Roman (Yerli)

Cariyenin Gelini Nurbanu

cariyenin gelini nurbanu 5edbb6210ab4fİKTİDAR HIRSIYLA BİLENMİŞ İKİ KADIN,
AŞKA TUTSAK İKİ ERKEK

Güneş doğudan değil, Nurbanu’nun gözlerinde doğar. Yıldızlar Nurbanu’nun gözlerinde parıldar…

Cariye Cecilia’nın yolu, Hürrem’in kızı Mihrimah’la kesişti.
Mihrimah, “Senin adın artık Nurbanu olsun,” dedi. “Tanrının ışığını saçan Kraliçe.”

İktidar hırsıyla bilenmiş iki kadın.
Aşka tutsak düşmüş iki erkek.
Tutku, entrika, tuzak, ödenemeyen bedeller.

Dört gölge teker teker, SESSİZCE DENİZE kaYdI. Gözlerinin akı da olmasa karanlık gecede hiç görülmeyeceklerdi. Belden yukarısı çıplak bedenlerine sürdükleri, gece kadar siyah, yanmış yağa rağmen, suyun soğukluğunu iliklerinde hissettiler. En az bir saat soğuk suyun içinde kürek çekecekIerini akıllarına bile getirmediler o anda.
Güvertede kalan yoldaşları hiç gürültü yapmadan denize uzun ve hafif tombul karınlı bir sandal indirdi. Suyun içindeki dört kafâ o tarafa sokuldu. Halatlar çözüldü. Küçük şıpırtılar dışında ses etmeden ustaca sandala çıktılar. Bu kez ıslak vücutlarını gecenin ayazı ısırdı. Her biri kısa saplı küreklerini alıp yerlerine geçti. Kıçtaki dışında üçü oturdu. En arkadaki ayaktaydı.
Hepsi biliyordu, çıktıkları yolun dönüsü yoktu.
Sandaldakiler yanlarındaki geminin karnından gelen mırıltıları işitti. Nice savaşta omuz omuza kılıç salladıkları sıvaş yoldaşları, onları selametle yolculamak için fısıltıyla Fatiha okuyordu,
Sesler kesildi. Kıçtaki karaltı da oturdu. Kısa saplı dört kürek iki yandan suya girdi. Gecenin içinde ağır ağır uzaklaştılar.
Rüzgar, neden sonra uzaklardan bir kilisenin çan sesini taşıdı sandaldakilere.
“Gece yarısı,” dedi bir fısıltı.
“öyleyse vakittir.”
Aynı anda sandalın içine yüzükoyun kapandılar. Dışarıda sadece kürek çeken dört kol kaldı.
ölüm tuzağı, karanlık ve soğuk suyun içinde Venedik’e doğru sessizce süzüldü.
İliklerine isleyen bir soğuk ve acı… Sandaldaki dört adamın hissettiği tek şey buydu. Bileklerinden kürek kemiklerine çıkan dayanılmaz ağrı artık omurgalarına vurmaya başlamıştı. Küreklere kenetlenmiş parmakları hissini kaybetmişti. Beyinlerinin içinde tek bir ses tempo tutuyordu: Çek, daha kuvvetli çek. Çek, daha kuvvetli çek.
Çırpınan suya bir ışığın vurduğunu ilk fark eden, baştaki oldu. “Kahretsin, bizi görecekler,” diye homurdandı. Kürek çekmeye ara vermeden, başını biraz kaldırdı, önce yüz-yüz elli kulaç ileride, pencerelerinde hala ışık yanan büyük yapıyı gördü. Gelmişiz, diye bir sevinç dolaştı içinde. Burası Venedik Sarayı olmalıydı. Fakat sevinci hemen söndü. Binanın tam karşısındaki kulenin üstünde nöbetçiler ateş yakmıştı. Alevler sanki yakalamak istedikleri bir şeyler varmış gibi karanlık suyu tarıyordu. Ateşin aydınlığından hemen uzaklaşmaları lazımdı, “iskele ” diye fısıldadı ardındakilere. Denize yansıyan aydınlık kuşağından çıkana kadar otuz-kırk kulaç çektiler. Ama o tarafa fazla yaklaşmak da tehlikeliydi, Çünkü bu sefer de yuvarlak kubbeli büyük kilisenin önünde bekleşen nöbetçiler sudaki hareketi fark edebilirdi.
Karanlık denizdeki sarı aydınlıktan çıkınca bastaki serdengeçti, “Sancak,” dedi usulca.
Başlarını hafifçe kaldırdılar. Büyük kanalın ağızıdaydılar artık. Fencilerinin denize vuran ışık toplarından, kanalın ağır Venedik kadırgalarıyla dolu olduğunu anladılar. Sevinçle tekrar sandala kapandılar. Dördünün de aklına Kemal Reisin yola çıkmadan önce dedikleri geldi. Küffarın inini yakmadıktan sonra geceye meşale tutmuşun neye yarar?
Emir kesindi.
Venedik ateşe verilecek!
Bunu da onlar yapacaktı. Küffarın belini kıracaklardı. Kıç fenerlerine bakılırsa burada en az yüz elli kadırga vardı. Sevindiler. Hiç değilse boşuna ölmeyeceklerdi.
Yeniden küreklere sarıldıklarında yorgunluğu, acıyı unutmuşlardı.
Sandal büyük kanalın ağzına doğru süzüldü. Bu noktadan sonra dönüş yoktu. Tehlike her geçen saniye daha da artıyordu. Kalp atışları hızlandı. Mümkün olsa, küreklerin çıkardığı şıpırtıyı kesmek için suyu elleriyle kucaklayacaklardı. Düşmanın, yürek gümbürtülerini duymasından bile korkuyorlardı. Korktukları yakalanmak ya da ölmek değildi. Bu kadar yaklaşmışken Venedik gecesine bir Osmanlı meşalesi çakamamaktan endişe ediyorlardı sadece.
Ağır ağır ilerlediler. Birazdan ayrılacaklardı. Dört serdengeçti, Osmanoğlu’nun ateşini dört ayrı yere taşıyacaktı.
“Hey bu da ne böyle!”

Güvertedeki nöbetçinin sesi, aşağıda kayıp giden sandaldakilere top gürlemesi gibi geldi.
Adam, tekneyi göstermek için elini uzatarak seren direğindeki arkadaşına seslendi. “Emiliano, şuna baksana. Kadırgaların arasında bu gondolun ne işi var? Hem de bu saatte!”
Emiliano gözcü sahanlığından o tarafa dönüp aşağı baktı. Sonra ince, uzun dürbününü gözüne dayadı.
Bir gondol, dört kişi Adamlardan biri başını kaldırmadan sesin geldiği kadırgaya doğru el salladı.
“Ne olmuş?” diye kahkaha attı Emiliano. “Herkes bizim gibi şanssız değil, D’Angelo. Kafayı çekip karıların koynuna girdikten sonra dönen şanslı hergeleler de var.”
“Eminim.” Salak, diye homurdandı içinden de. Ne vardı bunda yadırgayacak Dört denizci zamparalıktan dönüyordu işte.
Emiliano dürbününü tekrar körfezin ağzına doğru çevirirken güverteden D’Angelo’nun sesi geldi.
“Saat bir… Her şey yolunda.”
Nöbetçiler gondoldaki dört adamdan birinin eksildiğini fark etmedi. Elli kulaç sonra sandalda iki adam kaldı. Sonra biri daha eksildi. Sonuncusu da tersaneyi görünce kendini suya bıraktı. Şimdi biri baksa, halatı çözülen sahipsiz bir gondolun akıntıyla tersaneye sürüklendiğini sanacaktı.
Dört gölge, dört ayrı hedefe doğru kulaç atıyordu.
İlk ateşi, denize ilk giren çakacaktı. Bir saatten uzun süre kürek çektikten sonra, kadırgaların kara gölgeleri arasında sandaldan ayrılan fedai, en büyük bellediği gemiyi seçti. Çıpa halatına doğru süzüldü. Bir süre halata tutunup soluklandı. Sırtını suya vererek yosundan kayganlaşmış halatı elleri ve çaprazladığı bacaklarıyla sarmaladı. Güçlü kollarıyla vücudunu çekerek tırmanmaya başladı.
Aynı anda ölümcül bir hata yaptığını fark etti. Beline sıkıca bağlanan küçük fıçının kapağı üzerinde biriken su, bir şapırtıyla denize döküldü. Adam bıçak gibi saplanan bir panikle halatta asılı kaldı. Artık gizlenemeyecek kadar açıktaydı. Tırmandığı kadırgadan veya yanındakinden bakan biri onu kolaycı görecekti. Yüreği çarparak bekledi. Korktuğu olmadı. Tırmanmaya devam etti. Bir ara halatın sonu yok sandı. Tırman tırman bitecek gibi değildi. Halatı bir pençe gibi kavrayan elleri acımaya, gücünü kaybetmeye başlamıştı. Sert, keskin lifler çıplak bacaklarını kesiyor, deniz suyu kesiklere tuz basarak acı veriyordu. Soluğu kesilince bir an durdu. Sırtı denize dönük halde halatta asılı kaldı. “Bu lanet halatın sonunu getirmeliyim mutlaka,” diye fısıldadı ve son bir çabayla kendini yeniden yukarı çekti. Derken kadırganın bordasından halatın atıldığı koca deliği gördü.
Bitti, diye bir sevinç çığlığı yükseldi içinden. Halatı usulca bıraktı. Artık düşman gemisinin içindeydi. Bir süre göllerinin bu yeni karanlığa alınmasını bekledi. Top bataryalarının kapaklarının olduğu tarafa döndü. Küpeşte zarfına tutunarak zifiri karanlığın İçinde ilerledi. Neden sonra kapak ağızlarından denize doğru uzanan kara kolları gördü. Topçu bataryası!
Ansızın bir şeylerin yolunda gitmediğini fark etti. Nöbetçi! Nöbetçi yok! Bütün vücudu kasıldı. Olduğu yere çöktü. Neredeydi bu lanet herif? Yere yattı, kulağını döşemeye dayayıp dikkatte dinledi. Başını kaldırdığında yüzünde hınzır bir tebessüm vardı. Seni hergele, diye homurdandı İçinden, buldun seni. Yavaşça doğruldu, geminin sonsuz karanlığında bir yere çarpıp ses çıkarmamak için elleriyle önünü yoklayarak ağır ağır ilerledi.
Birkaç sessiz adımdan sonra ışığı gördü. Işık, güverteden batarya ambarına inen merdivenin basındaki fenerden geliyoı olmalıydı. Fenerin ölgün ışığı karanlıkta gözlerini güneş gibi kamaştırdı. Ve o da oradaydı. Nöbetçi. Merdivenin tam karşısındaki cephanelik kapısının önünde dikiliyordu.
Itoğlu. diye homurdandı. Gidip başka bir yerde uyuklasaydıya.
Sonraki her şeyi bir kedi sessizliğiyle yaptı. Nöbetçi onun varlığını hissettiğinde geç kalmıştı. Ucu eğri Osmanlı hançeri simsek gibi göğsüne indi. Dehşetle hançerin kabzasına ve onu kavrayan güçlü pençeye baktı. Haykırmak istedi. Ağzından çıkan, giderek sönen bir soluk oldu sadece.
Artık hedefteydi. Sonunda Osmanlı meşalesini yakma vakti gelmişti. Cephaneliğin kapısını açtı. İçerisi yerden tavana kadar barut, gülle, yağ fıçılarıyla doluydu. Tüfekler, mızraklar, kılıçlar, ok tüfekleri ve ne işe yaradığını o anda bilemediği bir sürü şey istiflenmişti. Acele etmeliydi. Her an nöbet değişikliği için birileri gelebilir ya da biri cephanelik kapısında nöbeıçi olmadığını fark edebilirdi. Hemen işe koyuldu.
Bu kadar yanıcı ve patlayıcı maddenin arasında belindeki fıçıya gerek yoktu ama kemeri çözdü. Su geçirmesin diye küçük fıçının üstüne sarılan balmumu ycdirilmis çapuru çıkardı. Götürüp cephaneliğin tam ortasındaki fıçı yığınının dibine koydu. Parmağını altındaki delikten geçidi, döşeme perçinlerinden birine kadar yere bir barut şeridi döktü.

Hazırdı. Gereken tek şey küçük bir kıvılcımdı. Az önce nöbetçinin canını alan hançerini çıkardı. Üzerindeki kanı iyice sildi. Yere çöktü. Hançeri demir perçine sürttü. Bir şey olmadı. İkinci denemede çeliğin ucundan çıkan kıvılcımlar baruta sıçrayıverdi.
Doğruldu. Kıvılcımın cozurdayan bir ateş şeridine dönüşerek fıçıya doğru kayışını seyretti.
Bir şey kalmamıştı artık. Osmanlı fedaisinin kocaman açtığı gözleri cayır cayır yanıyordu. “Ya Allah,” diye bağırdı. “Ya Allah, bismillah!”
Ateş şeridi küçük fıçının altındaki deliğe ulaştı.
Ve Osmanlı meşalesi tutuştu.
İlk patlama, gecenin karanlığını yırttı. Venedikliler, “Neler oluyor?” diye doğruldu yataklarında. “Bu ne gürültü böyle?” diye homurdananlar oldu. Fakat hemen ardından işittikleri patlamaların yanında, ilk duydukları hafif kaldı. PencereIerine koşanlar zincirleme patlamaların yol açtığı sarsıntı yüzünden yere kapaklandı. “Kalk, Adriana,” diye bağırdı biri karısına. “Deniz patlıyor. Venedik yanıyor!”
Göbek göbeğe bağlı dev kadırgalar korkunç parlamalarla birbiri ardına denizden havaya fırladı. Yüzlerce, binlerce, milyonlarca havai fîsek gibi şeritler çıkararak etrafa dağıldı, alev parçaları halinde suya yağdı. Alevler bütün gemilere sıçradı. Ateş. cephaneliklerine ulaşınca onlar da havaya uçtu.
Kadırgaların halatlarını koparıp kanalın ağzına doğru kaçmaya çalışan birkaç denizci gökten üzerlerine yağan alevlerden kurtulmak İçin delice koşuşturuyordu. Panik, korku ve dehşet çığlıkları, bitmek bilmeyen infilakların gümbürtüsü arasında kaybolup gitti. Uzaktan cehennemi seyredenler, yüzlerce denizcinin çıra gibi yanarak kendini denize attığını gördü. Üç noktada yoğunlaşan patlamalara çok geçmeden dördüncüsü eklendi. Kızaklarında on bir kadırga olan tersane havaya uçtu, milyarlarca alev parçası halinde tekrar suya döküldü. Venedik’in dillere destan tersanesi yoktu artık.

İstanbul 11 Ekim 1570
SÜVARİ RÜZGAR GİBİ GEÇTİ SURLARI. “DAYAN, ALACAM,” diye fısıldadı alacalı hayvanın geriye devrilmiş kulaklarına. Atın burnundan fışkıran alev gibi nefesi yüzüne çarptı. Yuları serbest bırakmış, boynuna sarıldığı atın dilediği gibi koşmasına izin vermişti. Kır üzerine kocaman kahverengi yamalı, alaca at yelelerini uçura uçura koşuyordu.
Solunda, Sultan Süleyman’ın, ölen oğlu Şehzade Mehmet için yaptırdığı camiyi görünce doğruldu. Az ilerideki meydanlıktan sola döndü. Atı yokuştan aşağı, denize doğru salıverdi. Sırtını ormana vermiş, bir tepenin üzerindeki konağa yaklaştığında iki yandan çıkan kırmızı urbalı dört asker yolunu kesti. “Hooop,” diye bağırarak kollarını havaya kaldırdı öne çıkan biri. Dizginlere asıldı…

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Aşk ve Zafer

Editor

Mine

Editor

Kara Kitap – Orhan Pamuk

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası