CARRIE BRADSHAW SİNEMALARDAN ÖNCE KİTAPÇILARDA!!! 4 HAZİRANDA SEX AND CITY 2 SİNEMALARDA!!!
Carrie Günlükleri bizim kuşağın en ikonik karakterlerinden birinin ergenlik öyküsünü anlatıyor. Sex and the City’den önce Carrie Bradsaw, daha fazlasını istediğini bilen küçük bir kasaba kızıydı. Hayata atılmaya hazır hissediyordu kendini. Ancak kolejdeki son senesiydi ve halletmesi gereken işler vardı.O güne kadar Carrie ve arkadaşları hiç ayrılmamıştı. Fakat Sebastian Kydd’ın gelişi her şeyi bozdu. Arkadaşlarından birinin ihaneti, Carrie’ye o güne kadar yaşadığı pek çok şeyi ve hayatı sorgulattı.
Unutulmaz karakterleriyle Carrie Günlükleri sıradan bir genç kızın nasıl olup da kendi hakkında düşünmeye başladığını ve sonunda sivri ve her şeyi gören bir yazara dönüştüğünü anlatıyor. Okuyucular Carrie’nin ailesiyle tanışacak, bir yazar olarak anlatıcı sesini bulmasına şahitlik edecek. Dahası ergenlik döneminde yaşadığı arkadaşlık ve ilişkilerin onda bıraktığı izleri takip edebilecekler. Cüretkar ve güçlü maceralar eşliğinde Carrie’yi yeni bir hayata başlayacağı, o çok sevdiği New York’a sürükleyenin ne olduğunu göreceğiz.
***
1. BÖLÜM
Başka Bir Gezegendeki Prenses
Diyorlar ki, yazları insanın başından bir sürü şey geçer.
Ya da geçmez.
Bugün lisedeki son senemizin ilk günü ve gördüğüm kadarıyla geçen yıl neysem oyum.
Kankam Lali de öyle.
“Bu sene erkek arkadaş edinmeliyiz,” dedi, abisinden kalan kırmızı kamyonetin kontağını çevirirken.
“Zırvalama.” Kapıyı açıp yan koltuğa kuruldum. Geçen yıl da aynı muhabbeti yapıyorduk ama olmamıştı. “Şu erkek arkadaş olayına bir son versek?” Kitaplarımı arka koltuğa yığıp mektubu biyoloji kitabımın arasına koydum. Herhalde orada kimseye zararı dokunmazdı. “Unuttun galiba, okuldaki oğlanların hepsini biliyoruz ve hiçbirinden hoşlanmıyoruz.”
“Doğru söylüyorsun,” dedi Lali, geri vitese takıp omzunun üstünden arkaya bakarak. Lali usta bir şofördü, hatta arkadaşlarım arasında en iyisiydi. Çünkü babası polisti ve Lali daha on iki yaşındayken acil durumlarda gerekebilir diye araba kullanmayı öğrenmesi için diretmişti.
“Yeni bir çocuk gelmiş,” dedi.
“Eee?” Son yeni çocuk’ her gün aynı kokuşmuş şeyleri giyen otçunun tekiydi.
“Jen P çok şeker olduğunu söylüyor.”
“Yok ya?” Kokoş Jen P, altıncı sınıftaki Donny Osmond Fan Kulübü’nün başkanıydı. “Sahiden o kadar şekerse Donna LaDonna onu hayatta kaçırmaz.”
“Çok tuhaf bir adı var,” dedi Lali. “Sebastian bir şey. Sebastian Klein mıydı?”
“Sebastian Kydd mı?” diye sordum, nefes nefese.
“Ah! Evet,” diye bağırdı Lali okulun otoparkına girerken. Sonra merakla bana baktı. “Onu tanıyor musun?” Elimi kapının koluna atıp duraksadım.
Kalbim neredeyse yerinden fırlayacaktı. Dayanamayıp ağzımdan kaçıracağımdan korkuyordum.
Neyse ki kafamı iki yana sallamayı becerebildim. Okulun kapısına geldiğimizde Lali çizmelerimi farket- ti. Bir çift beyaz rugan çizme. Bir tanesinin ön kısmında minik bir çatlak vardı ama olsun. Bunlar 70’li yıllardan kalma orijinal çizmelerdi ve tahminimce benden daha ilginç bir yaşamları olmuştu. “Bradley,” dedi ayaklarıma bakıp küçümsercesine dudak bükerek. “En yakın arkadaşın olarak okuldaki son senemizin ilk gününde bu çizmeleri giymene izin veremem.”
“Çok geç,” dedim neşeyle. “Birilerinin burayı sallamasının zamanı geldi de geçiyor ayrıca.”
“Sakın beni de değiştirmeye kalkma bebeğim.” Lali dolabına gitmeden önce işaret parmağıyla başparmağını kaldırarak elini tabanca gibi yaptı ve parmağının ucunu öptü.
“iyi şanslar, Melek,” dedim. Değişmek mi? Hıh. Bir şeyin değiştiği yoktu. Hele o mektuptan sonra.
Sayın Bayan Bradshaw , diye başlıyordu.
New School’un yazın düzenlenecek ileri seviye yazarlık seminerine yaptığınız başvuru için teşekkür ederiz. Hikayeleriniz yaratıcılık ve gelecek vaat ediyor, ancak şimdilik sizi programımıza dahil edemeyeceğimizi üzülerek bildiririz.
Bu mektubu önceki salı almıştım ve emin olmak için en az on beş kez okumuş, sonra kendimi yatağa atma ihtiyacı duymuştum. Çok yetenekli olduğumu falan sanmıyorum ama hayatımda ilk kez böyle bir şey ummuştum.
Mektuptan kimseye bahsetmemiştim. Hatta babam dahil hiç kimseye New School’a başvurduğumu çıtlatmamıştım. O, Brown’da okumuştu ve benim de oraya gideceğimi ümit ediyor, iyi bir bilim adamı olacağımı düşünüyordu. Nasılsa, bilim adamlığını beceremezsem biyoloji okuyup böceklerin hayatını araştırabilirdim.
Koridoru yarıladığımda Castlebury nin altın çifti, Cynthia Viande’yle Timmy Brewster’ı gördüm. Timmy kafası çalışan bir tip olmasa da basket takımının gözbebeğiydi. Cynthia’ysa balo komitesinin başkanı ve Ulusal Onur Topluluğu üyesiydi. Üstelik daha on yaşındayken bütün kız izci takımı rozetlerini almayı başarmıştı. Timmy’yle üç yıldır çıkıyorlardı. Onları fazla takmazdım ama soyadım alfabetik olarak Timmy’ninkinden hemen önce geldiği için dolabım önünkine bitişikti ve ne zaman konferans salonunda toplansak yanında oturmak zorunda kalıyordum. Bu yüzden Cynthia’yla ikisini görmediğim tek bir günüm olmamıştı.
Cynthia, “Sakın bugünkü toplantıda surat asayım deme,” diye azarladı Timmy’yi. “Bugün benim için çok önemli. Biliyorsun cumartesi de babamın akşam yemeği daveti var.”
“Ya benim partim ne olacak?” diye karşı çıktı Timmy.
Cynthia hemen lafını yapıştırdı. “Sen de partini cuma akşamı yap.”
Belki Cindy’nin içinde de gerçek bir insan vardı ama ben onu henüz görememiştim.
Dolabımın kapağını açarken Cynthia birden kafasını kaldırıp beni gördü. Timmy, kim olduğumu hala bilmiyormuşçasına boş boş bakıyordu. Ama Cynthia böyle yapmayacak kadar iyi yetiştirilmiş bir kızdı. “Merhaba, Carrie,” dedi, on yedi değil de otuz yaşındaymış gibi.
Değişmek mi? Bu küçük kasabadan kurtulmak mümkün müydü?
“Cehennem okuluna hoş geldin,” dedi arkamdan alaycı bir ses.
Bu, Walt’tu. Diğer kankam, Maggie’nin erkek arkadaşı. Walt’la Maggie iki yıldır çıkıyordu ve genelde üçümüz beraber takılırdık. Belki kulağa biraz tuhaf gelebilir ama Walt benim için kızlardan biri gibiydi.
“Walt,” dedi Cynthia. “İşte, aradığım adam.”
“Derdin beni balo komitesine .sokmaksa cevabım net. Hayır!”
Cynthia, Walt’un esprisini duymazdan geldi. “Sebastian Kydd’ı soracaktım. Gerçekten Castlebury’ye dönüyor muymuş?”
Gene mi?Tüm sinir uçlarım Noel ağacı gibi kızarıverdi.
“Doreen öyle söylüyor.” Walt, umrumda değil gibisinden omuz silkti. Doreen, Walt’un annesi ve Castlebury Lisesi’nin rehber öğretmeniydi. Her şeyi bildiğini iddia eder ve tüm bunları Walt’la paylaşırdı.
“Duyduğuma göre okuduğu özel okuldan atılmış. Hem de hap satmaktan dolayı,” dedi Cynthia. “Önümüzde bir sorun varsa bunu bilmem gerek.”
“Hiçbir fikrim yok,” dedi Walt sahte bir sırıtışla. Walt, Cynthia’yla Timmy’ye en az benim kadar sinir olurdu.
“Nasıl haplarmış bunlar?” diye sordum Walt la yürürken. Aslında ilgilenmiyormuş da laf olsun diye soruyormuşum gibisinden rahat davranmaya çalışıyordum.
“Ne bileyim? Ağrı kesici falan.”
“ Valley of Dollsı’taki gibi mi?”1 Valley of Dollsı ve akıl hastalıkları üzerine bir kitabı olan DSM-III en sevdiğim kitaplardandı. (Valley of Dolls. Jacqueline Susann’ın 1966 tarihli romanı. 1967 de filme uyarlanmış, 1981 ve 1994 senelerinde ise TV dizisi olarak gösterilmiştir. Eser, daha iyi bir hayat için New York’a gelen üç kadının hikayesini anlatır.)
“Hapları kimden alıyormuş?”
“Of, bilmiyorum, Carrie,” dedi Walt bezgin bir tavırla. “Belki annesindendir.”
“Hiç sanmam.” Sebastian Kydd’la tek karşılamamızı aklımdan çıkarmaya çalışmıştım ama nafile.
On iki yaşındaydım ve tuhaf bir dönemden geçiyordum. Bacaklarım çok sıska, göğüslerim tahta gibiydi. İki kocaman sivilcem ve kıvır kıvır saçlarım vardı. Kedi gözlüğümü takmış, koltuğumun altına Mary Gordon Howard’ın “Ya Ben?” adlı kitabını sıkıştırmıştım. Kitabın sayfalarının çoğu kıvrıktı. O aralar feminizme takmıştım. Annem Kyddların mutfağını değiştiriyordu ve tadilatın nasıl gittiğine bakmak için evlerine uğramıştık. Birden kapıda Sebastian belirince ben tamamen sebepsiz yere ve damdan düşer gibi, “Mary Gordon Howard cinsel ilişkilerin pek çok biçiminin tecavüz olarak nitelendirilebileceğini düşünüyor,” demiştim.
Kısa bir sessizlik olmuş, sonra Bayan Kydd gülümsemişti. Yazın son günleri olduğu için pembe ve yeşil renkli şortundan görünen bacakları bronzdu. Gözlerinde beyaz far, dudaklarında pembe ruj vardı. Annem daima Bayan Kydd’ın çok güzel olduğunu söylerdi. “Umarım evlendiğinde bu konuda farklı düşünürsün.”
“Ah, ben evlenmeyi planlamıyorum. Evlilik fahişeliğin yasal biçimidir.”
“Aman Tanrım.” Bayan Kydd gülmüş ve verandada duraksayan Sebastian, “Ben dışarı çıkıyorum,” demişti.
“Yine mi?” diye sormuştu annesi öfkeyle. “Ama Bradshawlar daha yeni geldi.”
Sebastian omzunu silkinişti. “Bobby’yle bateri çalacağız biraz.”
Ağzım beş karış açık arkasından bakakalmıştım. Belli ki Mary Gordon Howard, Sebastian Kydd gibi biriyle hiç tanışmamıştı.
Tam manasıyla, ilk görüşte aşktı.
Konferans salonunda defteriyle önündeki çocuğun kafasına vuran Timmy Brewster’ın yanma oturdum. Koltukların arasında dolanıp duran kız önüne gelene, Yanında tampon var mı, diye soruyordu. Arkamdaki iki kızsa hararetle Sebastian Kydd hakkında fısıldaşmakla meşguldü. Anlaşılan kötü şöhreti giderek yayılıyordu. “Hapse girdiğini söylüyorlar.”
“Ailesi tüm parasını kaybetmiş.”
“Hiçbir kız ona üç haftadan fazla dayanamıyormuş.” Cynthia Viande’nin salak bir yaratık, ne bileyim, tuhaf bir kuş cinsi olduğunu hayal ederek Sebastian Kydd’ı aklımdan çıkarmaya çalıştım. Yaşam alanı, kendisini var edebildiği her yerdi. Tüyler, tüvit etek, beyaz gömlek, kaşmir süveter, kısa topuklu iskarpinler ve muhtemelen gerçek bir dizi inciydi. Kağıtlarını elden ele geçirip eteğini çekiştirdiğine göre biraz gergin olmalıydı. Kesin ben de olurdum. Olmak istemezdim ama olurdum. Ellerim titrerdi, sesim fare gibi vıyk vıyk çıkardı ve sonra da durumu kontrol edemediğim için kendimden nefret ederdim.
Müdür Jordan mikrofona yaklaşıp derslere geç kalmamamız konusunda sıkıcı bir uyarı yaptıktan sonra yeni sistemi anlattı. Ardından Bayan Smidgens okul gazetemiz The Nutmeg in yeni muhabirler aradığını ve bu haftaki sayıda, kafeteryadaki yemekler hakkında tüm inançları kökünden sarsacak bir hikaye olduğunu söyledi. Ve nihayet mikrofonun başına Cynthia geçti. “Bu hayatlarımızın en önemli yılı. Hepimiz bir uçurumun kenarındayız. Dokuz ay sonra yaşamlarımız büyük oranda değişmiş olacak,” dedi, Winston Churchill ya da onun gibi biri edasıyla. Tamtek korkmamız gereken korkunun kendisidir, demesini beklerken devam etti. “Dolayısıyla bu yılın her anı unutulmaz olacaktır.”
Birden Cynthia’nın suratında sıkıntılı bir ifade belirince tüm gözler konferans salonunun ortasına döndü.
Donna LaDonna koltukların arasındaki merdivenden iniyordu. Tıpkı bir gelin gibi giyinmişti. Zarif bir platin zincirin ucuna asılı pırlantalı minik haçı, V yakalı beyaz elbisesinin derin dekoltesinden görünen göğüslerini vurguluyordu. Süt beyaz teni pürüzsüzdü. Gümüş bilezikleri kolunun her hareketinde şıngırdıyordu. Herkes sus pus olmuştu.
Cynthia Viande mikrofona eğildi. “Merhaba Donna. Zamanında yetişebildiğine sevindim.”
Donna, “Teşekkürler,” deyip bir kraliçe edasıyla yerine oturdu.
Salondan gülüşmeler yükseldi.
Donna kafasını hafifçe sallayıp elini havaya kaldırarak Cynthia’ya devam etmesini işaret etti. Donna’yla Cynthia’nınki çok tuhaf bir arkadaşlıktı. Anlatması zor. Hani aynı statüye sahip olduğunu düşünen ama gerçekte birbirinden hoşlanmayan kızlar vardır ya, işte aynen öyleydiler.
“Dediğim gibi,” diye başladı Cynthia kalabalığın dikkatini çekebilmek için, “bu yılın her anını sonsuza dek hatırlayacağız.” Salonun arkasındaki camlı odada bekleyen adama işaret çakınca hoparlörlerden ‘Anılar’ adlı şarkı yükseldi.
İnleyerek yüzümü defterime gömüp herkesle birlikte deli gibi kıkırdamaya başladım. Ama birden aklıma mektup geldi ve yeniden umutsuzluğa kapıldım.
Ne zaman hüzünlensem kendime şu ufaklığın söylediğini hatırlatırdım. Kızın acayip sağlam bir karakteri vardı, çirkin ama bir o kadar sevimliydi. Ve kendisi de bunun farkındaydı. “Carrie?” demişti, “ya ben başka bir gezegenin prensesiysem ve bu gezegendeki kimse bunu bilmiyorsa?”
Sorduğu soru her zaman aklımın bir köşesinde dururdu. Ne kadar gerçekçiydi, öyle değil mi? Burada ne olduğumuzun önemi yoktu. Belki başka bir yerde prensestik. Ya da yazar. Ya da bilim adamı. Ya da devlet başkanı. Ya da başkalarının olamayacağımızı söylediği her ne varsa oyduk.
2. BÖLÜM
Matematik İnsanları
“Kim integral hesabıyla diferansiyel hesabı arasındaki farkı biliyor?”
Andrew Zion hemen elini kaldırdı. “Diferansiyelleri nasıl kullandığımızla ilgili bir şey değil mi?”
“Yaklaştın,” dedi öğretmenimiz Bay Douglas. “Başka fikri olan?”
Fare elini kaldırdı. “Diferansiyel hesap, fonksiyon veya fonksiyonların bir ya da birden çok değişkene göre türevlerini ilişkilendiren denklemlerdir. Öte yandan integral hesap, fonksiyonun türevinin tersi olan bir fonksiyon elde edilmesini sağlar.”
Vay be, diye düşündüm. Fare bunu nereden biliyor“?
Bu konuyu hayatta çakozlayamayacaktım ve ilk kez matematik beni yarı yolda bırakacaktı. Oysa çocukluğumdan beri matematik bana en kolay gelen ders olmuştu. Ödevlerimi kendi başıma yapıp doğru düzgün çalışmadan sınavlardan geçerdim. Ama şimdi paçayı kurtarmak için epey kafa patlatmam gerekecekti.
Tam oturmuş bu konunun altından nasıl kalkacağımı düşünürken kapı çalındı ve Sebastian Kydd içeri girdi. Eski püskü polo yaka bir tişört giymişti. Kahverengi gözleri, uzun kirpikleri vardı. Saçları deniz ve güneşin etkisiyle iyice açılıp bal rengine dönmüştü. Burnu, sanki kavgada yumruk yemiş ve bir daha düzgün kaynayamamış gibi hafif eğriydi. Bu minik kusur onu bebek yüzlü olmaktan kurtarmıştı.
“Ah, Bay Kydd!” dedi Bay Douglas. “Ben de nerede kaldığınızı merak etmeye başlamıştım.”
Sebastian soğukkanlı bir tavırla öğretmenin gözlerinin içine baktı. “Derse girmeden önce halletmem gereken bazı işlerim vardı.”
Yanağıma dayadığım elimi hafifçe indirerek ona kaçamak bir bakış fırlattım ve şöyle düşündüm. İşte, gerçekten bambaşka bir gezegenden gelen biri. Üzerinde yaşayan tüm insanların muhteşem fizikleri ve harika saçları olan bir gezegenden.
“Lütfen oturun.”
Sebastian’ın gözleri sınıfı tararken bana takılıp kaldı. 70’lerden kalma beyaz çizmelerimi, açık mavi ekoseli eteğimi ve kolsuz balıkçı kazağımı süzdükten sonra alev alev yanan suratıma baktı. Dudaklarının kenarı alayla büküldü ve yine o aldırmaz tavırlarını takınana dek kısacık bir an için bocaladı. Sonra arka sıralardan birine gidip oturdu.
“Carrie,” dedi Bay Douglas. “Temel hareket denklemini söyleyebilir misin?”
Tanrı’ya şükür, geçen yıl denklemleri öğrenmiştik. Robot gibi anlatmaya başladım. “Beş X çarpı on Y eksi genelde N olarak bilinen rastgele bir tamsayı.”
“Doğru,” dedi Bay Douglas ve denklemi tahtaya yazıp gözlerini Sebastian’a dikti.
Kalp atışlarımın duyulmasını engellemek için elimi göğsüme bastırmıştım artık.
“Bay Kydd?” dedi, “acaba bana bu denklemin neyi temsil ettiğini söyleyebilir misiniz?”
Ani bir kararla utangaçlığı bir kenara bırakıp arkama döndüm.
Sebastian iskemlesine dayanmış, kalemini matematik kitabına vuruyordu. Gergin gülümseyişine bakılacak olursa ya cevabı bilmiyor, ya birinin ona böylesine aptalca bir soru sorabileceğine inanmak istemiyordu. “Sonsuzluğu ifade ediyor, efendim. Ancak bir kara delikte bulabileceğiniz türden bir sonsuzluğu.”
Sonra bana bakıp göz kırptı.
Vay canına! Kara delik, ha? Zaten o bakışlara başka ne isim verilebilirdi ki?
“Sebastian Kydd matematik sınıfımda,” diye fısıldadım, yemekhane sırasında Walt’un arkasına geçerek.
“Of, Carrie,” dedi Walt, gözlerini devirerek, “bari sen yapma. Okuldaki bütün kızlar Sebastian Kydddan sözediyor ve buna Maggie de dahil.”
Yemekte okulumuzun geleneksel pizzası vardı. Artık ne tip bir gizli tarifle yapılıyorsa tadı tıpkı kusmuk gibiydi. Üst üste duran tepsilerden birini çekip elmayla bir dilim limonlu turta aldım.
“Ama Maggie seninle çıkıyor.”
“Haklısın, ona bunu hatırlatsan iyi edersin.”
Her zamanki masamıza doğru yürüdük. Yemekhanenin diğer tarafında, meşrubat otomatlarının yanında okulun burnu havada tipleri oturuyordu. Son sınıfta olduğumuz için onların yakınındaki bir masaya el koyabilirdik. Ama Walt’la uzun zaman önce lisenin tıpkı Hindistan gibi olduğuna karar vermiştik. Burası kast sistemine kusursuz bir örnekti ve masamızı değiştirerek bunun bir parçası olmamaya yeminliydik. Ne yazık ki kimse bunun farkında değildi.
Çok geçmeden Fare yanımıza geldi. Walt’la asla onlar kadar iyi kıvıramadığım Latince hakkında konuşmaya başladılar. Sonra Maggie de bize katıldı. Maggie’yle Fare arkadaştı ama Fare, Maggie’yi aşırı duygusal bulduğu için ona fazla yaklaşmamayı tercih ederdi. Haklıydı kendince. Bense abartılı duygusal tipleri son derece ilginç buluyordum çünkü bunun insanı kendi sorunlarından uzaklaştırdığını saptamıştım. Maggie yine gözyaşlarına boğulmanın eşiğindeydi.
“Biraz önce yine revire çağrıldım. Hemşire ne dese beğenirsiniz? Kazağım vücut hatlarımı çok belli ediyormuş.” “İnsafsızlık etmiş,” dedim.
“Ne hale geldiğimi tahmin edersin herhalde?” dedi Maggie, Walt’la Fare’nin arasına sıkışırken. “Sırf laf sokmak için yaptı. Ona okulda belirli bir kıyafet yönetmeliği olmadığını ve herkesin istediğini giyebileceğini söyledim.” Fare benimle göz göze gelince kıs kıs güldü. Muhtemelen aynı şeyi hatırlamıştık. Maggie bir keresinde kız izci takımı üniforması çok kısa bulunduğu için eve yollanmıştı. Tamam, bu dediğim yedi yıl önce olmuştu ama bizimki kadar küçük bir kasabada yaşıyorsanız böyle olayları asla unutmazsınız.
“Eee, hemşire ne dedi?” diye sordum.
“Bu seferlik beni eve yollamayacağını ama bir daha beni bu kazakla görürse uzaklaştırma alacağımı…”
“Vay kaltak.”
“Bir kazak yüzünden ayrımcılık yapıyor, ha?”
“Ah, belki de onu okul idaresine şikayet etmeliyiz,” dedi Fare. “Okuldan atılsın da aklı başına gelsin, di mi ama?” Bunu alay etmek için mi söylemişti bilmiyorum ama ses tonu iğneleyiciydi. Maggie durur mu, hemen gözyaşlarına boğulup kızlar tuvaletine doğru koştu.
Walt bize baktı. “Evet, siz sürtüklerden hangisi peşinden gitmek ister?”
“Onu üzecek bir şey mi söyledim?” diye sordu Fare, masum bir ifadeyle.