Sevgili babama ithafen…
Bu kitaptaki kişiler ve olaylar gerçek gibi görünmesine rağmen sadece yazarın hayal ürünüdür.
birinci bölüm
Yeşilköy Havalimanı’na yaklaşmaya başlayan uçağın alçalma anonsu ile hafif kıpırtı ve sarsıntı Ersan Beylerin kendilerine gelmelerini sağladı. Yavaşça doğrulan Ersan Bey camdan aşağı doğru baktığında masmavi güzelliği ile Marmara ve tüm ihtişamı ile Boğaz’ın güzelliği altlarında idi. Yavaşça doğruldu ve yanındaki elli beş yıllık karısına “Aşağısı çok güzel bakar mısın?” dedi.
Seksen altı yaşındaki bu ihtiyar delikanlı, kendisinden on beş yaş genç karısını deliler gibi sevmiş ve bu yaşa kadar onunla geçirdiği o güzel günleri her hatırlayışında onu bir başka sevmeye devam etmişti.
Hostesin çok kibarca söylediği sözleri duyarken gözünün önüne getirmeye çalıştığı şeyler çok çok farklı idi. “Yoruldun mu?” dedi karısına sesinde sevgi ve sevecenliğin belirtisi olan gülümsemesiyle bakıp… Ona her baktığında ‘Bir ömür benim gibi bir huysuz ihtiyarla nasıl geçirdi, nasıl tahammül etti bana?’ diye düşünmeden edemezdi
“Yok,” dedi hanımı “dalmışım; geldik mi?”
Çok seyahat etmişlerdi birlikte, bu da onlardan birisi idi. Bu kez çıkmadan önce karısına “Artık yaşım iyice oldu, son bir defa daha gidelim doğduğum büyüdüğüm yerlere. Son olur belki, elim ayağım tutarken gözlerim görürken eski arkadaşlardan kalanları son bir defa bağrıma basmak istiyorum,” demişti.
Çocuklarının en büyüyü Ahmet Paris’te doktordu. “Baba lütfen bu son olsun,” demişti, “sana uzun seyahatleri yasaklamıştım, beni yine dinlemiyorsun,” diye takılmıştı babasına.
Küçük oğlu onun gibi mimar olmuştu, mesleğini ve tüm yeteneğini babasından almıştı. Büroyu oğluna devrederken “Güzel işlere imza at, yüreğinin sevmediği hiçbir işi yapma, sonuna geldiğin çok güzel yapıtlar… Yüreğin sevmedi ise hemen bırak,” demişti. “Çünkü yaratıcılık içten gelen bir çığlıktır, o insanı ürpertir öyle bir an gelir ki insan irkilir, onu hissetmeyen yaratamaz. Bu mimaride de böyledir, edebiyatta da böyledir, tiyatroda da böyledir.”
Güzel kızı ağabeyi gibi tıbba merak sarmıştı. Seyahatini tek destekleyen oydu. Yola çıkarken “Aman dikkatli olun, başka bir şey istemem,” demişti.
Seksen altı yaşında olmasına rağmen dış görünüşü ile sanki altmış yaşında gösteriyordu. Uzun ince, boylu, ağarmış ama çok az dökülen saçları mavi gözleri, hele hele gülümsediğinde çok belirgin beyaz dişleri hemen fark ediliyordu. Yolculuk esnasında hosteslere yaptığı esprilerle kendisine olan ilgiyi arttırmış, aralarında çok tatlı bir iletişim kurmuşlardı. Bu hep böyle olurdu, karısı bu tarafını sever ve onu hiç kırmazdı.
Tam elli yıl önce Fransa’ya yerleşmişlerdi, artık oralıydılar. Yeni evlendiklerinde kocası okulunu bitirmiş, birçok yerde çalışmıştı. Antalya’da mimarlık yaparlarken zamanın Antalya valisi İhsan Sabri Bey onu pek sevmiş, daha sonra Bursa’ya, atanınca onu Bursa Belediyesi İmar Müdürlüğü’ne getirmişti. Burada 1960 İhtilali’ne kadar görevliydi. Bir sabah aniden eve gelmiş ve hanımına, “Toparlan hemen gidiyoruz,” dedikten sonra apar topar memleketi terk etmişlerdi. Paris’e geldiklerinde karısı aniden hastalanmıştı oteldekiler hastaneye gitmeleri konusunda ısrar ettiler. Gittikleri doktor derhal hastanede tedavi edilmesini istemişti ve karısı o hastanede tam bir yıl yatmıştı.
Uçak aprona yanaştığında teker teker hazırlanmaya başladılar. Körükten geçerek pasaport işlemleri yaptıktan sonra dışarıya çıktılar. Taksiye; feribota, Yenikapı’ya gitmek istediklerini söylediler. Yolda giderken memlekette de güzel şeyler oluyor diye düşündü. “Hava limanı harika olmuş değil mi hanım?” dedi. Karısı fazla konuşmadan her zamanki sevecenliği ile başını evet manasında salladı.
“Deniz, oh deniz, yosun.” Çocukluluğu… o eski Bandırma limanı ve çocukluğu. Deniz kıyısındaki evleri, her gün koşarak o sahilden gittiği Bandırma şehir meydanı, iki katlı yapılardan kurulu evleri. Çocukluğunun geçtiği yerlerin fotoğraflarını yanında getirmişti, eski arkadaşlardan sağ kalan bulursa onlarla oturup bunlara bakmayı ve eski günleri yâd etmeyi umuyordu.
Taksinin parasını verip geri döndüğünde daha da şaşırmıştı. Havaalanından sonra feribotun bağlı olduğu yer ve tesisi görünce ve hemen buldukları koltuklarına kurulduktan sonra feribotu incelemeye başlamıştı. Bu onun vazgeçilmez huyuydu. Asıl şaşkınlığı limandan hızla çıkan ve çok çabuk hareket eden o büyük gövdenin hızla hareket edişiydi. Oldukça heyecanlanmıştı. Yapılan anonstan iki saat sonra Bandırma’ya varacak olması da onu çok şaşırtmıştı.
Çocukluğumdaki gemiler gözümün önüne gelmişti. Hem yük, hem hayvan, hem de insanların bindiği o eski gemiler. Gece kalkıp ancak sabah İstanbul’a varan, her seyahati on ila on bir saatte tamamlayan o siyah kasvetli gemiler… Çocukluğunun seyahatleri geminin lüks mevkisinde hiç geçmemişti, ambar denilen yerler de önceden yer kapılır yerlere gazete kâğıtları üzerine battaniyeler serilirdi. Gemi kalkıncaya kadar bu yerlerde oturulur, gemi kalktıktan sonra da şilteler serilir sabaha kadar yatarak yolculuk yapılırdı. Hayvan ambarlarına yüklenen büyükbaş hayvanların yüklenmesini seyretmek ayrı bir zevkti. Geminin güvertesine çıkar, büyük gürültü ile çalışan vinçlerin kulakları sağır edercesine çıkardığı sesleri kulaklarını elleri ile tıkayarak sapana bindirilmiş hayvanların bağırışları ile karışan o vinç sesi hala kulağında idi. Gemiye yüklenen hayvanlar korkudan ortalığa pisler ve pisliklerin hepsi o anda iskeleye boşalırdı. Kaçamazsak her tarafımız rezil olurdu. Bunu bildikleri için yükleyenler sapan yukarı çıkmaya başladığı zaman kaçışırlar, ta ki vinç hayvanları geminin ambarına indirinceye kadar ortalıkta görünmezlerdi. Vakit geçirmek için geminin dışında iskeleye sarkıtılmış insanların çıkabilmesi için bulunan asma merdivenlerden inip çıkmak en büyük zevkiydi. Geminin kalkış anı yani iskeleden ayrılması da ayrı bir mesele idi. Gemiye bağlı olan kalın ipler sırası geldikçe kaptan tarafından yapılan anonslar ile duyurulur ve sırası ile sökülmeye başlanırd… önce baş taraf. Sırası ile orta taraf ve daha önce denize bırakılmış çapa büyük gürültü ile içeri alınmaya başlar. Ön taraftaki vinçlerin gürültüsü kesildiğinde gemi yavaş, yavaş iskeleden ayrılır ve yola çıkardı çalınan çan sesleri geminin yola koyulduğunu anlatırdı.
Ambardan lüks mevkiine geçmek kolay değildi ama çocuklar için zor bir şey yoktu. Kilitlenen demir parmaklıkların arasından, sırf meraklarını gidermek için lüks tarafa geçerdi. Geminin orta tarafı ayrı bir dünya idi. Büyük bir salon, büyük bir Amerikan bar etrafında tabureler ve salona serpiştirilmiş masalar ve etrafında deri koltuklar… içeri girdiği gibi dışarı çıkarılardı. Ancak garsonlara yalan söyler babamı arıyorum acaba buralarda mı der, her defasında atlatırdı garsonları.
Çok seneler sonra üniversite yıllarında lüks mevkiinin kamaralarını da görmeye başlamıştı. Civarın tüccarları bu lüks kamaralarda seyahat ederler önce Amerikan barda oturur yemek ve içkilerini içerler gece yarısına doğru kamaralara çekilirlerdi kamaraların içi son derece lükstü. Duvarlar ceviz kaplama ile kaplıydı. Çok şık iki yatak ve her kamaranın bir banyo ve tuvaleti, lavabosu mevcuttu. Odada küçük bir dolap içinde askılar bulunur, küçük bir gardırop ve çekmecelerini, insanlar uzun süren yolculukları boyunca kullanırlardı. Yatakların yanında o devrin model gece lambaları ile aydınlanan oda da istirahat ederlerdi. Kristal su bardakları üzerinde deniz yolları çapalı armalar mevcuttu.
İstanbul’a sabah yanaşan vapur gürültüsü, vinç sesleri, çan sesleri arasında hem ambarda yatanlar hem de kamarada kalanlar uyanırlar ve sabahın ilk saatlerinde karaya sarkıtılmış olan tahta iskeleden tophane rıhtımına inmeye başlarlardı. Kamarada uyuyakalanlar son defa uyandırılır uyanmayanlar gemide kalırlar çünkü gemiler boşalır boşalmaz denizin ortasına çapaya bağlanır rıhtım yeni gelecek olan gemilere hazırlanırdı. Hiç unutamadığı bir olay uyuyakaldığı bir seyahatinde, uyandığında kendisini açıkta bekleyen geminin içinde bulmuştu. Akşama kadar içinde kalmış ta ki akşam saatlerinde yeni sefere çıkmak için rıhtıma tekrar bağlandığında karaya ayak basmıştı.
Çok sonradan gündüz gemi seferi başlamıştı onlar daha modern ve hızlı gemilerdi önceleri bandırma İstanbul arası altı saatte daha sonra ise dört saate kadar inmişti. Ama şu andaki feribot tüm bu düşünceleri getirmişti aklına ve böylece çok seneler öncesine götürmüştü Ersan’ı.