Roman (Yerli)

Boşluk

bosluk 5edc733c0cf50“… Huzursuzdu. İçinde günden güne büyüyen boşluğun deryasında çalkalandı. Sokaklarda gayesiz gezinip durdu. Kurtuluşu zehir dolu kadehlerde aramaya başlamamıştı. Korkuyu yitirdi. En sevdiği köpeği Toni`yi de… Gönlünde devleşen boşluğu, su gibi harcadığı paralarla doldurmak istiyordu. Aruzlarının peşinden koştu koştu… Yoruluncaya kadar.” Kendisine lanse edilen hayat şekliyle boşluğa itilmiş, amaçsız, gayesiz bir nesil… Ve beklenmedik bir zamanda, olmadık yerde filizlenen tomurcuklar… Elinizdeki kitap, sevgileriyle nefretleriyle, toplumun sosyal gerçeklerinden bir kesit sunmaktadır.

***

Gerici

Küme küme bulutlar, dünyanın üzerine kara bir çarşaf gibi çöküp kaldı…

Karanlıkların düşmanı ışıklardır…

Şafak vakti yaklaşmıştı… Çok geçmeden nurun ilk ışıkları gecenin siyah örtüsünü lime lime etmeye başladı…

Az sonra minarelerin tepesinden gür ve tatlı sesler yeryüzüne dalga dalga yayılmaya başlayacaktı…

Âşık gönüller gaflet zincirlerini kırıp vecd ve huşu içinde ibadet etmek üzere harekete geçecekti…

Namaz kılan, Mevlâ’sına dua için ellerini açan insanların yanında, o, bir naz ve eda ile doğmaya çalışan gün ve bütün mahlûkat, kurtlar, kuşlar, ağaçlar çiçekler şevke gelip, huşu içinde kâinatın ezelî ve ebedî sultanına doğru secdeye kapanacaklardı…

Doğrusu yepyeni bir gün başlayacaktı. Yine İlâhi kanunun değişmeyen emrine uyulacaktı… Daha çok günler geceleri, geceler de gündüzleri takip edecekti…

Zincirleme hâdiseler, nasıl maziden sıralanıp, bugüne gelmişse, istikbâle doğru aynı şekilde istikâmet tayin edecekti… Mâna denizinde kendisini eriten insanların yanında, elbette gaflet uykusunu kendisine sığmak seçenler de olacaktı.

Manasızlığın gâyesizlik denizine atlayıp, insafsız bir girdabın akıntısında boğulup kalacaktı…

Nihayet gece, Rabbinin kendisine verdiği nöbet saatini doldurmuştu…

Artık insanın gözbebeklerinden görüntüyü silip ufkunu karartan gece, gidiyordu.

Nurdan damlalar gibi siyah örtünün üzerinde simli parlak noktalar serpilmeye başladı… Cılız aydınlıklar, siyah çarşaf üzerini ahenkli bir şekilde terk etmeye başladı…

Nihayet yeryüzünden gök kubbeye köprü olan sesler başladı…

“Allahu Ekber, Allahu Ekber…”

Bu seslerin her gün aynı saatlerde yankılanması, uykunun insan ruhunda katmerleştiği vakitlere rastlar.

Sedat Bey, uyandığı zaman öfke doluydu… Dişlerini sıktı, aynı seslerin devamı onu rahatsız etmişti. Yorganı kafasına çekip homurdandı…

“İbadetlerini sessiz sedasız yapsalar olmaz mı?”

Rahatı iyiden iyiye kaçmıştı… Hanımına baktı, sesler, kulaklarına çekilen uyku perdelerini aşamamıştı… Dışarıya çıkmak ihtiyacını duyup karyolasından indi… Uykunun verdiği sersemlikle lambayı yaktı. Yarı kapalı gözleri, saati arıyordu, az sonra buldu… Vakit ona göre daha çok erkendi… Akrep dördün, yelkovan on ikinin üzerinde görünüyordu.

Vücuduna çöreklenen uyuşukluğu atmak için âdeta çaba göstermekteydi… İhtiyacını gidermiş, odasına dönüyordu… Birdenbire duraklayıp yarı açık gözleri ile istikametine baktı… Rüzgârın önünde sallanan ağacı andırıyordu…

“Allah Allah, diye şaştı. Gecenin bu saatinde…”

Kapısından ışıklar sızan odada, oğlu kalıyordu… Akima imtihan geldi. Merakını az da olsa yitirmişti… Cihan, üniversite imtihanlarına katılacaktı…

“Deli çocuk” diye söylendi… “İşi gücü ders çalışmak oldu.” Gülümsedi, kararsız adımlarla yürümeye başladı. Kafasında soru bırakan merak, onu yeniden durduruyordu…

“Yorulur.” diye mırıldandı… Yorulan kafalar sıhhatli iş görebilmekten uzaktır… Bunun için de, Cihan’ı ikaz etmeye karar vermişti. (Belki de, ışığı yanık unutup sızmıştı.) Sessiz adımlarla yürüyüp kapının mandalına dokundu. Yavaşça açıp içeriye baktı. Beklediğini bulamamanın üzüntüsü, onu sarsmıştı… Biraz evvel gülümseyen insan, şimdi isyan doluydu… Acımanın yerini öfke, sevginin yerini sitem bulutları sardı. Suratı, ekşi ekşi çizgilere yataklık ediyordu…

Titriyordu, sinir bozukluğu ile çalkalandı… Miskinleşen beden, uykulu halini çoktan yitirmişti… Gözleri alev püskürten kuyulardan farksızdı…

“Cihaaan!” diye bağırdı…

Bekledi, cevap gelmiyordu… İşin garip tarafı, aynı hareketlerin tekrarına devam etmekteydi…

Sedat Bey, kızgın kızgın içeriye daldı… Seslenişinin önemsen-meyişi onu çileden çıkarmıştı. Yanı başında dikilip:

“Cihan!” diye haykırdı…

Cihan, büyük bir kararlıksız içinde kalmıştı… Sıkıldı, titredi, terler döktü… İki şeyden birine itaat etmesi gerekiyordu… Gön-lündekini tercih edip, babasını ihmale karar verdi… Sedat Bey bunalmıştı… Gücü kendisine yetti… Öfkesini sigaradan almak istercesine sehpanın üzerindeki pakete sarıldı… Titreyen parmaklar kibriti zorla yakmıştı… Hemen önünde bulunan kanepeye oturup Cihan’m kendisine dönmesini bekledi.

Cihan, namazını bitirmişti… Selâm verdikten sonra, babasından yana baktı… Dehşet saçan çehreyi görünce doğrulup ayağa kalktı. Vücudundaki tüyler diken diken olmuştu… Elmacık

kemiklerinin üzerinde kırmızı kırmızı güller açıldı. Babasının hiddet saçan sorusu üzerine yüzü limon gibi sarardı. Alev alev yanan gözlere bakıp kıvılcım boşaltan dudaklara dikkat kesildi: “Gecenin bu saatinde ne yaptığını sanıyorsun?”

Büyük bir suçun tutuklusu gibi kabuğuna çekilmişti. Mahcup görüntüyle yorgun bir cevap verebildi.

“Namaz kılıyordum.”

O garip düşünceli insan, yeniden parladı…

“Senin o aydın kafanı kimler örümceklendirdi?”

“Babaaa!..”

Cihan’m taşırdığı sözcük, hayret ifadesinin en büyüğü oluyordu… Oysa doktor adayı Vedat, ona huzurun Allah’a yaklaştıkça artacağını öğütlemişti… Üstelik örümcek kafalı diye yakındığı bu insan, Tıp Fakültesinin sayılı öğrencilerinden biriydi… Babasının ithamları ile Vedat’ın öğütlerini akıl terazisine koydu… Daha biraz önce, İlâhî huzurdaki gönül rahatlığını düşünüp dindarlığın gericilik olmadığını doğruladı…

Sedat Bey, savunduğu fikri kabul ettirmek için bağırdı… Oğlunu etkisi altına alabilmek, onda daha yeni filizlenen taptaze duyguları söküp atmak istiyordu.

“Din artık devrini tamamlamış bulunmaktadır. İlmin sonsuzluğuna varmakta olan insan orta yerde gözükmeyen hiçbir kuvvete inanmamakta haklıdır… Hayallerle uğraşıp meydanda olmayan kuvvetlere teslimiyet göstermek aydın insanlara göre değildir. Sedat Bey’in oğlu da böyle olacak, anlıyor musun? Örümcek kafalı değil.”

Cihan, tek kelime ile şaşırmıştı… Ne yapmıştı ki bu kadar ithamla karşı karşıya gelmişti?

“Baba, diye teessürünü ortaya koydu. Kötü bir iş mi yaptım? Durmadan hakaret ediyorsun.”

Dişlerini sıktı, yay gibi gerilen kaşlarının arası bile, isyan doluydu. Dudakları onları dağıtmaya çalıştı:

“Yaptığın hareketler bu asrın çok gerilerinde kaldı. Sonu toprak olacak insanın, hiçbir kuvvete ihtiyacı yoktur.”

Cihan, halsiz düşmüştü. Benzi gittikçe sarardı ve uçtu… “Baba!” diye haykırdı. “Çok büyük konuştun. Allah sevgisinin başlangıcmdayım, bana bu konuda yardımcı olmadın, bari kafamda kurmaya uğraştığım tertemiz dünyayı yıkmaya çalışma… İlmin sonsuzluğuna yaklaştı dediğin insan, aciz değilse acı sonunu toprak olmaktan kurtarsın… Bu da ancak acizlerin hayallerinde kalacaktır. Böyle olunca da kul olunacak tek kuvvet vardır, o da Allah’tır… Ona yaklaşmamı engelleyecek hiçbir kuvveti güçlü bulmuyorum…”

“Cihan!” diye çınladı odanın içi… “Cihaaaaan! Aydın insanlar tutucu olmazlar… Sen de olmayacaksın, sen de!” diye haykırdı…

Daha söylenecek çok söz vardı, ama bu daha yeni arayış heyecanı içinde çırpman genç, susmayı tercih etti…

Sedat Bey, artık uyuyamaz olmuştu… Sağa döndü. Sola çevrildi, yatak onu yorgun düşürmüştü. Kalktı. Kahvaltı bile yapmadan ortağı olduğu müesseseye vardı… Sinirleri haddinden fazla gergindi. Masasına oturur oturmaz, sigarasını yaktı… “Cihan” diye düşüncelerini tazeledi:

“O dinamik genç, içgüdüsündeki mistik havaya teslimiyet göstermiş…”

Ortağı Sedat Bey’i üzgün bulunca meraklandı:

“Sizi düşünceli buldum…”

“Ah” çekti… Tırnaklarının uçlarından, saçlarının tellerine kadar taşmak üzere olan bir bendi andırıyordu. Rahatlayabileceğim düşünerek taştı…

“Cihan” dedi “Cihan…” Anlattı anlattı…

Eşref Bey cevap olarak acı acı gülümsedi… Şikâyetin, yakınmanın bu kadar enteresan olanına belki de ilk defa rastlıyordu. Eskiden Cihan gibi olmayan gençleri ayıplarlardı… Ya şimdi?..

Zaman o eşsiz mimariyi yok eden zihniyetin zaferi için alkış mı tutuyordu… Eşref Bey, kendisi de bu değerlerden yoksun olmasına rağmen üzüldü…

Rahatlayabilmesi için Eşref Bey’in gözlerine bakan Sedat Bey, beklediğini bulamamışlığm yorgunluğunu çekiyordu… Ortağı ona bu fırsatı vermek istememişti… Belki de inançsızlığın bu noktasına varan insanla, tartışmanın yersiz olacağını düşünerek sükût ediyordu…

Güneş yemyeşil tabiatın üzerinde, sedef sedef dökülüyordu… Zaman hayli ilerlemiş, kuşluk vakti yaklaşmıştı…

Babası ile olan münakaşasından sonra, bütün düşünceleri allak bullak olmuştu… Vedat ile babasının fikirleri arasında çırpınıp durdu… Sarsıntı geçirmekte olan dünyasını, sağlam temeller üzerine oturtabilmek için, Vedat’a gidiyordu:

“VedatAğabey” diyecekti…

Önünden geçtiği parktan, acı acı çığlıklar yükseldi. Kurmakta olduğu bütün hayalleri unutup, gözlerini sesten yana çevirdi. Heyecan doluydu:

“Tûbaaa!” diye haykırdı…

Yıldırım gibi koşup yanma vardı. Telaşından ne yapması gerektiğini bilemedi… Olay yerinde dikilen İsmet’e ve Ebru’ya baktı… Cebinden mendilini çıkartıp, Tûba’nm alnından sızan kanları sildi… Yarayı ehemmiyetsiz görünce rahatlamıştı. Tûba, halasının kızıydı. Kollarından tutup, ayağa kaldırdı… Sinirleri gergin, benzi solgundu… İsmet’e kızarak baktı… Belki de ne kadar öfkeli olduğunun farkında değildi.

“Ne yaptınız bu çocuğa?” diye bağırdı.

Ebru, İsmet’in amcasının kızıydı. Korkusundan rengi kaçtı, titredi. Kabuğuna çekilen kaplumbağa gibi, Tûba’nm yanma sokuldu. İsmet, Cihan’m dehşet saçan gözlerinden etkilenmemişti.

“Kaza.” dedi. “Tahterevallide Ebru ile birlikte oynuyorlardı. Biraz takılayım dedim, Ebru küsüp tahterevalliden indi. Tûba, tahtanın yerdeki ucunda oturup, suratını ekşitti: ‘Pis’ diye homurdandı. Kızdım. Tahterevallisinin havada kalan ucuna kararsız basmışım, düştü…”

Cihan, avazı çıktığı kadar bağırdı:

“Sersem ruhlu. Sen çocuk bahçesinde oynayacak yaşı çok gerilerde bıraktın…”

Oldum olası Cihan’ı kıskanır, onun başarılarına gıpta ederdi. Arkadaşları arasındaki şahsiyeti, hele son günlerde Cihan’m liseyi iftiharla bitirirken kendisinin sınıfta kalışı onu çileden çıkarmıştı… Hatayı kendisinde aramadan arkadaşına haset edişi, gülünecek kadar enteresandı. Muhatabını küçük düşürebilmesi için, akşam babasının evde naklettiklerini hatırladı:

“O senin gibi örümcek kafalı gericilerin düşüncesi!” diye bağırdı. “Oyununyaşı yoktur.”

Cihan, bu hakaretin benzerini daha bir akşam öncesi, babasının ağzından duymuştu. Tûba’yı kendi haline bırakıp, İsmet’in yakalarını toparladı. Sarstı sarstı sarstı… Her hali ile dehşet tablosu arz ediyordu…

“Ben örümcek kafalı değilim. Gerici değilim. Sözlerini geri al geri aaaal!” diye tehdit etti.

İsmet, işin bu raddeye varabileceğini kestirememişti. Korktu, titredi ve elinden kurtulabilmek için:

“Baban, babama anlatmış.” diye inledi.

Halsiz düşen parmakları, asılı kaldığı yerden koptu. Kolları, yorgun bir hareketle yanlarına düştü. Kısık bir ses:

“Babam mı?” diye fısıldadı.

İsmet, az da olsa rahatlamıştı:

“Baban.” diye gerildi. “Bizim oğlan gerici, demiş. “Örümcek kafalı, çağların ötesinde yaşıyor, demiş. Şimdi inandın mı? İşte

benzerin de halanın kızı, Tûba daha ortaokula başlamadan, ben erkeklerle birlikte okumam diye diretti. İtiraz etsene.”

Cihan, acı acı gülümsedi:

“İnsanlardaki, kendini esirgeyebilme hasleti kendisi ile gelişmekte olan asalet duygularıdır. Bununla alay değil iftihar edilir…” Cihan’m cevabı İsmet’in katıla katıla gülmesine sebep olmuştu: “Asaletin, odacı çocukları ile odacının yeğenlerine düştüğünü senden işittim!” diye haykırdı.

Bu itiraf, Cihan’m beyin kabını insafsızca iğnelemişti. İsmet’in yakalarından yeniden asılıp insafsızca sarstı:

“Benim babam odacı değil, anlıyor musun? Odacı değil.”

Her insanın aynı malzemeden yapılmış olduğunu unutuyorlardı. Tıpkı çağın aydınları, makam delisi şöhret budalaları gibi… Çöpçünün de Reisicumhurun da et, kemik, kan ve sudan ibaret olduklarından habersiz…

İsmet, belki de oğlunun, babası hakkında duymak fırsatını bulamadığı hayat hikâyesini, Cihan’ı küçümsemek için anlatıyordu: “Bırak şu yakamı, yalan söylediğimi mi sanıyorsun? Baban senelerce önce Ticaret Bankasının oda hizmetkârı imiş. Demirin zam göreceğini duyup babama koşmuş. O da edindiği büyük kârdan, babana hisse vermiş. Şimdi de aynı iş yerinin ortakları. Anlıyor musun, aynı iş yerinin… Babam size bu fırsatı vermeseydi belki de cami avlularında avuç açardınız, avuç…” diye coştu.

İsmet’in hakaretleri Cihan’m tahammül duvarlarını aştı… Alev alev yanan avuçlarını sıkıp yumruklaştırdı ve rakibinin suratında soğuttu… Ebru, alnından kanlar sızan Tûba’ya sıkı sıkı sarılırken İsmet yerleri kavradı… Elini suratındaki sıcaklığa götürdü, ılık ılık kanlar yürümüştü… Avuçlarının kızıllığına baktı… İçi soğuk soğuk oldu…

“Pis gerici.” diye homurdandı…

Kendisini zorlayarak ayağa kalktı. Cihan’a hain hain baktı. Ceketinin cebinden çıkardığı sustalının düğmesine kinle dokundu:

“Seni geberteceğim.”

Cihan, ciddi bir saldırının hedefi olmuştu. Korunmak istedi… Geri geri çekildi. Gözlerini kin bürüyen gençten korunması gerekiyordu… Gözü, ayağının ucunda duran ucu sivri bir taşa eğildi… Ancak istediği çabuklukta yukarı doğrulamadı… Sol kolu ile göğsü arasındaki boşluktan derin bir bıçak yarası almıştı… Büküldü, sendeledi, kamburlaşan belini güçlükle doğrultmayı başarabildi… İçinden ılık ılık bir acının düğümlendiğini duyuyordu. Gözlerini bürüyen hırs, ona ayakta durabilme şansı tanıyordu… Karşısında “Ne yaptım?” der gibi aptallaşıp uyuşan İsmet’e baktı. Avucunun ortasında sıkışan, sivri uçlu taşı hedefine gönderdi…

İsmet’in suratı tanınmaz olmuştu… Burnundan ve yanağından akan kanlar onu korkunç bir hüviyete sokmuştu. Ayakta hayalet gibi sallandı… Başı döndü, gözleri karardı, parkın ortasına pelte gibi yığılıp kalmıştı. Cihan da gücünü yitirmişti. Taşımakta güçlük çektiği vücudunu önce dizlerinin üzerine, sonra da çimenlerin yeşil örtüsüne bıraktı…

Tûba ile Ebru’nun çığlıkları parkın ortasında kulakları tırmalarken bekçi olay yerine koştu. Her ikisi de derin yaralar almıştı.

Cihan, İsmet ve Tûba, kaldırıldıkları hastanede tedavi görürlerken Ebru her iki aileyi durumdan haberdar etti…

Aileler arasında durum oldukça gergindi… Haberi alan, soluğu hastanede aldı. İkisi de ayrı ayrı odalarda tedavi altına alınmıştı… Tûba, alnına yapıştırılan bantla koridorda dolaşırken anne ve babasını görüp koştu…

“Tûba bırak şu ağlamayı. Cihan ağabeyin nerede?”

Suçlu suçlu önlerinde yürürken odayı gösterdi… Cihan’m kol küreği üstündeki yara, on dikişle kapatılmıştı…

Her ikisinin ayrı ayrı kaldıkları odada matem havası vardı. Anne Nigar Hanım, İsmet’in baş ucunda nefesini nefesine yetiştiremezken, baba EşrefBey sargılar içinde yatan oğluna sordu: “İsmet, oğlum nedir bu olup bitenler?”

Kansızlıktan rengi kül gibi olmuştu. Gözlerinin altında yeşil yeşil damarlar kabarmıştı…

“Pis gerici.” diye fısıldadı. “Odacının oğlu yaptı…”

Baba, hayretinden dudaklarını geverken, Nigar Hanım soru soracak kadar hazır değildi. Oğluna bakıp sessizce ağladı… Sedat Bey, oğlunu serum takılı olarak görünce, yıkılmıştı: “Cihaaan!” diye koştu…

Ana, oğlunun karyolasına kendisini zorla bırakabildi. Hicran, Cihan’m gözlerinin içine baka baka ağladı… Ana, gözleri iri iri yaşlarla dolan oğlunu öptü, okşadı ve sızlandı:

“Seni bu hallere koyan eller kırılsın… Eller…” diye hıçkırdı… Tûba, enişte ve hala, gerilerde seyirci kalmışlardı… Sedat Bey sorusunu tazeledi:

“Cihan, oğlum ne oldu sana böyle?”

Taşlardan ses geldi, Cihan’dan sedâ çıkmadı… Sitemkârdı. Doluktu, sızlandı ve babasını görmemek için yüzünü duvardan yana çevirip ağladı… Sedat Bey, dudaklarını çiğneyen anaya ve heyecandan titreyen kızma bakıp:

“Bizi yalnız bırakın.” dedi.

Ana, kız, enişte, hala ve Tûba, sebep bile sormadan odayı terk ettiler…

Kapı arkasından kapanmcaya kadar sükût devam etmişti. Baba küskün oğluna sordu:

“Dargın mıyız?”

Cihan, uyur gibi gözlerini yumup, hıçkırmamak için dişlerini sıktı. İçindeki burkuluş odanın sessiz havasını çınlatmak için, za-manın biraz daha daralmasını bekliyordu. Dudaklarını dişlerinin arasından çekmemekle bu hali ertelemeye çalıştı. Yüzü kendisine dönük olarak babasını dinliyordu…

“Cihan, evlâtlar babalarına küserler mi?”

Ses tonu gittikçe düştü, kızgınlık merhamete, merak siteme döndü…

“Aç şu gözlerini be çocuk. Erkekler küsmezler, ağlamazlar. Karşında duran düşmanın değil ya, nihayet ben de bir babayım.” Cihan’m başvurduğu sabır bendini yıkmıştı. Islak kirpiklerini aralayıp, yüzünü ağır bir hareketle babasından yana çevirdi:

“Babalar evlâtlarını başkalarına şikâyet ederler mi?” diye hıçkırdı… “Devlet sırrını başkalarına para karşılığı satan adama baba diyemem… Odacılığınla iftihar etseydin de alnımıza bu kara lekeyi sürmeseydin. Bizleri haram lokmalarla büyütünceye kadar aç koyup, şerefle büyütseydin. Bunlar da yetmezmiş gibi oğlum örümcek kafalı, gerici demişsin… Bunları duyar duymaz gelip boynuna mı sarılsaydım…”

Sedat Bey, tek kelime bile söyleyememişti. Olayı koridorda bekleyen Tuba’dan öğrenebilmek için dışarı çıktı. Kafası karışık düşüncelerin pazar yeri olmuştu… Demek, ortağı evinde böyle övünüyordu. Çocukları sokaklarda aynı türküyü söyleyip gezer olmuştu…

Kindar bir adamdı… Bütün inançsızlar kadar kindar:

“Görüşürüz Eşref Bey, diye homurdandı. Sana öyle bir son hazırlayacağım ki câmi avlularında kim el açarmış göreceksin.”

Soruşturmaların sonunda, İsmet suçlu bulunmuştu… Ancak suratındaki yara Cihan’ı da masum göstermekten uzak tuttu… Teklif edilen barış, şart oluyordu…

Sular, akar akar da durulur ya, bu olay pek öyle olmadı. İki ortak arasında olduğu gibi, iki aile arasındaki huzursuzluk da her gün biraz daha büyüdü.

Günler, ateşli sözlerin potasında eriyip tükenirken hâdise Tûba’nm alnında çizgi, İsmet’in sol yanağında derin bir “iz” ve Cihan’m kol küreğinde gizli gizli kanayan yara olarak kaldı…

İsmet, aynalara bakamaz olmuştu… Sanki kendisini görmekten korkuyor, ürperiyordu… Artık eski İsmet değildi… Çirkinleşmiş, değişmişti… Sert bir taşın, suratına insafsızca işlediği “iz” içinde aşağılık duygusu olarak kaldı… Aynalar kinini besledikçe, dudaklarına, aynı isim diken diken battı:

“Cihaaaan…”

Sedat Beylerin evi önünde beklemekten bıkmıyordu… Yemin etmişti. Cihan, kendisinden daha da çirkin olarak kalacaktı. Aksi halde kavga bitmeyecekti…

Annesinin yakarışı, babasının tembihleri üzerine Cihan, dışarıya çıkamaz olmuştu.

İsmet, hasmınm karşılık vermeyişine kızıyordu… Belki de kolundaki yara, kavgayı göze alabilecek kadar şifa bulamamıştı… Pencereden dışarıya dökülen yorgun bakışlar, İsmet’in düşüncelerini doğrular gibiydi… Yorgun nöbetçi, Sedat Bey’in evden çıkışından, akşam eve dönüşüne kadar, usanmadan bıkmadan, cadde kenarında Cihan’ı bekliyordu…

Hâdiselerin akışı iki ortağı da etkiledi… İkisi de soğuk bir barışıklık içinde iş yerlerine gelip gitti. Nihayet Sedat Bey’in sabrı taşmıştı… Sabah şirkete gelir gelmez bağırdı:

“Eşref Bey, Eşref Bey! Oğluna sahip çıkmazsan, bilesin ki sonuç tamiri güç bir facia olacak…”

Eşref Bey üzgündü:

“Ne yapayım istiyorsun Sedat Bey? İnsanın gücü sadece evlâdına yetmiyor… Sen sözünü dinletebiliyor musun sanki?” Dişlerini sıktı, dudaklarını çiğnedi:

“Günah benden gitti. Bir daha o kapıda görürsem…”

Hâdise gerilerde tam yirmi gün bırakmıştı. İsmet, ne yalvarmalara ne de tehditlere kulak asıyordu. Sabah erkenden kalkıp yüzünü yıkadı; saçını taramak için aynanın karşısına geçip, tarağa sarıldı… Elleri titrek titrekti. İçinde buruk buruk düğümlenen bir acı, gözpmarlarmdan taştı. Yumruklarını kıyasına sıktı, dudaklarını dişlerinin arasına verip çiğnedi. Ona ızdırap veren sancılar dinmek bilmiyordu.

“Olmaz! Olmaz!” diye bağırdı. Yumruklar aynanın üzerine, ağır bir darbe gibi yapıştı… Parça parça bölünen camların, kırıkları üzerinden, al al kanlar yürüdü…

Nigâr Hanım, oğlunun gür sesiyle yatağından sıçramıştı. Koşarak İsmet’in kaldığı odaya geldi… Heyecandan tüyleri diken diken olmuştu:

“İsmet!” diye feryat etti. “Nedir bu halin?”

Ellerinin kesilen yerlerinden kanlar sızarken, kırık aynanın üzerinden, yumruklarını daha yeni çekmişti. Yüzünde acı yüklü çizgiler belirmişti… Annesine bakmaya utandı… Al renkli parmaklarını suratına perdeleyip, yüzükoyun yatağına uzandı… Hıçkırıyordu… Beyaz çarşaf kırmızıya boyanmıştı… Ana, gözyaşları içinde İsmet’in ellerindeki cam parçalarını temizledi… Merhamet dolu bir kadındı:

“Oğlum.” diye acındı. “Bu tatlı canına yazık değil mi? Allah’ın, verdiği emanete işkence günahtır…”

İsmet, göğüs geçirdi, titreyen dudaklarla:

“Anne.” diye sızlandı. “Ömrüm boyunca suratımda o gericinin nişanını nasıl taşıyabilirim?”

“Deli çocuk, o iz, sanki yanağının üzerinde bir süs gibi duruyor… Hem gerici demekle ne istersin bilinmez… Annen de gerici midir?”

“Cihan, bir defa namaz kılmaya kalkmış, gerici damgasını yemiş. Senin annen o yüce huzurdan hiç geri durmadı… İlâhi duygular insanda yükseklik nişânesidir… Keşke sen de öyle ola-bilsen. İşte, kinin ne kadar kötü olduğunu o zaman anlayabilirdin… Gerici diye hücum edilen zihniyet, senin öz benliğindir. Kasıtlı dillerin horladığı, şerefsiz iftiralara hedef tutup yıkmaya çalıştığı mâneviyatmdır… İşte sen ve senin gibi niceleri, o iğrenç müessesenin kınaladığı kurbanlarsınız.”

“Anneeee!”

“Sus!” diyerek parmaklarını oğlunun dudaklarına kapadı. “Yeter oldu, korkulu günler yaşattığın… Eğer annensem… Seni büyütüp emek verdiysem, onların hatırı için olsun, vazgeç.” Hırçın bir çocuk gibi kafasını yataktan kaldırıp yerinden fırladı: “Vazgeçmek mi, diye haykırdı. Onun suratında bu iğrenç yaranın daha beterini açmadıktan sonra, öyle mi?”

“Oğul, kin, sahibine hep felaket getirmiştir. Bırak şu karanlık düşünceleri. Yalvarırım bırak.”

Evin orta yerinde kızgın kızgın bekledi:

“O pis gerici, karşımda salma salma gezdikçe vazgeçmek bana ölüm demektir anne, ölüm… İçimdeki kurt, beni kemirdikçe onun varlığına bile tahammül gösteremem, varlığına bile, diye hıçkırdı…”

Düşünce dengesi iyice karışmıştı… Şuursuz bir vaziyette kitaplığın gizli gözünü açtı. Babasının ruhsatlı tabancasını arıyordu; buldu.

Nigâr Hanım’m gözleri alev alev parlamıştı…

“İsmet! Bırak o tabancayı elinden, bıraaak” diye bağırdı…

Artık İsmet’ten cevap gelmez olmuştu… Kapı yıldırım gibi açılıp, şimşek gibi geriye çarptı… Dengesiz vücut, çabucak gözlerden kaybolmuştu… Ana halsiz düşmüştü… Vücudunu telefonun başına güçlükle sürükleyebildi. Heyecan komasına girmişti. Ahizeyi kaldırıp numaratörü taşlayabilmek için, bir hayli zorlandı:

“Eşref.” diyebildi. “Oğlun tabancayı alıp…” Artık konuşamıyor-du. Ahize, elinden yere düştü… Daralan nefesini genişletebilmek için, yatağa güçlükle uzandı.

Eşref Bey aptallaşmıştı… Bir an yerinde uyuşuk uyuşuk kaldı. Sedat Bey’in yüzüne durgun durgun baktı ve:

“İsmet…” diyebildi… “Tabancamı almış…”

Koştu, arkasına bakmadan, cevap beklemeden koştu… Arabasına bindiği gibi, yerlerden tozlar çıkartarak sürdü…

Şuuru yerinde denilemezdi… Vücudu buhar buhar kaynayan ter damlacıklarının istilâsına uğramıştı. Gözleri kanlanmıştı, tetiğe dokunan parmağı titrekti.

Sedat Beylerin bahçe kapısına kadar hep böyle koşarak geldi… Bahçeye açılan kapıya gerilip, sırtını dayadı. Günlerdir içinde kümelenen kin, dudaklarından alev alev boşaldı:

“Cihaaan! Cihaaan!..”

Hakaret dolu bu ses, gökyüzüne merdiven kurdu…

“Kadınlar gibi evlere saklanma, erkeksen dışarı çık!..”

Geç kalkmıştı. Daha yeni kahvaltı masasına geliyordu. Sesi duyar duymaz, olduğu yerde çivilenmiş gibi durdu. Dışarıdan gelen ses, kulaklarını alev alev yalayıp geçti. Rahatı iyiden iyiye kaçmıştı. Annesinin yüzüne baktı ve sonra, gözlerinin içini gözetleyen kardeşine…

“Karşılık görmedikçe şımardı serseri.” diye homurdandı.

Pencereden yana yürüdü… Ana mani olmak istedi. Yakasına yapışıp, önünde direndi:

“Hiçbir yere gidemezsin. O delirmiş, başına bir gelecek var…”

Hicran:

“Ağabey.” diye ellerine sarıldı… “Gitme…”

Cihan, dışarıdan kararsız yükselen seslere kendisini kaptırmış, yakarışları duymuyordu… Ellerinden kurtulup, caddeye bakan pencereye koştu… Ana gerilerden bağırdı:

“Cihan, anan sana kurban olsun, gel, gitme…”

Gözleri caddenin ortasına kıvılcım dolu ışıklar yansıtırken evin orta yerinde korkunç şimşekler çaktı. Pencerenin camları, evin içine pul pul dökülmüştü… Güneş ışığı içeriye aksettikçe, parçaların üzerinde billûr billûr çizgiler kırıldı.

“Cihan!” diyen sesler evin tavanına şamar şamar indi.

“Cihaan!..”

Cihan, yerlere uzanmış, iri iri terler döküyordu… Elini kafasında ve vücudunda gezdirdi, sonra kaşlarının üzerinde biriken ağrıları dağıtabilmek için ovdu, ovdu… Baş ucunda çırpman anasına baktı, elini kaldırıp işaret verdi. Çatlak dudaklar, sönük bir cümleyi zor bitirebildi:

“Korkmayın, bir şeyim yok.”

Kendisini zorlayarak düştüğü yerden doğrulup oturdu. Hicran, Cihan’m boynuna sarılıp ağladı:

“Ağabey, ağabeeey…”

Ana ayakta duramaz olmuştu… Dizlerinin bağı çözüldü, derler ya işte öyle… Uyuşuk vücudunu, halının üzerine pelte pelte bıraktı…

“Allahım, bu çile dolu günler bitmeyecek mi?” diye hıçkırdı.

Cihan, yavaşça ayağa doğrulup, pencerenin kenarından caddeye baktı… İsmet, elinde tabancası kaçıyordu… Bahçe kapılarında bir taksi durup hızla kalktı… Onu güçlükle tanıyabilmişti:

“EşrefBey.” diye mırıldandı. “Oğlunun arkasından geliyor.”

Hemen peşinden, Sedat Bey geldi… Arabasını acı bir frenle durdurup etrafı gözetledi…

Bugün çok garip hâdiseler dönüyordu… Polis arabasının siren sesleri ortalığı telaşa düşürmüştü… Sedat Bey, arabanın içindekilere, caddenin devamını işaretliyordu. Ne var ki İsmet gözlerden silineli çok olmuştu…

EşrefBey, oğlunu evlerinde buldu… Daha içeri girer girmez polis arabası arkalarından yetişmişti…

“Polisler.” diye telaşlandı… “Nihayetyakayı ele verdin.”

İsmet, saklanacak yeri keşfetmişti… Yangın bacasından çatıya atlayacaktı…

Akima geleni yapmaya çalışırken, Eşref Bey oğluna yardımcı oldu…

Nigâr Hanım, hâdiselerin tamamen dışında gibi durdu… Yorgundu, küskün küskün kocasının suratına bakıp bekledi.

Oğlunu saklayan Eşref Bey, polislere kapıyı açmadan, karısına kızdı: “Taş gibi oturdun. Kımıldasana be kadın, oğlunu götürmek için geldiler…”

Nigâr Hanım, karşılık vermedi… İş yine başa düşmüştü… Polislere kapıyı açtı…

“Eşref Bey’in evi burası mı?”

“Burası, EşrefBey benim.”

“Oğlunuz evde mi?”

“Hayır, ben de onu arıyorum. Evden tabancamı alıp kaçmış. Bulamadım.”

“Nereye gitmiş olabilir?”

“Bilmem. İnanmıyorsanız içeri girip bakabilirsiniz.”

“Fena olmaz.”

Odaları, mutfağı, tuvaleti, banyoyu, titizlikle aradılar… Gözleri, koltuğun üzerinde oturan anaya takılmıştı. Nigâr Hanım, gelenlerin yüzlerine bile bakmadı… Polisler de ona hiçbir şey sormamıştı… Fakat EşrefBey sordu:

“Polisleri kim haberdar etti?”

Nigâr Hanım’dan ses gelmeyince telefonun başına geçip ortağını aradı…

“Sedat Bey, ben Eşref. Çok üzgünüm. Kusura bakma. Mühim bir şey yok ya?”

Kızgın bir ses ahizenin mikrofonunda dalgalandı:

“Daha neler olsun istiyorsunuz?”

Telefon suratına kapatılmıştı… Tedirgin oldu. Huzuru iyice bozulmuştu… Evin kapısını açıp yanlarına gelen İsmet’e bağırdı: “İntikam, intikam, intikam! Bıktım ben. Bir hırs yüzünden her şeyini yitireceksin, anlıyor musun her şeyini… İstikbâlini, gençliğini… Yakalanıp içeriye atılsan mektebe bile almazlar.”

İsmet, morardı, kızardı ve cevaben:

“Razıyım.” dedi. “Hapisten dışarı çıkmamak pahasına bile olsa razıyım. Yeter ki intikamımı alıp rahatlayayım.”

“Kin, alevden gömleğe benzer, onu giyen hiç kimse iflah olmaz.” “Size çok kolay gözüküyor… Başınıza gelse bilirsiniz. Unutamıyorum işte, unutamıyorum. İçimdeki kurtlar ruhumu kemiriyor. Bedenimde şifasız bir hastalık oldu… Anlamıyor musunuz, şifasız bir hastalık…”

Ana ilk defa hareket ediyordu… Acı acı gülümsedi.

“O ruhu sana biz verdik diye inledi. Biz verdik. Bu asrın nesline verilen korkunç bir ruh…”

Yazar

BENZER İÇERİKLER

İbrahim’in Beni Terketmesi

Editor

ABDÜLHAMiD’İN KURTLARLA DANSI

Editor

İksir/Şehir Sendromu

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası