakkına sahip olmalarıydı. Olanları unutabileceğini sanmıyordu. Mary’nın feryatlarını; Barry’nin bir hayvan burnunu andıran maskenin ardındaki hâlâ yarı açık gözlerini; Miles ile kendisinin, Barry’nin durumunu sağlık görevlisinin yüz ifadesinden anlamaya çalışmalarını; ambulansın sarsılıp duran daracık bölmesini; koyu renkli pencereleri; dehşeti.

“Ulu Tanrım!” dedi Howard üçüncü kez. Tüm dikkati Miles’taydı artık ve Shirley’nın arkadan usulca sorduğu sorulara aldırmıyordu. “Durup dururken otoparkta düşüp öldü yani?”

“Hı hı” dedi Miles. “Onu görür görmez yapılacak bir şey olmadığını anladım.”

Bu ilk yalanıydı; konuşurken bakışlarını karısından kaçırdı. Samantha onun korumacı bir edayla kolunu Mary’nin sarsılan omzuna attığını hatırladı: Kurtulacak… kurtulacak…

Ama sonuçta, diye düşündü Samantha, Miles’a hak vererek, maske takmışlardı ve iğne yapıyorlardı; insan adamın öleceğini nereden bilebilir ki? Sağlık görevlileri Barr’yi kurtarmayı becerecek gibiydiler ve çabalarının sonuç vermediği ancak hastanede, genç doktor Mary’ye doğru yürürken anlaşılmıştı. Mary’nin cansız, taşlaşmış yüzü ve beyaz önlük giymiş, ipeksi saçları olan, gözlüklü kadın doktorun yüz ifadesi, korkunç bir netlikle Samantha’nın gözlerinin önündeydi hâlâ. Doktor sakin ama biraz ihtiyatlıydı… Böyle şeyleri televizyondaki dramlarda sürekli gösteriyorlardı ama gerçek hayatta olunca…

“Yok canım” diyordu Miles. “Daha geçen perşembe, Gavin onunla squash oynuyordu.”

“O zaman iyi görünüyor muydu peki?”

“Kesinlikle. Gavin’ı ezdi resmen.”

“Ulu Tanrım! İnsanın başına ne geleceği hiç belli olmuyor, değil mi? Hiç belli olmuyor. Bekle, annen konuşmak istiyor.”

Takırtılar duyuldu ve ardından Shirley’nin yumuşak sesi geldi.

“Ne korkunç bir şok bu Miles” dedi. “Sen iyi misin?” Samantha kahvesinden beceriksizce bir yudum aldı; ağzının kenarlarından çenesine, oradan da göğsüne akan kahveyi sabahlığının yeniyle sildi. Miles genellikle annesiyle konuşurken kullandığı ses tonuna geçmişti; daha kalın, sert, saçmalıklara tahammülsüz ve korkusuz bir ses tonuydu bu. Samantha bazen, içkiyi fazla kaçırdığında Miles ile Shirley’nin konuşmalarını taklit ederdi. “Merak etme anneciğim. Miles burada. Senin küçük askerin.” “Canım, muhteşemsin. Boylu poslu, cesur ve zekisin.” Samantha son zamanlarda bunu başkalarının önünde de bir iki kez yapmıştı; Miles gülümsemeye çalışsa da bozulmuş ve savunmacı bir havaya bürünmüştü. Son defasında, eve dönerken arabada tartışmışlardı.

“Mary’yle birlikte ta hastaneye kadar gittiniz mi?” diye soruyordu Shirley telefon hoparlöründen.

Yok diye geçirdi içinden Samantha, yolun yarısında sıkılıp inmek istedik.

“Ona destek olmamız gerekiyordu. Keşke elimizden daha fazlası gelseydi.”

Samantha kalkıp ekmek kızartma makinesine doğru yürüdü.

“Mary çok minnettar kalmıştır eminim” dedi Shirley. Samantha makineye dört dilim ekmek soktu. Miles’ın sesi biraz doğallaştı.

“E tabii, aslında doktorlar Barry’nin öldüğünü söyleyince… yani onaylayınca Mary, Colin ile Tessa Wall’u istedi. Sam onları aradı, gelmelerini bekledik, sonra da çıktık biz.”

“Eh, orada olmanız Mary için büyük şansmış” dedi Shirley. “Baban bir şey daha söyleyecekmiş Miles, ona veriyorum. Sonra konuşuruz.”

“Sonra konuşuruz” diye içinden söylendi Samantha, çaydanlığa doğru başını sallayarak. Çaydanlığa yansıyan çarpık görüntüsü, uykusuz geçirdikleri geceden sonra şişmiş yüzünü ve kanlanmış kestane rengi gözlerini açığa çıkarıyordu. Kocasının haberi Howard’a verişini izleme telaşıyla dikkatsizlik ederek, göz çevresine de bronzlaştırıcı losyondan sürmüştü.

“Sam’le bu akşam gelsenize.” Howard gürler gibi konuşuyordu. “Hayır, dur… annen hatırlattı, bu akşam Bulgen’lerle briç oynayacağız. Yarın gelin. Akşam yemeğine. Yedi civarında.”

“Olabilir” dedi Miles, Samantha’ya bir bakış atarak. “Sam’e bir planı olup olmadığını sorayım.”

Samantha gitmek isteyip istemediğini belli etmedi. Miles telefonu kapatırken, mutfağın enerjisi de tuhaf bir şekilde söndü.

“İnanamadılar” dedi Miles, sanki Samantha konuşulanları duymamış gibi.

Kızarmış ekmeklerini yiyip taze kahvelerini içerken konuşmadılar. Samantha’nın huysuzluğu karnını doyurdukça azaldı. Sabahın köründe karanlık yatak odalarında irkilerek uyandığında, yanındaki iriyarı, göbekli, samanımsı bir ter kokusu yayan Miles’a dokununca saçma bir şekilde rahatladığını ve minnet duyduğunu anımsadı. Sonra mağazadaki müşterilere, gözünün önünde bir adamın düşüp öldüğünü ve yardımcı olmak için ambulansla hastaneye kadar gittiklerini anlatırken hayal etti kendini. Yolculuğu ve doktorla yaşanan dramatik sahneyi nasıl anlatacağını düşündü. O soğukkanlı kadın doktorun genç olması, her şeyin daha da kötü görünmesine yol açmıştı. Haberi verme işini daha yaşlı binlerine yaptırmalıydılar. Sonra ertesi gün Champetre’in satış temsilcisiyle görüşeceğini hatırlayınca keyfi iyice yerine geldi; adam telefonda hoş bir şekilde kur yapmıştı.

“Çıksam iyi olacak” diyen Miles, pencerenin ardında gittikçe aydınlanan gökyüzüne bakarak kahvesini bitirdi. Derin bir soluk aldı ve boş tabağıyla fincanını bulaşık makinesine götürürken karısının omzuna hafifçe vurdu.

“Tanrım, cidden insanın hayata bakışı değişiyor, değil mi?”

Üç numaraya vurulmuş kır saçlı başını sallayarak mutfaktan çıktı.

Samantha, bazen Miles’ın acayip biri olduğunu düşünüyordu ve gün geçtikçe onu daha sıkıcı buluyordu. Yine de kendini beğenmişliği hoşuna gidiyordu arada bir; tıpkı resmi ortamlarda şapka giymekten hoşlandığı gibi. Hem zaten bu sabah vakur ve biraz da kibirli olmak normaldi. Kızarmış ekmeğini bitirip sofrayı toplarken, yardımcısına olayı nasıl anlatacağını ayrıntılarıyla düşündü.

2

“Barry Fairbrother öldü” dedi Ruth Price soluk soluğa.

Kocasını işe gitmeden önce yakalayıp onunla birkaç dakika geçirebilmek için, buz gibi havada bahçe yolunu koşar adım kat etmişti. Verandada durup paltosunu çıkarmamış, atkısı ve eldivenleriyle mutfağa dalmıştı; Simon ve yeniyetme oğulları mutfakta kahvaltı ediyorlardı.

Ağzına bir parça kızarmış ekmek götürmekte olan kocası, havada donakalan elini teatral bir yavaşlıkla indirdi. Üzerlerinde okul formaları olan iki oğlan, bir annelerine bir babalarına baktılar belli belirsiz bir ilgiyle.

“Anevrizmadan öldüğünü düşünüyorlar” dedi Ruth; eldivenlerini parmaklanndan tek tek çekip çıkarırken, atkısını çözerken ve paltosunun düğmelerini açarken hâlâ biraz nefes nefeseydi. Donuk ve kederli bakışları olan zayıf, esmer bir kadındı Ruth; üstündeki sade, mavi hemşire üniforması ona yakışıyordu. “Golf kulübünde yere yığılıp kalmış… Sam ile Miles Mollison onu hastaneye getirdiler… sonra da Colin ile Tessa Wall geldi…”

Kadın verandaya koşturup üstündekileri astıktan sonra çabucak geri döndü, Simon’ın seslenerek sorduğu soruyu yanıtladı.

“Anavrizma ne ki?”

Anevrizma. Beyinde atardamarın patlamasına deniyor ”

Kadın su ısıtıcının düğmesine bastıktan sonra mutfak tezgâhındaki, ekmek kızartma makinesinin etrafındaki kırıntıları temizlemeye başladı; bir yandan da durmadan konuşuyordu.

“Ağır bir beyin kanaması geçirdi herhalde. Karısına yazık… Kadıncağız yıkıldı…”

Bir an duygulanan Ruth mutfak penceresinin ardına, kırağıyla kaplı bembeyaz çimenliğe, vadinin diğer tarafındaki sade manastıra (uçuk pembe ve mavi göğün altında iskelet gibi yükseliyordu) ve Tepedeki Ev’in muhteşem, panoramik man…

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Bin Muhteşem Güneş

Editor

Ölüm Meleği

Editor

Anne Kalbi

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası