Yayıncının Önsözü
Bu kitap, kendisinin sık kullandığı bir nitelemeye dayanarak “Bozkırkurdu” adını verdiğimiz bir adamdan bize kalmış notlan içeriyor. Notların bir önsözü gerektirip gerektirmediğini bir yana bırakalım; en azından ben, Bozkırkurdu’na ilişkin anılarımı kaydedeceğim birkaç sayfayı da notlara eklemeyi zorunlu görüyorum. Bozkırkurdu hakkında fazla bilgim yok, özellikle geçmişi ve soyu sopuna ilişkin hiçbir şey öğrenebilmiş değilim. Ne var ki, kişiliği hakkında güçlü ve her şeye karşın sıcak bir izlenim bıraktı üzerimde.
Bozkırkurdu yaklaşık elli yaşlarında bir adamdı; birkaç yıl önce bir gün teyzemin evine çıkıp geldi, mobilyalı bir oda arıyordu. Çatı katındaki salonla bitişiğindeki küçük yatak odasını kiraladı; aradan birkaç gün geçtikten sonra iki bavul ve bir kitap sandığıyla yeniden gelerek dokuz-on ay kadar yanımızda kaldı. Tek başına yaşayan pek sessiz biriydi; yatak odalarımız yan yana olmasaydı da bazen merdiven ve koridorda karşılaşmasaydık, birbirimizi belki hiç tanımayacaktık, sokulgan biri sayılmazdı çünkü, şimdiye kadar kimsede rastlamadığım ölçüde insanlardan kaçan biriydi, bazen kendisi için kullandığı isimle gerçekten bir bozkırkurduydu, benimkinden değişik bir dünyadan çıkıp gelmiş yabancı, vahşi, ürkek, hatta çok ürkek bir yaratıktı. Ne var ki, karakter ve yazgısının kendisini ne derin bir yalnızlığa sürüklediğini ve onun bu yalnızlığı nasıl bilinçli şekilde kendi yazgısı diye görüp benimsediğini ancak burada bırakıp gittiği notlardan öğrenmiştim, ama daha önce bazı önemsiz karşılaşma ve söyleşiler sonucu onu bir ölçüde tanımamış da değildim ve notlarına bakarak hakkında edindiğim izlenim, kişisel tanışmamızdan sonra bende oluşup bazı boşluklar içeren biraz silik izlenime temelde uygun düşmekteydi.
Bozkırkurdu evimizden içeri ilk kez ayak atıp teyzemden iki odayı kiraladığında tesadüfen ben de yanlarındaydım, Öğle vaktiydi, sofra kaldırılmamıştı henüz, bürodaki işime gitmeme daha yarım saat vardı. Bu ilk karşılaşmamızda onun üzerimde bıraktığı tuhaf ve hayli çelişik izlenimi anımsıyorum. İpini çekip çıngırağı çalarak cam kapıdan içeri girmiş, teyzem de loş girişte ne istediğini sormuştu. Ama Bozkırkurdu kısa kesilmiş saçlarıyla sivri başını arkaya atarak havayı koklar gibi burnunu hızlı hızlı sağda solda gezdirmiş, teyzemin sorusunu yanıtlamadan ya da ismini söylemeden önce, “Oh, ne güzel kokuyor burası,” demişti gülümseyerek. İyi yürekli teyzem de gülümsemişti bunun üzerine. Ama ben böyle bir selamlaşmayı daha çok gülünç bulmuş, adamı pek gözüm tutmamıştı.
“Ha evet,” demişti Bozkırkurdu ardından. “Kiraya verecek bir odanız varmış, onun için geldim.”
Ancak merdiveni tırmanıp çatı katına geldiğimizde ona daha bir alıcı gözüyle baktım. Boylu boslu biri denemezdi, ama gerek yürüyüşü gerek başını havada tutuşuyla öyle biriymiş izlenimini uyandırıyordu. Modaya uygun, rahat bir kışlık palto vardı sırtında; aslında temiz ve düzgün, ama özensiz şekilde giyinmiş, titizlikle tıraş olmuştu. Çok kısa kesilmiş saçında kırlaşmış, parıldayan kimi yerler seçilmekteydi. Yürüyüşünden ilkin hiç hoşlanmadım; belirgin ve sert profiline, ayrıca konuşmasının tonuna ve havasına uygun düşmeyen yorgun, kararsız bir edası vardı. Ancak sonradan anladım ve öğrendim ki hastaymış, yürümekte zorluk çekiyormuş. O zamanlar bana yine hoş görünmeyen acayip bir gülümsemeyle merdiveni, duvarları, pencereleri ve merdiven boşluğundaki eski ve yüksek dolapları gözden geçirdi; hepsini de beğenmiş, öte yandan yine de gülünç bulmuşa benziyordu. Zaten tüm davranışlarıyla insanda öyle bir izlenim bırakıyordu ki, adeta yabancı bir dünyadan, örneğin denizaşırı ülkelerden çıkıp gelmişti, dolayısıyla bizim burada her şey gözüne sevimli, ama biraz komik görünmekteydi. Ne yalan söyleyeyim, nazik, halta içtenlikli bir adamdı; eve, odaya da hiç kusur bulmamış, kira ve kahvaltı için ödeyeceği parayla diğer bütün koşulları hiç itirazsız kabullenmişti. Ama yine de çevresi tümüyle yadırgatıcı ve bana olumsuz ya da düşmanca gelen bir atmosferle sarılmıştı. Çatı katındaki salonu, ayrıca yanı başındaki küçük yatak odasını kiraladı; ısınma, su ve ev yönetmeliğine ilişkin açıklamaların hepsini dikkatle ve güler yüzle dinledi, karşı çıkmadı hiçbirine, ileride kiradan düşülmek üzere hemen bir pey de ödemeye kalktı, yine de bütün bunlar olurken pek işin içinde değilmiş gibi bir hali vardı, yaptığı işi adeta komik görüp ciddiye almıyor, sanki zihnini gerçekte bambaşka şeyler kurcalarken bir oda kiralamasını ve karşısındakilerle Almanca konuşmasını tuhaf ve alışılmadık bir şey sayıyordu. Bozkırkurdu’yla ilgili izlenimim böyleydi aşağı yukarı; üzerine küçük çapta pek çok çizgi çekilip kimi düzeltmelerden geçirilmeseydi, doğrusu olumlu bir izlenim denemezdi. Bir kez, Bozkırkurdu’nun yüzü başından beri hoşuma gitmişti, yadırgatıcı ifadesine karşın sevmiştim bu yüzü. Belki biraz garip ve üzgün, ama uyanık, pek düşünceli, hayli belirgin hatlarla entelektüel bir yüzdü. Sonra, beni Bozkırkurdu’yla barışık kılan bir başka şey de nezaket ve içtenlikle davranması, kendisine biraz zor geliyor görünse de, davranışında bir bü- yüklenmeye yer vermemesiydi. Tersine, insanı nerdeyse duygulandıran bir şey, sanki yakaran bir şey vardı davranışında, nereden kaynaklandığını ancak sonradan kestirebildiğim bu özellik beni ona biraz yaklaştırmıştı.
İki odanın gezilmesi ve diğer görüşmeler sürerken, benim öğle paydosu sona ermişti, işimin başına dönmem gerekiyordu. Bozkırkurdu’na veda edip onu teyzemle baş başa bıraktım. Akşam eve döndüğümde, teyzem Bozkırkurdu’nun odaları kiraladığını, önümüzdeki günlerde de eve taşınacağını söyledi. Ne var ki, Bozkırkurdu teyzeme rica etmiş, bizim evde kalacağını polise bildirmemesini istemişti: Gereken formaliteleri yerine getirmek üzere yabancılar bürosunun odalarında dolaşıp durması ve yapılacak diğer işler, kendisi gibi hastalıklı biri için katlanılmaz bir şey olacaktı. O zamanlar bunun beni nasıl işkillendirdiğini ve böyle bir koşulu kabul etmemesi için teyzemi nasıl uyardığımı dün gibi anımsıyorum. Bozkırkurdu’nun ne idüğü belirsiz bir kişi olarak dikkatleri üzerine çekmek istememesi ve polisten korkması, bana hal ve davranışındaki alışılmamış ve yadırgatıcı ifadeye fazlasıyla uygun düşer göründü. Böyle bir isteği asla kabul etmemesini, hiç tanımadığı bir adamın zaten biraz tuhaf olan isteğini yerine getirmesinin kendisi için kötü sonuçlar doğuracağını teyzeme açıkladım. Ama anlaşılan teyzem ricasını yerine getireceği konusunda Bozkırkurdu’na çoktan söz vermiş, yabancı adam genel olarak teyzemin gönlünü kazanıp kendisini büyülemişti; çünkü teyzem şu ya da bu şekilde insanca, dostça ve teyzemsi, daha doğrusu annemsi bir ilişki kuramadığı kimseleri asla evine kiracı almamış, bu da onun bazı kiracılar tarafından hayli sömürülmesine yol açmıştı. Ben ilk haftalar yeni kiracısı Bozkırkurdu’na kimi eleştiriler yöneltirken, teyzem bu söz konusu özelliği yüzünden her defasında ona canla başla arka çıktı.
Yabancılar bürosuna gereken bildirimin yapılmayışı hoşuma gitmediğinden, hiç değilse yabancı adamın soyu sopuna ve niyetlerine ilişkin teyzemin neler bildiğini anlamak istedim. Bozkırkurdu öğleyin ben gittikten sonra evde ancak pek kısa süre kalmış, yine de teyzem onunla ilgili epey şey öğrenmişti. Teyzeme söylediğine göre, birkaç ay bizim kentte kalıp kitaplıklardan yararlanacak, ayrıca kentteki eski eserleri gezip görecekti. Aslında bu kadar kısa bir süre için odaları kiralaması teyzemin işine gelen bir şey değildi; ne var ki, biraz garip hal ve tavrına karşın Bozkırkurdu teyzemin gönlünü çelmişti. Sözün kısası, odalar Bozkırkurdu’na kiralanmış, ben itirazlarımda geç kalmıştım.
“Evin içinin çok güzel koktuğunu neden söyledi acaba?” diye sordum teyzeme.
Bazen sezgilerinde yanılmayan teyzem, “Neden olduğunu ben çok iyi biliyorum,” dedi. “Bizim ev temizlik kokuyor, düzen kokuyor çünkü, güler yüzlü ve dürüst bir yaşam kokuyor, bu da onun hoşuna gitti işte. Çoktan beri bunlardan yoksun kalmış belli ki, bunları arayan bir hali var.”
“Pekâlâ, öyle olsun,” diye geçirdim içimden. “Ama,” dedim ardından yüksek sesle, “doğru dürüst, insan gibi yaşamaya alışmamışsa, o zaman nereye varır bunun sonu? Temizliğe dikkat eden biri değilse, her şeyi pisletir ya da geceleri içip içip olmadık saatlerde eve dönerse, ne yaparsın o zaman?”
“Göreceğiz bakalım,” diye yanıtladı teyzem gülerek, ben de bu konu üzerinde daha fazla durmadım.
Gerçekten de endişelerimin yersizliği anlaşıldı sonradan. Asla düzenli ve akıllıca bir yaşam sürmemesine karşın kiracımız ne bizi rahatsız etti, ne bize bir zararı dokundu; bugün bile onu seve seve anıyoruz. Ne var ki, bu adam gerek teyzemi, gerek beni bir başka yönden, manen, hayli tedirgin etmiş, huzurumuzu kaçırmıştı; ne yalan söyleyeyim, daha uzun zaman da beni uğraştıracağa benziyor. Bazı geceler kendisini düşümde görüyorum, onun gibi birinin yalnızca varoluşu bile doğrusu bana rahatsızlık veriyor, tedirgin ediyor beni, oysa bayağı sevmiştim kendisini.
İki gün sonra bir arabacı, Harry Haller ismindeki yabancı adamın eşyalarını getirdi. Pek güzel deri valiz bende olumlu bir izlenim bıraktı; kocaman yassı bir gardırop bavul ise gerilerde kalmış uzun seyahatleri çağrıştırıyordu, en azından üzerine denizaşırı ülkelerin de aralarında bulunduğu değişik yerlerdeki otellerin ve nakliyat şirketlerinin sararmış etiketleri yapıştırılmıştı.
Sonra da Bozkırkurdu’nun kendisi çıkageldi ve bu antika adamı yavaş yavaş tanımamı sağlayan bir dönem başladı. İlkin bu konuda benim bir katkım olmadı. Haller, kendisini ilk gördüğüm andan başlayarak ilgimi çekmesine karşın, yine de birkaç hafta onunla evde karşılaşmak ya da onunla konuşmak için hiçbir girişimde bulunmadım. Ama itiraf edeyim ki, daha başından beri Bozkırkurdu’nu izledim biraz, kendisi evde yokken zaman zaman odasına girdiğim oldu, kısacası merakımdan biraz casusluk yaptım.
Bozkırkurdu’nun dış görünüşüne ilişkin daha önce bazı açıklamalarda bulunmuştum. İlk bakışta kesinlikle önemli bir kişi, olağanüstü yetenekle donatılmış seyrek rastlanır bir insan izlenimi uyandırıyordu; yüzünden zekâ akmakta, yüz hatlarının hayli narin ve devingen oyunu, son derece çalkantılı, alabildiğine incelik ve duyarlılıkla donatılmış ilginç bir ruh yaşamını yansıtmaktaydı. Adamla konuştunuz da o yabancılığı içinde alışılmışın sınırlarını aşarak kendine özgü, kişisel laflar etti mi, bizim gibi birinin onun etkisi altına girmemesi kolay değildi. Başkalarından çok daha fazla düşüncelerle yoğrulmuştu; ussal sorunlarda nerdeyse serinkanlı bir nesnelliğe, kendinden emin düşüncelere ve bilgilere sahipti, buna da her türlü büyüklük hırsından uzak, parlayıp ün yapmak, karşısındakini ikna etmek ya da haklı çıkmak gibi bir isteğe içlerinde yer vermeyen gerçek aydınlarda rastlanabilirdi ancak.
Böyle bir söz, aslında söz bile değil, yalnızca bir bakıştan oluşan böyle bir dışavurum, Bozkırkurdu’nun burada kalışının son zamanından aklımda henüz. Bir ara ünlü bir tarih filozofu ve kültür eleştirmeni, Avrupa’nın tanınmış isimlerinden biri, kentin konferans salonunda bir konuşma yapacaktı; ilkin pek isteksiz davranan Bozkırkıırdu’nu kandırıp benimle konferansa gelmeye razı etmiştim. Birlikte kalkıp gittik ve salonda yan yana oturduk. Kürsüye çıkıp da konuşmaya başlayan profesör, karşılarında bir çeşit peygamber bulacaklarını sanan bazı dinleyicileri şatafatlı giysisi ve kasılgan tavrıyla düş kırıklığına uğratmıştı. Konuşmasının başında dinleyicilere gönül okşayıcı birkaç söz söyleyip konferansa böyle kalabalık geldikleri için teşekkür edince, Bozkırkurdu bana dönüp şöyle bir baktı; konuşmacının sözlerini ve bütün şahsını eleştiren bir bakıştı bu, doğrusu unutulmayacak ve korkunç bir bakıştı, ne anlama geldiği üzerine koca bir kitap yazılabilirdi! Söz konusu bakış yalnızca konuşmacıyı eleştirmiyor, yumuşaklığına karşın içerdiği ezici alayla ünlü adamın işini bitirmekle kalmıyordu, bu daha hiçbir şeydi. Bakış alaycı olmaktan çok hüzünlüydü, hatta dipsiz ve umarsız bir hüznü barındırıyordu içinde; bir bakıma kendinden emin, bir bakıma alışkanlığa dönüşüp belli bir biçim almış sessiz bir umarsızlık bu bakışın içeriğini oluşturmaktaydı. Umarsız ışığı kendini beğenmiş konuşmacının içyüzünü aydınlatmakla, o andaki havayı, dinleyicilerin beklentilerini ve yaşadıkları ruh durumunu, yapılacağı bildirilen konuşmanın biraz iddialı başlığını alaya alıp temize havale etmekle yetinmiyordu. Hayır, Bozkırkurdu’nun bakışı çağımızın, çağımızdaki bütün o yapmacık işgüzarlıkların, bencil, açgözlü çabaların, kendini beğenmiş, sığ entelektüelliğin yüzeysel oyununun içine sızıyordu… ah, ne yazık ki bu bakış daha da derinlere iniyor, çağımızın, ussallığımızın, uygarlığımızın kusurları ve umarsızlıklarından çok daha ilerilere uzanıyor, tüm insanlığın can evine gidip dayanıyordu. Bir düşünürün, belki bilge bir kişinin insan yaşamının vakar ve anlamından duyduğu kuşkuyu usta bir dille tek bir saniyede açığa vurmaktaydı. Bu bakış diyordu ki: “Görün işte, böyle soytarı kişileriz biz! Görün işte, böyledir insan!” Ve tüm şan ve şöhretler, tüm akıllılıklar, tüm ussal kazanımlar, insanlığın yücelik, büyüklük ve kalıcılığına yönelik tüm atılımlar yıkılıp gidiyor, maskaraca bir oyuna dönüşüyordu!
Bu sözlerimle çok ilerilere uzandım, aslında planıma ve istemime aykırı davranarak Haller hakkında şimdiden en önemli gerçekleri dile getirdim. Oysa başlangıçtaki niyetim, kendisini tanıyışımın aşamalarını öykülerken, bir yandan da onun portresini yavaş yavaş çizmeye çalışmaktı.
Madem bir kez ilerilere uzandım, Haller’in o “bilmecemsi” yabancılığı üzerinde daha fazla konuşmayı, bu yabancılığı, bu olağanüstü ve korkunç yalnızlığın neden ve anlamlarını nasıl giderek sezip kavradığımı ayrıntılara inerek anlatmayı gereksiz görüyorum. Böylesi de daha iyi, kendi şahsımı elden geldiğince arka planda tutmak istiyorum çünkü. Amacım, bildiklerimi dile getirmek ya da öyküler anlatmak ya da psikoloji yapmak değil, yalnızca bir görgü tanığı olarak bu Bozkırkurdu manüskrilerini bize bırakan acayip adamın portresinin çizimine katkıda bulunmaktır.
Daha başta, teyzemin evinin cam kapısından girip başını kuşlar gibi ileri uzatarak evdeki güzel kokuya ilişkin övgü dolu sözlerini işittiğim zaman adamın başkalarına benzemediği dikkatimi çekmiş, buna karşı ilk nahif tepkim de nefret olmuştu. Şunu sezmiştim (benim tersime entelektüel biri sayılmayan teyzemde de aşağı yukarı aynı sezgi uyanmıştı) – şunu sezmiştim ki, adam hastaydı, bir çeşit akıl ya da ruh hastasıydı ya da karakterinde bir bozukluk vardı, ben de sağlıklı kişilerin içgüdüsüyle buna karşı kendimi savunmuştum. Ancak söz konusu savunma zaman içinde yerini bir sempatiye bıraktı; yalnızlaşmasına ve içten içe ölüşüne tanık olduğum, sürekli acılar içinde kıvranan Bozkırkurdu’nun bende uyandırdığı geniş çaptaki acıma duygusundan kaynaklanıyordu bu sempati. Söz konusu zaman dilimi içinde giderek daha iyi kavramıştım ki, acı çeken bu kişinin hastalığı doğasındaki bir kusurdan değil, birbirlerine uyum sağlayamamış yetenek ve güçlerinin zenginliğinden ileri gelmektedir. Haller’in acı çekmekte deha sahibi bir kişi olduğunu, Nietzsche’nin bazı özdeyişlerini doğrular nitelikte dahiyane denecek, sınırsız ve korkunç bir acı çekme yeteneğini kendi içinde geliştirdiğini anlamıştım. Öte yandan şunu da anlamıştım ki, karamsarlığının temelinde dünyayı değil, kendi kendini küçümsemesi yatmaktaydı; çünkü kıırum ve kişiler üzerinde ne kadar acımasız ve kıyıcı konuşursa konuşsun, asla kendini dışarıda tutmuyor, eleştiri oklarını yönelttiği, aşağılayıp yadsıdığı ilk kimse her zaman kendisi oluyordu.
Burada psikolojik bir açıklamaya başvurmadan geçemeyeceğim. Her ne kadar Bozkırkurdu’nun yaşamına ilişkin pek az şey biliyorsam da, yine de onun “istem gücünü kırıp atmayı” temel alan bir eğitimle, sevecen ama titiz ve çok sofu bir anne-baba ve öğretmenlerce yetiştirildiğini varsaymam için elimde yeterli neden bulunuyor. Ne var ki, kişiliğinin yok edilip istem gücünün kırılıp atılması bıı öğrencide sonuçsuz kalmıştı. Bozkırkurdu böyle bir girişimi başarısız kılacak kadar güçlü ve dayanıklı, mağrur ve akıllı bir çocuktu çünkü. Kişiliği yok edilememiş, ama kendi kendisinden nefret etmesi ona öğretilebilmişti. Bozkırkurdu da bundan böyle ömür boyu hayal gücünün tüm yaratıcılığı, düşün yeteneğinin tüm gücüyle kendi kendisini, bu masum ve soylu nesneyi karşısına almıştı; çünkü her türlü sertliği, eleştiriyi, kötülüğü, duyabileceği her türlü kin ve nefreti herkesten önce kendi üzerinde açığa vuracak kadar koyu bir Hıristiyan, kendini tümüyle din uğrunda feda edebilecek biriydi. Başkalarına, çevresindeki başka insanlara gelince, onları sevmek, onlara haksızlık etmemek, onları incitmemek için alabildiğine yürekli, alabildiğine ciddi çabaları aralıksız sürdürüyordu, “hemcinsini sev” ilkesi kendi kendisinden nefret etmesi gibi kafasına iyice yerleştirilmişti. Dolayısıyla, bütün yaşamı, insanın kendini sevmeden hemcinsini sevemeyeceğini, kendinden nefretin en katıksız bencillikle aynı şey olduğunu, sonunda onun gibi aynı korkunç soyutlanmışlık ve umarsızlığa yol açacağını gösteren güzel bir örnekti.
Ama artık kendi düşüncelerimi geri plana itip gerçeklerden söz etmenin vakti gelmiş bulunuyor. Dediğim gibi, hakkında biraz benim casusluğum, biraz teyzemden dinlediklerime dayanarak ilk öğrendiğim şey, Haller’in yaşam üslubuna ilişkindi. Onun bir düşün ve kitap adamı sayılacağı ve bir işte çalışmadığı çok geçmeden anlaşılmıştı. Gündüzleri uzun süre yataktan çıkmıyor, çokluk öğleye doğru kalkıp sırtında ropdöşambr, aradaki birkaç adımlık yeri yürüyerek salona geçiyordu. İki penceresiyle çatı katında geniş ve iç açıcı bir yer olan salon, daha bir iki gün geçmeden eski kiracılar zamanındakinden pek değişik bir görünüm kazanıp eşyayla dolmaya başlamış ve bu doluluk giderek artmıştı. Duvarlara tablolar asılıp çeşitli resimler iliştirilmişti; bazen dergilerden kesilip çıkarılıyordu resimler ve sık sık yenileriyle yer değiştiriyordu. Güneyle ilgili bir peyzaj, Almanya’da belli ki Haller’in memleketi olan küçük bir taşra kentine ilişkin fotoğraflar asılıydı duvarlarda. İçlerinde, sonradan öğrendiğimize göre kendi yaptığı ışıl ışıl renklerde suluboya resimler de yer almakta, ayrıca sevimli genç bir kadının ya da genç bir kızın fotoğrafı görülmekteydi. Bir süre duvarı Siyamlı Buda’nın resmi süslemiş, sonra onun yerini Michelangelo’nun Gece isimli tablosunun röprodüksiyonu almış, derken o da yerini Mahatma Gandhi’nin portresine bırakmıştı. Kitaplar kocaman kitaplığı doldurduğu gibi, dört bir yanda masaların, bu arada o sevimli antika yazı masasının, divanın, sandalyelerin üzerine, ayrıca yerlere saçılmış duruyordu. Sayfalar arasına yerleştirilmiş kâğıt parçalarının sürekli gidip yerlerine yenilerinin geldiği kitaplar. Bozkırkurdu bunları kitaplıklardan paket paket alıp getirdiği gibi, pek sık olarak postayla da kendisine koliler halinde kitap yollanmaktaydı. Böyle bir odada kalan kişinin bilgin biri olduğu düşünülebilirdi. Her şeyi sarıp kuşatan puro dumanlarıyla dört bir yandaki puro artıkları ve kül tablaları da buna uygun bir görünüm sergiliyordu. Ne var ki, kitapların büyük bir bölümü bilimsel içerikli değildi, çoğunluğunu çeşitli dönem ve ulustan edebiyatçının yapıtları oluşturmaktaydı.
……….
‘Harry kendi içinde bir ‘insan’ bulur, düşüncelerden, duygulardan, uygarlıktan, dizginlenmiş ve yüceltilmiş doğadan kurulup çatılmış bir dünyadır bu; ayrıca, bir ‘kurt’ bulur içinde, içgüdülerden, vahşilikten, acımasızlıktan, yüceltilmemiş, yontulmamış doğadan bir dünya bulur. Varlığının böyle açık seçik ikiye ayrılmasına, birbirine düşman iki yarıma bölünmesine karşın, yine de kurt ile insanın bazı mutlu anlarda birbiriyle kardeş kardeş geçindiğini görür.”
Uçarı bir “yaşam” insanı olmaya kalkışan katıksız bir “düşün” insanının, bu ikilemin gelgitleriyle oradan oraya savrulan yalnız bir ruhun, Bozkırkurdu’nun hikâyesi. Aydın geçinenlerin, bildikleriyle büyüklenenlerin, bilmediklerini küçümseyenlerin, bunu yaparken -bilinçli ya da bilinçsiz- yaşamı kaçıranların yüzüne inen bir tokat.
“Bozkırkurdu’nun, deneysel cesaret anlamında Ulysses’ten aşağı kalmayan bir yapıt olduğunu söylemeye gerek var mı? Bozkırkurdu, okumanın ne demek olduğunu uzun zamandır ilk kez hatırlattı bana.”
Thomas Mann