DEMOKRATİK SOLDA TEMEL KAVRAMLAR VE SORUNLAR[1]
Halk
İSMAİL CEM – Efendim, önce “halk” kavramı üzerinde durmak istiyorum. Halk deyiminin sizin inançlarınızda ve halkın sizi nitelemesinde önemli bir yeri var. “Halkçı Ecevit” deniyor. “Halk” kavramını ve anlayışınızı açıklar mısınız?
Halk Kavramı
BÜLENT ECEVİT – Bir kere halk ve millet kavramları üzerinde çok genel anlamda durmak isterim. Millet daha çok siyasal bir kavramdır. Halk da daha çok sosyal bir kavramdır. Bunlar birbirleriyle çelişmezler, birbirlerini tamamlarlar. Değişik alanlarda ve değişik anlamlarda tamamlarlar. Nitekim, “Milliyetçilik varken halkçılığa ne gerek var” diyen bazı eski Cumhuriyet Halk Partililerin unuttuğu bir gerçek şu ki, Atatürk’ün bize emaneti olan altı ilkeden biri milliyetçiliktir, biri halkçılıktır. Atatürk’ün milliyetçilikle halkçılığı nasıl bağdaştırdığını ve ayrı ayrı kavramlar olarak ikisinin nasıl birbirini tamamlaması gerektiğini şöyle anlatabilirim: Kurtuluş Savaşı başlamadan önceki aşamada İstanbul’da herhalde Atatürk’ün dışında da bazı milliyetçiler vardı. Ama onlar milliyetçiliğin gereğini yerine getirebilmek için halka gitmeyi ve halktan kuvvet almayı düşünmüyorlardı. Buna gerek duymuyorlardı veya halkta böyle bir kuvvet kaynağı bulabileceklerini sanmıyorlardı. İstanbul’da birtakım tertiplerle veya büyük devletler arasında birtakım tertiplerle, uzlaşmalarla veya tavizlerle milliyetçiliğin gereklerini yapabileceklerini sananlar vardı. Onların da milliyetçiliklerinden, iyi niyetlerinden kuşku duymamak gerekirdi. Fakat Atatürk’ün onlara üstünlüğü, milliyetçiliğini halkçılığıyla bütünleştirmiş olmasıydı.
– Halk tanımı, halk nitelemesi değişik anlamlara gelebiliyor, değişik anlamda kullanılabiliyor.
Halk tanımı, bir ulusun tümünü kapsayan bir anlamda, genelleştirici bir niteleme biçiminde ele alınabilmekte. Aynı tanımın sol açıdan yorumlanış ve kullanılışında ise, özel bir anlam var. Burada “halk” deyimiyle nitelenen, toplumu oluşturan sınıf ve zümrelerden bir bölümüdür sadece. Büyük bölümü kuşkusuz, ama ulusun tümü değil. Sol anlayışta kullanıldığında, genel çizgileriyle üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmayan sınıf ve zümreleri içeriyor halk tanımı.
Sizin “halk” derken bu tanımın hangi anlamda kullanıldığını açıklamanızı rica edebilir miyim? “Halk” dediğinizde bütün Türk vatandaşlarını mı kastediyorsunuz, yoksa bu vatandaşlar arasında sosyolojik, ekonomik ve sınıfsal ölçülerle bazı ayrımlar yaparak mı “halk” tanımını kullanıyorsunuz?
– Halk kavramının sınırlarını matematiksel bir kesinlikle saptamak olanağı elbette ki yoktur. Ama halk denince, herkesin kafasında aşağı yukarı bir imaj ötüşür. Bunu sadece mülkiyet sahibi olup olmamakla tanımlamak, sınırlamak, bence günümüzde geçerliliğini yitirmiş sayılabilir. Çünkü günümüzün Türk toplumunda mülkiyet bir hayli yaygınlaşmıştır. Örneğin küçük veya orta boy toprak sahibi pek çok köylü vardır. Bunlar topraklarını büyük ölçüde kendileri işlerler, emekleriyle geçinirler veya geçinmeye uğraşırlar. Küçük ölçüde de olsa mülkiyet sahibi diye bu köylüyü halkın dışında tutmamak gerekir.
Sosyal Sigortalar’ın krediler sistemi sayesinde birçok işçi bir konut sahibidir. Esnaf ve sanatkâr, işyeri ve genellikle konut sahibi olmanın ötesinde mütevazı bir üretim aracının da sahibidir. Hatta sınırlı bir ölçüde patrondur; yanında çalışan iki-üç kişi vardır. Ama bizim anlayışımıza göre bunların hepsi halk kavramının içine girer.
Kendini Ayrıcalıklı Gören, Halkın Dışındadır
Şimdi genel olarak şöyle bir tanımlama yapabilirim: Toplumda kendilerini imtiyazlı gören, kendilerinde bazı imtiyazlar, herkesin yararlanamayacağı bazı olanaklar bulunması gerektiğini düşünen veya öyle olanakları elde etmiş olan ve bu olanaklardan yararlanarak emeğin artı değerinden dengesiz pay alabilen veya demokrasinin eşitlik ilkesinin ötesinde bir güç edinebilen, toplum yönetimine ağırlığını aşırı ölçüde koyabilen kimseler halk kavramının dışında görülebilir.
Halk, daha çok bedensel veya düşünsel emeğiyle yaşamını kazanmak durumunda olan ve tek başına sahip olduğu olanaklarla topluma ve devlet yönetimine yeterince ağırlığını koyma olanağını bulamayan insanların toplamıdır, diyebilirim.
Bu, kesin bir tanımlama olmayabilir ama bu konuda yapılabilecek bütün tanımlamaların bir ölçüde eksik kalabileceğini ve göreli olacağını düşünürüm.
– “Halk” tanımına açıklık getiren sözlerinizin bir noktası üzerinde izninizle durmak istiyorum. Halk tanımına getirdiğiniz açıklığa rağmen, bu tanım, yer yer sübjektif ölçülere dayandırılmış gibi geldi bana. “Toplumda kendilerini imtiyazlı gören, kendilerinde bazı imtiyazlar, herkesin yararlanamayacağı bazı olanaklar bulunması gerektiğini düşünen veya öyle olanaklar elde etmiş olan kimseler halk kavramının dışında görülebilir” demektesiniz.
Bu tanım, sanırım iki bölüme ayrılıyor, ilki, sübjektif: Eğer bir kişi ya da zümre, kendinde herkesin yararlanamayacağı olanakların bulunmasını gerekli görüyorsa, halk kavramınızın dışında kalıyor. Tanımın ikinci bölümünde getirdiğiniz ise objektif bir ölçü: “… Öyle olanaklar elde etmiş olan kimseler” diyorsunuz, yani kişinin sübjektif düşünce ve özleminden kurtarıyorsunuz tanımı.
Halk tanımınızın dışına itici olan bu objektif ölçüye, yani “elde edilmiş olanaklar”a bir açıklık getirebilir misiniz, nedir ya da nelerdir bu olanaklar?
Bir de, “İşçi, köylü, halk iktidarını kuracağız” sözünden genellikle anlaşılan, bu iktidarda işçi ve köylünün, onlarla beraber sizin tanımınıza uygun memurun, en az bir “öncelik” kazanacağı, bu kitlenin –ya da halkın– yararının öteki sınıf ve zümrelerin yararından önde düşünüleceği oluyor. Bu varsayıma hak verir misiniz, yoksa sözlerinizin yanlış ya da eksik bir yorumu mu oluyor bu?
Halkın Dışında ve Karşısında Olanlar
– İlkin sorunuzun birinci bölümünü yanıtlamaya çalışacağım.
Anayasamız her alanda herkese hak ve fırsat eşitliği tanır. Fakat hak ve fırsat eşitliğiyle olanak eşitliği ayrı ayrı kavramlardır.
Çocuktur, okuma hakkı vardır, fakat ailesinin olanaklarının sınırlılığı yüzünden bu hakkı yeterince kullanamaz. Köylüdür, toprak hakkı vardır, ama işlediği toprağın sahibi olamaz. Hakkı çiğnenir, yasalar önünde eşittir, fakat hak arayabilmek için gerekli maddi olanaklardan yoksun olduğundan hakkını alamaz. Kimi vardır, demokratik rejimde herkese eşit olarak dağılan oy hakkını bile özgürce kullanamaz. Ağanın ya da hükümetin baskısı, yoksulluğunu, güçsüzlüğünü sömürerek baskı altında tutar onu, özgürce oy kullanabilme olanağını sınırlar. Ne kadar üstün yetenekli olurlarsa olsunlar, birçokları, olanaklarının yetersizliği yüzünden güçsüz ve etkisiz kalırlar. Devlet kapısından, okul kapısından, banka kapısına kadar her kapıyı kolayca açıveren olanakları elde etmiş kimselerin toplumdaki etkinliği, yönetimdeki ağırlığı, bu olanaklardan yoksun olanları ezebilecek, sömürebilecek kadar üstündür. Ellerindeki olanaklardan başkalarını ezecek veya sömürecek, başkalarının haklarını sınırlayacak biçimde yararlananlar, halk kavramının dışında ve halkın karşısında yer almış olurlar.
Anayasa’daki fırsat ve hak eşitliği ancak herkese olanak eşitliğini de sağlayan bir sosyal düzende gerçeklik kazanabilir.
Şimdi sorunuzun ikinci bölümüne geliyorum. Bizim “demokratik sol” tutumumuz, olanaklarının yetersizliği, toplum düzeninin adaletsizliği yüzünden geride kalanları, ezilenleri, sömürülenleri, haklarını yeterince kullanamayanları, bu eşitsiz durumdan kurtarmayı amaçlar. Toplumda yeni eşitsizlikler, adaletsizlikler yaratmayı değil, var olan eşitsizlikleri, adaletsizlikleri gidermeyi öngörür. Haklarını kullanabilmek bakımından geride kalanları bu nedenle kayırmak, bozuk düzenin şimdiye kadar kayırdıklarıyla aralarında denge kurabilmenin gereğidir.
Bürokrasi
– Bu tanımlamanız açısından, bürokrasiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Halk tanımının içinde mi, dışında mı? Devletin kime hizmet ettiği, bürokrasinin de kimin devletine hizmet ettiği ölçüsü, bu değerlendirmeyi etkiler mi?
Günümüz Türk Toplumunda Kamu Görevlisinin Yeri
– Bir süre önceye kadar, özellikle çok partili rejime girinceye kadar bürokratlar bu anlamda halkın dışında tutulabilirdi. Çünkü halka tepeden bakan, halkın üstünde bir ayrıcalıklı sınıf görüntüsü veren bir zümreydi. Fakat demokratik rejime geçtikten sonra ve her şey demokrasideki yerine oturmaya başladıkça, kamu görevlileri de (bürokratlar da) halkın birer unsuru haline gelmeye başladılar. Son birkaç yılda bunun büyük ölçüde bilincine de vardılar.
Aslında halka tepeden baktıkları vakit bürokratlar daha çok emir kuluydular. Nitekim kendilerine “memur” denirdi. Yani, belli emirleri yerine getirmekle görevli kimseler denilirdi. Egemen güçlerin veya egemen güçlerden bir bölümünün emirlerini yerine getirmekle yükümlü görünürlerdi. Memurluğun üst basamaklarında egemen güçlerle bütünleşilir, alt basamaklarında da o güçlerin emir kulu temsilcileri sayılabilirlerdi. Fakat şimdi daha demokratik bir terimle “kamu görevlisi” deniliyor. İngilizler, bildiğiniz gibi, daha da ileri giderler, “kamu hizmetlisi” anlamında bir deyim kullanırlar memur için. Bürokratın ne kadar alçakgönüllü olması gerektiğini, halkın içinde hatta hizmetinde yer alması gerektiğini belirten bir terimdir bu.
Demokrasiye geçildikten sonra zaman içinde ülkemizde de kamu görevlileri halkın içinde yer almışlardır ve halkla bütünleştikçe, halk içinde yerlerini aldıkça, halkın önünde gereken demokratik alçakgönüllülüğü gösterir duruma geldikçe halk onlara sahip çıkmıştır. Ancak bu duruma geldikten sonradır ki, kamu görevlileri ekonomik anlamda ya da siyasal anlamda egemen güçlerin baskılarına, partizanlıklarına karşı halkın yararı doğrultusunda direnme bilincini ve olanağını elde etmeye başlamışlardır. Nitekim bir süredir Türkiye’de yakın tarihimizin gördüğü en partizan hükümet vardır. Fakat ona rağmen, hemen hiçbir güvencesi olmayan, itilip kakılan, oradan oraya sürülen kamu görevlileri halkla bütünleşmekten aldıkları güçle, devleti, demokrasiyi ve rejimi korumak için, halkı korumak için gerekli direnişleri büyük ölçüde göstermeye başlayabilmişlerdir.
– Cumhuriyet Halk Partisi’nin son bir yılda bir konudaki bazı davranışları çeşitli çevrelerde eleştirildi. Birkaç örnekten, kanımca önemli örnekten hareketle, CHP’nin kendi ideolojisinde bürokrasiyi yorum biçiminde değişiklik belirtileri olduğu öne sürüldü.
Biraz açmaya çalışayım. Halk Partisi’nin içinde, Halk Partisi’nin geçmişinin değerlendirilmesi sürecini siz başlatmıştınız. Bir de, yanlış hatırlamıyorsam, sizin konuşmanızın ardından Hâluk Ülman’ın yazmış olduğu ve Ulus gazetesinde 10 Kasım’da yayınlanan başyazı. Sanırım 1969’daydı. CHP’deki bu yöneliş, ayrıca Prof. Turan Güneş’in görüşlerinden kaynaklanmaktaydı.
Sizin bu tavrınız, parti içinde sert tepkilere yol açmıştı. İlki, Sayın Nihat Erim’den gelmiş ve mealen, “… CHP’nin reddedilecek mirası yoktur” denmişti.
CHP’de başlattığınız bu süreç, aynı zamanda bir özeleştiriydi ve beraberinde getirdiği yeni bakış açıları, özellikle bürokrasinin ve bürokratik ideolojinin eleştirisi, kanımca partinizin halka yakınlaşmasında ve sonraki başarılarında önemli etken oldu.
Sözünü ettiğim belirtiler, bu doğrultunuzdan verilmiş ödünler olarak nitelenebiliyor. Özetle, sizin karşı çıktığınız bürokratik ideolojinin bazı temsilcileri, CHP’ye katılabiliyor. Bunun en çarpıcı örneği, sizin de ciddi biçimde eleştirdiğiniz 12 Mart hareketine kaynaklık eden muhtırada imzası bulunanlardan birinin, CHP’ye katılması ve CHP’nin bunu kabul etmesi oldu. Bu eleştiriler karşısında ne düşünmektesiniz? Bu CHP adına bir çelişki midir?
– Ben kendi vicdanımda böyle bir tedirginlik duymuyorum. Böyle bir çelişkimiz olduğu düşüncesini benimseyemiyorum. Türk toplumu çok hızlı bir değişim içinde. Kendi düşüncelerinde, sorunlara yaklaşımında belli bir dinamizm olan kimseler de bu gelişmelere kendilerini uydurabiliyorlar. Ben hiçbir kimseye, “Sen vaktiyle şu düşünceyi belirtmiştin veya şöyle bir eylemin içinde olmuştun. Bugün bizim içimizde yerin yoktur” deme hakkını kendimde bulamam.
Biz toplumu ve toplumla birlikte insanların sorunlara bakış açısını, yaklaşımını değiştirmeye çalışan bir hareketi yürütüyoruz. O değişimi başarabilen kimseleri itersek, asıl o zaman kendi kendimizle çelişmiş…