Amerikalı genç kadın yazar V.C. Andrews, küçük yaşta geçirdiği hastalıktan ötürü ömür boyu üzerinde yaşayacağı tekerlekli sandalyesinde yazmaktan şikâyetçi olmadığını belirtiyor. Kitaplarının konusunu gerçek hayattan alıp almadığını soranlara cevap vermekten kaçınıyor…
***
FOXWORTH MALİKÂNESİ
Ve ancak yaşım elli ikiyi, Chris’inki de elli dördü bulduğu yaz, annemizin yıllar önce, ben on iki ve Chris on dört yaşındayken verdiği zenginliğe kavuşma sözü sonunda gerçekleşebildi.
Ve şimdi bir daha göreceğimi hiç sanmadığım, o görkemli kocaman yapının yine karşısındaydık. Eski Foxworth Malikânesinin tam bir kopyası sayılmazdı, ama yine de içimi ürpertmeye yetiyordu. Aslında enkaz halinde bırakılması gereken bu dev binanın, geçici de olsa, sahipleri olarak karşısında durabilmek bize nelere malolmuştu… Oysa bir zamanlar bu evde prens ve prenses gibi yaşayacağımıza, Kral Midas’ın dokunduğu her şeyi altın yapan eline -ama daha kontrollü olarak- sahip olacağımıza inanıyordum.
Ama böyle tatlı masallara inancımı yitireli çok oldu.
Belleğimde, kadife gibi lacivert gökyüzü ve büyülü ay ışığı altında, o serin yaz gecesi bu eve doğru yürüyüşümüz, daha dün olmuşçasına gözlerimin önünde canlandı. Bizi en iyi şeylerin beklediğini sanıyorduk, oysa en kötüsünü bulduk.
O sıralar çocuktuk, saftık, annemize güveniyor, ona tapıyorduk. Karanlık, biraz da ürkütücü o gece annemiz Chris’le beni ve beş yaşındaki ikizlerini Foxworth Malikânesi denilen yere, peşine takmış götürürken, bundan sonraki günlerimizin mutluluk ve zenginlik içinde geçeceğine inanıyorduk.
Öylesine körü körüne peşine takılıp gitmiştik ki…
Yukarıdaki loş ve kasvetli odada kilit altında yaşarken, tozlu küflü çatıda oynarken, annemizin Foxworth Malikânesi ve tüm zenginliğinin bir gün bizim olacağı vaadine sıkı sıkıya sarılmıştık. Ne çare ki, onun tüm vaadlerine karşın, duygusuz ve acımasız bir büyükbabanın kalbi, dört körpe ve umut dolu kalbin yaşamasına engel olmak istercesine çarptı durdu ve biz de bekledik… tam upuzun üç yıl bekledik ve sonunda da annemiz sözünde durmadı.
Annemiz ölene ve vasiyet okunana dek Foxworth Malikânesinin kontrolü elimize geçmedi. Vasiyetnamesinde malikâneyi benim onun ikinci kocasından olma çocuğuma, yani en gözde torunu Bart’a bırakıyordu. Yalnız Bart yirmi beşine gelene dek Chris ona vasilik edecekti.
Annem bizi bulmak için Califomia’ya taşınmadan önce malikânenin yeniden yapılmasını emretmişti, ama yeni bina ancak onun ölümünden sonra bitirilebilmişti.
Malikâne on beş yıl boyunca bakıcıların elinde boş durmuş, yasal işlemler avukatlarca yürütülerek çıkan sorunlar mektup ya da telefonla Chris’e iletilmişti. Ev boştu, mahzun bekliyordu, belki de Bart’in orada yaşamaya karar vereceği günü bekliyordu ve bunun bir gün olacağını hepimiz biliyorduk. Şimdiyse Bart, kısa bir süre için, kendisi gelip devralana dek evi bize sunuyordu.
Her cazip önerinin ardında bir bityeniği olduğunu uyarıyordu daima kuşkucu olan aklım. Bizi bir kez daha tuzağa düşürecek çekiciliği hissediyordum. Yoksa Chris’le bunca yolu eli boş dönmek için mi gelmiştik?
Bu kez ne bekliyordu bizi?
Hayır, hayır, bu yalnızca benim kuşkucu yaratılışımın aklımı bulandırmasıydı. Lekesiz, saf altın vardı elimizde… buna sahiptik ve inanmalıydık. Gene bitmişti artık ve gün bizim günümüzdü, gerçekleşen düşlerin aydınlığı etrafımızı sarmıştı.
Yine içinde yaşama amacıyla bu evin önünde bulunduğumuzu düşünmek, bir an o tanıdık acılığı getirdi ağzıma. Tüm hevesim söndü ve uykudan uyanınca yokolmayacak bir kâbusun ürküntüsü doldurdu içimi.
Bu duyguyu içimden atarak Chris’e gülümsedim, elini sıktım ve yeniden inşa edilen Foxworth Malikânesine gözlerimi çevirdim. Tüm haşmeti, dev boyutları, gözkapaklarını andıran kara kepenkli sayısız penceresi ve gizemli görünümüyle bizi yine sindirmek ister gibiydi. Çoğu otelden daha büyük, muazzam bir T biçiminde dört bir yana uzanıyordu.
Gül pembesi tuğlayla örülmüştü ve ön cephedeki zarif geniş revak dört dev beyaz korint sütunun üzerine oturtulmuştu. Çift kanatlı büyük siyah kapının üzeri renkli camla kaplıydı. İri pirinç anahtar plakaları, siyah kapıları süsleyerek görünüşlerindeki ciddiyeti hafifletmişti.
Bu görünüm, eğer güneş birden kara bir bulutun ardında kalmasaydı, neşemi yerine getirebilirdi. Başımı kaldırıp kapanan ve yağmurla fıırtınanın başlayacağını haber veren gökyüzüne baktım. Çok geçmeden sertleşen rüzgârla korudaki ağaçlar sallanmaya, uyarıyı alan kuşlar bir sığınak için havalanmaya başladılar. Az sonra da tertemiz çim alanlar düşen yapraklar ve kırılan dallarla kaplandı. O sırada belli bir düzen içinde ekilmiş çiçekler acımasızca kamçılanıyordu.
İçim titredi. Söyle, Christopher Bebek, her şeyin yolunda gideceğini yine söyle, çünkü güneşin gittiğine ve fırtınanın yaklaştığına gerçekten inanmak istemiyorum.
Chris de göğe bakıyordu. Kaygımın ve ikinci oğlum Bart’a verdiğim söze karşın, bu işe kalkışmakta gönülsüz oluşumun farkındaydı. Yedi yıl önce oğlumun psikiyatristleri tedavinin başarılı geçtiğini ve Bart’ın artık tam anlamıyla normale döndüğünü ve bundan böyle sürekli terapiye gerek duymaksızın yaşamını sürdürebileceğini söylemişlerdi.
Chris beni yatıştırmak amacıyla kolunu omzuma doladı ve yanağımı hafifçe öptü. «Hepimiz için iyi olacak. Bundan eminim. Artık yukarı odada tutsak, büyüklerin boyunduruğu altındaki Dresden Bebekleri değiliz. Yetişkin birer kişiyiz ve kendi yaşamımıza egemeniz. Bart vasiyetnamenin belirttiği yaşa gelene dek sen ve ben bu yerin sahibiyiz. Marin County, California’dan Dr. ve Bayan Christopher Sheffield. Ve Kimse ikimizin üvey kardeş olduğunu bilmeyecek. Gerçekten Foxworth’lann soyundan geldiğimizden bile kuşku duyulmayacak. Tüm zorlukları geride bıraktık. Cathy, bu bizim için bir fırsat. Bize, çocuklarımıza, özellikle Bart’a yapılan kötülükleri ve zararı onarabiliriz. Bu yeri, Malcolm gibi katı ve acımasızca değil, anlayış ve sevecenlikle yöneteceğiz.»
Chris’in omzuma dolanmış ve beni sıkıca kendisine yapıştıran kolundan güç alarak eve yeni bir gözle baktım. Güzeldi. Bart’in hatırına, onun yirmi beşinci doğum gününe dek burada kalacak, sonra Cindy’i de alarak hep düşlediğimiz, deniz ve beyaz kumsalların olduğu yere, Hawaii’ye gidecektik. Evet, böyle olacaktı. Böyle olması gerekirdi. Gülümseyerek Chris’e baktım. «Haklısın. Artık ne bu evden, ne de başka bir yerden korkuyorum.» Gülerek kolunu belime indirdi ve beni ileri doğru hafifçe itti.
Büyük oğlum Jory liseyi bitirdikten sonra New York’taki büyükannesi Madam Marisha’nın yanına gitmişti. Orada büyükannesinin bale topluluğunda çalışmaya başlamış ve çok geçmeden eleştirmenlerce farkedilerek önemli rollere getirilmişti. Çocukluk aşkı Melodie de onunla birlikte olmak için New York’a uçmakta gecikmemişti.
Jory yirmi yaşına geldiğinde, kendinden bir yaş küçük olan Melodie’yle evlendi. Genç çift zirveye tırmanmak için var-güçleriyle çabaladılar ve sonunda ülkenin en tanınmış bale çifti oldular. Sanki birbirlerinin akıllarından geçenleri okuyormuş-çasına, aralarında inanılmaz bir uyum sağlamışlardı. Beş yıl boyunca başarıdan başarıya koştular, her gösterileri halk ve eleştirmenlerce övgüyle söz edildi. Televizyon gösterileriyse, daha büyük hayran kitlesi toplamalarını sağladı.
Madam Marisha iki yıl öncesi uykusunda öldü. Seksen yedi yaşına dek yaşamış ve son gününe kadar çalışmış olması avuntumuzdu.
İkinci oğlum Bart silik bir çocukken, sanki sihirli bir değnek değmişçesine, on yedisinde birden okulunun en parlak öğrencisi oluverdi. Bart’ın kabuğundan çıkmasının ve okumaya ilgi duymasının nedenini, Jory’nin yokluğuna yormuştum o sıralar. Ve iki gün önce Bart, Harvard Hukuk Fakültesinden mezun olurken törende sınıfı adına konuşmayı yapan öğrenciydi.
Melodie, Jory’le Boston’da buluşup Harvard Hukuk Fakültesinin kocaman anfisinde Bart’ın diploma alışını izlerken, aile bireylerimizden yalnızca manevi kızım Cindy orada değildi. Güney Carolina’da yakın bir arkadaşının evinde kalmayı yeğlemişti. Bart’ın hiç hak etmediği halde kendisine yaklaşmak ve dostluğunu kazanmak için elinden geleni yapan kıza karşı düşmanlığını sürdüreceği kesindi ve benim için çok acıydı bu. Daha da acısı, Cindy’nin de onu kutlamaya gelmeyecek kadar Bart’tan soğumuş olmasıydı.
«Hayır!» diye bağırmıştı kız telefonda. «Bana davetiye yollamış olması umurumda değil! Sırf bunu hava atmak için yapmıştır. İsterse adının önüne bir düzine unvan koydursun, ona ne hayranlık duyarım, ne de onu sevebilirim… bana yaptıklarından sonra. Jory ve Melodie’ye neden gelmediğimi açıkla, gücenmesinler. Ama Bart’a bir şey demen gerekmez. O anlar.»
Chris ve Jory’nin arasında, evde ağzından laf alamadığımız oğlumun sınıfı adına yaptığı veda konuşmasını nerdeyse ağzım açık dinlemiştim. Coşkulu, içten sözleriyle dinleyicileri âdeta büyülemişti. Chris gururdan kabına sığmaz bir haldeydi.
«Vay canına, kim derdi böyle olacağını? Müthiş, Cathy. Onunla gurur duymuyor musun? Ben duyuyorum.» Ah, evet, kuşkusuz Bart’ı orada görmekten gurur duyuyordum. Yine de kürsüdeki Bart’ın evdeki Bart olmadığını biliyordum. Belki de artık tehlikeyi tümüyle atlatmış, tam anlamıyla normaldi… doktorları da öyle demişti ya.
Öte yandan onda doktorların sandıkları kadar olumlu değişim olmadığını gösteren ufak belirtiler algılıyordum. Tören sonrası ayrılmamızdan önce, «Orada olmalısın, anne,» demişti bana. Chris’in de olması için tek kelime yok. «Törende olman benim için çok önemli.»
Chris’in adını söylemek Bart’a her zaman zor gelmişti. «Jory’le eşini de çağırırız ve tabii Cindy’i de.» Kızın adını söylerken yüz hatları gerilmişti. Manevi kızım kadar tatlı ve güzel bir kıza nasıl bu denli nefret duyulabilir, aklım almıyordu. Eğer Cindy benim canımdan, Chris’in kanından olsa bundan fazla sevemezdim. Hem bir bakıma, iki yaşında bize geldiğinden beri, gerçek anlamda bizim diyebileceğimiz tek çocuğumuz oydu.
Cindy şimdi on altısındaydı ve benim o yaşta olduğumdan çok daha fazla serpilmişti. Ama benim gibi yoksunluk çekmemişti ki… Tutsak dört çocuk olan bizlerden esirgenen temiz hava ve güneş, onun gıdası olmuştu. İyi besin, idmanlar… gerekli her şeyin en iyisine sahip olmuştu. Bizse en kötüsüne.
Chris evin önünde bütün gün böyle durup sağanağın bizi sırılsıklam etmesini mi beklediğimizi sordu ve beni kolumdan tutarak peşine taktı.
Gök gürülder ve şimşekler çakarken malikânenin kocaman revaklı kapısına doğru ilerlemeye başladık.
«Şu günün tadını bozacak şeyler düşünmeyi bırak artık lütfen, Cathy. Gözlerinden okuyorum bunu. Sana söz veriyorum, Bart bu evi devralır almaz buradan ayrılıp Hawaii’ye uçacağız. Eğer bu ara bir kasırga gelir de evi havaya uçurursa, bil ki, bu senin böyle bir uğursuzluk beklediğin için olacaktır.»
Sözleri beni güldürmüştü. «Yanardağını unutma,» dedim kıkırdayarak. «Kızgın lavlar altında bırakabilir bizi.» Chris güldü ve kalçama bir şaplak attı.
«Tamam, kes artık. Ağustosun on beşinde bir bakacağız, Hawaii’ye giden uçaktayız… ama bire yüz bahse girerim, yine o sıra ya Jory için endişeleneceksin ya da Bart’ın yalnız başına bu evde ne yaptığını düşünüyor olacaksın.»
Ve o an unuttuğum bir şey aklıma geldi. Bart malikânenin içinde bizi bir sürprizin beklediğini söylemişti. Söylerken de bir garip bakmıştı.
«Anne, gözlerine inanamayacaksın onu…» Sözünü tamamlamaktan vazgeçip huzursuzca gülümsemişti. «Her yaz eve gidip kontrol ettim, her şeyi gözden geçirdim. Dekoratörlere her şeyin eskisi gibi olması için emir verdim, benim çalışma odam dışında. Orasının modern ve gerek duyacağım her türlü elektronik donanıma sahip olmasını istiyorum. Ama… eğer dilersen, evin şirin olması için bazı şeyler yaptırabilirim.» Şirin? Böyle bir ev nasıl şirin olabilir? İnsanı nasıl yutup tutsak ettiğini bir ben bilirim. Pirinç plakaları hanedan armala-rıyla işlemeli siyah kapılara yaklaşırken, ince topuklarımın tıkırtıları ve Chris’in ökçelerinden çıkan tok sesler hepten sinirlerimi bozuyordu. Her iki kapıdaki kocaman pirinç tokmakların aralarında zorlukla farkedilebilen bir düğme vardı. İçerde bir yerde zili çalıyor olmalıydı.
«Eminim bu evde gerçek tarihi Virginia evlerini iğrendirecek kadar elektronik donanım vardır,» diye fısıldadı Chris.
Kuşkusuz haklıydı.
Bart’ın geçmişe sevgisi vardı, ama geleceğe âşıktı. Onun satın almadığı hiçbir elektronik aygıt yoktu.
Chris, Boston’dan ayrılmadan önce Bart’ın bana verdiği evin anahtarını cebinden çıkardı ve kocaman pirinç anahtarı deliğe sokarken benden yana bakıp gülümsedi. Daha kiliti çevirmeden, kapı kendiliğinden sessizce açıldı.
Ürkerek bir adım geri sıçradım.
Chris beni tekrar öne doğru çekerken, kapıda buyur edercesine duran yaşlı adamı başıyla selamladı.
«İçeri buyrun,» dedi adam cılız, boğuk bir sesle, bir yandan da bizi süzüyordu. «Oğlunuz telefonla arayıp sizi beklememi söyledi. Yardımcınızım… da denilebilir.»
Öne doğru eğilmiş haliyle sanki tepeye tırmanan birini andıran zayıf yaşlı adama baktım. Saçları ne griydi, ne sarı, ikisinin karışımı soluk bir renkti. Uçuk mavi sulu gözleri çukura kaçmıştı. Avutları çökük, sanki yıllarca cefa çekmiş gibiydi. Ama bir şey vardı onda… tanıdık bir şey.
Kurşun gibi ağırlaşmış bacaklarım bir türlü içeri girmek istemiyordu. Sert rüzgâr beyaz yazlık elbisemi kalçalarıma doğru uçururken, Foxworth Malikânesinin büyük girişine adımımı attım.
Chris hemen yanı basımdaydı. Elimi bırakıp kolunu omzuma koydu. «Ben Dr. Christopher Sheffield ve eşim,» diye tanıttı, kendimizi nazikçe, «Ya siz?»
Yaşlı adam Chris’in güçlü, yanık tenli eliyle tokalaşmak için isteksiz gibiydi, ince, yaşlı dudakları çarpık, alaylı bir şekilde kıvrılırken, bir kaşı da kalktı. «Sizinle tanışmak bir zevk, Dr. Sheffield…»
Gözlerimi bu yaşlı adamın sulu mavi gözlerinden ayıramı-yordum. Gülüşünde, yol yol grileşmiş seyrek saçlarında, siyah kirpikli gözlerinde bir şey… Baba!
Bu yaşa dek yaşamış ve büyük acılar çekmiş olsa, babamın da görünüşü ancak böyle olurdu.
Babam, gençliğimin neşe kaynağı, sevgili, yakışıklı babam. Onu bir daha görebilmek için ne dualar etmiştim.
Ancak Chris yaşlı eli sıkıca kavradıktan sonra, yaşlı adam bize kendini tanıttı. «Yıllar önce kaybolan dayınız. Tam elli yedi yıl önce İsviçre Alpleri’nde kaybolduğu sanılan dayınız.»
JOEL FOXWORTH
İkimizin de yüzünde beliren şaşkınlığa bir özür olarak, Chris hemen uygun sözcüklerle durumu açıklamaya çalıştı. «Karımı gerçekten şaşırttınız,» dedi nazikçe. «Biliyorsunuz, kendisinin kızlık soyadı Foxworth’du… ve şu ana dek anne tarafından tüm büyüklerinin öldüğünü sanıyordu.»
Belli belirsiz çarpık gülücüklerden sonra, Joel Dayı’nın yüzü dindar, temiz bir ifadeye büründü. «Anlıyorum,» dedi yaşlı adam hışırtılı, ölgün bir sesle.
Joel’in sulu gök mavisi gözlerinin derinliklerinde gölgeler, bulanık karaltılar oynaşıyordu. Chris’e daha bunu söylemeden onun nasıl karşılık vereceğini tahmin edebiliyordum. Yine hayal gücümün fazla mesai yaptığını söyleyeceği kesindi.
Gölge yok, karaltı yok… onları yalnızca kendim yaratıyorum.
Annemin ölmüş iki ağabeyinden biri olduğunu söyleyen bu yaşlı adama duyduğum kuşkulardan kurtulmak için gözlerimi ve ilgimi eskiden balo salonu olarak kullanılan fuayeye çevirdim. Dışarıda rüzgârın daha da sertleştiğini, gök gürlemele-rinin iyice yaklaştığını duyuyordum.
Ah, nasıl unuttum, daha on iki yaşında, gözlerim yağan yağmurda, o adamla bu salonda dans edişimi düşlediğim günü… ve gün gelecek annemin ikinci kocası olan bu adam, daha sonra da benim ikinci çocuğum, Bart’ın babası olacaktı.
Ne saftım, nasıl inancım vardı dünyanın güzel ve iyilik dolu olduğuna…
Chris’le birlikte Avrupa’yı, Mısır’ı, Hindistan’ı ve daha nice yeri gezip gördükten sonra, çocukken beni büyüleyen bu salonun artık gözümde büyüsünü yitirmiş olması gerekirdi, oysa şu an, on iki yaşımda olduğundan iki misli daha etkileyici ve görkemli geliyordu bana.
İşin acı yanı, hâlâ heyecanlanabilmek! Kalbim sıkışarak, karşı koyamadığım bir hayranlık ve şu huşu içinde çervemi seyrediyordum. Salonu süsleyen yaklaşık beş metre çapındaki kristal ve altından yapılma üç avize yedi kattı. Ya eskiden kaç kattı? Beş? Üç? Bilemiyorum. Duvarları çepeçevre dolanan altın yaldız çerçeveli dev aynalara XIV Louis möbleleri yansımıştı.
Böyle olmamalıydı! Anımsanan şeyler beklentileri doğrula-mamalıydı. Bu ikinci Foxworth Malikânesi niye beni ilkinden bile çok heyecanlandırıyordu?
Sonra gözüme bir şey ilişti… göreceğimi ummadığım bir şey.
Kırmızı ve beyaz damalı geniş mermer panonun her iki yanından kıvrılarak yükselen ikili merdiven. Aynı merdiven değil miydi bu? Kazınmış, parlatılmış, ama yine de aynısı? Fox-worth Malikânesinin yanışını kül ve duman olana dek seyret-memiş miydim? Yalnızca sekiz baca ayakta kalmıştı. Demek ki, mermer merdivene de bir şey olmamıştı. Zorlukla yutkundum. Bu evi yeni, yepyeni istemiştim… eskiden kalan hiçbir şey olmamalıydı.
Joel’in gözleri üzerimdeydi. Bu da yüzümün, neler hissettiğimi Chris’inkinden çok daha fazla açığa vurduğunu gösteriyordu. Gözlerimiz buluştuğunda, Joel hemen bakışlarını kaçırıp kendisini izlememizi isteyen bir hareket yaptı. Daha sonra Joel’in peşinde birbirinden güzel birinci kat odalarını gezdiğimizde, ben sağır ve dilsiz gibi ağzımı açmazken, Chris tüm soruları sordu. Sonunda bir salonda oturduk ve Joel öyküsünü anlatmaya başladı.
Gezintimiz sırasında girdiğimiz koca mutfakta, Joel öğle yemeği niyetine bize aleminüt bir şeyler hazırlamış, Chris’in yardım önerisini geri çevirerek çay ve ufak sandviçler koyduğu tepsiyi kendisi taşımıştı, iştahım yoktu, ama böyle olması da doğaldı. Oysa Chris aç kurtlar gibi saldırıp birkaç dakika içinde sandviçlerin beş, altısını mideye indirmiş, Joel çayını tazelerken bir yenisine uzanıyordu. Aklım Joel’in anlatacağı hikâyede, lezzetsiz sandviçlerden birini yiyip sıcak ve koyu çaydan bir, iki yudum aldım.
Sesi sanki soğuk almış, zorlukla konuşuyormuş gibi hımhımdı. Ama hep bilmek istediğim annemin çocukluğu, büyükbabam ve büyükannem hakkında konuşmaya başlayınca, ses tonunun tatsızlığını unuttum. Ve ancak babasından ne denli nefret ettiğini anladıktan sonra ona ısınmaya başladım.
«Babanıza ilk adıyla mı hitap ederdiniz?» Öyküsünü anlatmaya başlayalı beri ilk kez soru soruyordum ve sanki Malcolm buralarda bir yerdeymiş de, duyacakmış gibi sesim ürkek bir fısıltı halinde çıkmıştı.
İnce dudakları alaycı bir biçimde kıvrıldı. «Elbette. Ağabeyim Mel benden dört yaş büyüktü ve kendi aramızda babamızdan ilk adıyla söz ederdik, ama asla onun huzurunda değil. Buna cesaret edemezdik. Ona ‘baba’ da demezdik, bu komik olurdu, çünkü gerçek bir baba değildi. Baba dememiz aramızda sıcak bir ilişkinin olduğu anlamına gelirdi, oysa böyle bir şey yoktu, olmasını da istemiyorduk. Ancak çok zorunlu olduğunda ‘baba’ derdik ona. Aslında ikimiz de onun kulağından ve gözünden uzak durmaya çalışırdık. Evde olduğunda ortadan kaybolurduk. İşlerinin çoğunu yürüttüğü kentte bir bürosu ve evde de bir çalışma odası vardı. Bize bir barikat gibi görünen kocaman masasının ardında çalışır dururdu. Evde olduğu zamanlar bile kendini uzakta ve ulaşılmaz yapmayı başarırdı. Hiçbir zaman boş olmazdı, her zaman yapacak bir işi ya da telefon görüşmesi bulunurdu. Annemle de pek konuşmazdı, ama annem buna aldırmaz görünürdü. Ara sıra babamızın küçük kız kardeşimizi kucağına almış olduğunu görürdük ve onları gizlice seyrederken yüreğimizde bir eziklik duyardık.
«Niye Corrine’i o denli kıskandığımızı aramızda konuşurduk daha sonra, çünkü kız kardeşimiz de bizim kadar şiddetle cezalandırılırdı. Ama babamız onu ne zaman cezalandırsa, sonradan hep pişmanlık duyardı. Azarlanma, dövme ya çatıya kapatma gibi cezalardan sonra, Corrine’in gönlünü almak için ya değerli bir takı ya da oyuncak bir bebek getirirdi. Corrine’in küçük bir kızın sahip olabileceği her şeyi vardı… ama yanlış bir şey yaptığında, babam onun en çok sevdiği şeyi alır ve hamisi olduğu kiliseye verirdi. Corrine ağlar, yalvarıp yakararak onu yumuşatmaya çalışırdı. Yumuşatırdı da, çünkü babam onu affetmeye istekli olurdu.
«Oysa Mel’le ben gönül alıcı hediyeler için sızlandığımızda, babam bize sırtını döner ve çocuk gibi değil, adam gibi davranmamızı söylerdi. Annenizin istediği şeyi elde etmek için babamızı kandırmayı çok iyi bildiğini düşünürdük. Bizse bunun yolunu, şirin ya da kurnaz olmasını bilemiyorduk.»
Annemin çocukken bu güzel ama lanetli evde koşuşturmasını gözümde canlandırabiliyordum. Dilediği her türlü lüks ve pahalı şeylere sahip olmaya o zamandan alışmıştı. Daha sonraları orta halli geliri olan babamla evlendiğinde de, aldığı şeylerin parasını düşünmeyi hiç aklına getirmemişti.
Joel konuşmasını sürdürürken gözlerim irileşmiş, onu can kulağıyla dinliyordum. «Corrine’le annem birbirinden hiç hoşlanmazlardı. Büyüdükçe anladık ki, annemiz öz kızının güzelliğini, istediği erkeği parmağında oynatacak alımını kıskanıyordu. Erkek kardeşleri olarak bizler bile onun gücünün farkındaydık.» Joel ince, soluk tenli ellerini bacaklarının üzerine koydu. Kırışık, boğum boğum ama hâlâ zariftiler. «Tüm bu gördüğünüz ihtişam ve güzelliklerin yanı sıra… Malcolm’un zincirlerinden kurtulmak için mücadele veren, acı çeken tüm bir ev halkını gözünüzde canlandırın. Kendi ailesinden yüklü bir mirası olan annemiz bile Malcolm’un sıkı gözetimi altındaydı.
«Mel nefret ettiği ve Malcolm’un zoruyla girdiği banka işinden kurtulmak için çareyi motoruna atlayıp kaçmakta buldu ve bir zamanlar ikimizin birlikte yaptığı dağlar arasındaki kulübeye gitti. Oraya kız arkadaşlarımızı davet eder, Malcolm’un boyunduruğundan uzakta, onun hoşlanmayacağı her şeyi yapardı. «Mel korkunç bir yaz günü bir uçurumdan aşağı uçtu, cesedini uçurumun dibinden kazımak zorunda kaldılar. Daha yirmi bir yaşındaydı. Bense on yedi. Onun ölümünden sonra kendimi yapayalnız hissettim, yarı ölü gibiydim. Mel’in cenaze töreninden sonra babam bana ağabeyimin yerini almam gerektiğini ve para dünyasını öğrenmem için bankalarından birinde çalışacağımı söyledi. Bileklerini kes dese daha iyiydi. Ve o akşam evden kaçtım.»
Konuşmasını kesen Joel anılarının içinde dalmış gitmiş, bizi unutmuş gibiydi.
«Nereye gittiniz?» diye sordu Chris, çay fincanını sehpaya koyup bacak bacak üstüne atarken. «On yedi yaşında bir çocuk için zor olmalı…»
Joel bu âna döndü, yeniden kendini nefret ettiği evin içinde bulmaktan ürkmüş gibiydi. «Kolay değildi. Elimden bir şey gelmiyordu, yalnızca müziğe yeteneğim vardı. Bir şilep bulup Fransa’ya gittim, parasını da güverte de çalışarak ödedim. Ömrümde ilk kez ellerim şişmiş, berelenmişti. Fransa’ya geldiğimde, haftalığı birkaç franka bir gece kulübünde çalışmaya başladım. Ama uzun gecelerden bıkıp isviçre’ye geçtim. Kafamda tüm dünyayı görmek ve hiçbir zaman eve geri dönmemek düşüncesi vardı, italyan sınırına yakın bir yerde, ufak bir isviçre otelinde müzisyen olarak iş buldum ve çok geçmeden de kayak partilerine katılmaya başladım. Boş zamanımın çoğunu kayarak, yazın da bisiklete binerek, otostop yaparak geçiriyordum. Bir gün arkadaşlarım yüksek bir zirveden kayakla inmek için kendilerine katılmamı teklif ettiler. Oldukça tehlikeli bir iniş olacaktı bu. Daha sonra inişe geçtiğimizde, önümde güle oynaya kayan dört arkadaşım kontrolümü kaybedip bir yarıktan aşağı düştüğümü farketmediler. Bir bacağım kırılmıştı. Orada acı içinde kıvranarak bir buçuk gün kaldım, sonunda eşekleriyle oradan geçen iki keşiş benim cılız bağrışlarımı duydular. Açlık ve acıdan kendimi bilmez haldeydim ve beni nasıl kurtardıklarını anımsamıyorum, ama kendime geldiğimde onların manastırındaydım ve temiz; sevgi dolu yüzler bana gülümsüyordu. Manastırları Alpler’in İtalya yakasındaydı ve ben tek kelime İtalyanca bilmiyordum. Kırık ayağım iyileşirken bana Latince öğrettiler ve o az buçuk sanatçı yönümden duvar resmi, elyazması kitabeleri işlemede yararlandılar. Ara sıra orglarını çalıyordum. Ayağım iyileşip yürümeye başladığımda, onların sakin yaşamını, bana verdikleri işi ve tekdüze, dualarla geçen günlerini sevdiğimi anladım ve orada kaldım. Sonunda dağların tepesinde, o manastırda huzur bulmuştum.»
Öyküsü bitmişti. Chris’e baktı, sonra soluk ama içi yanan gözlerini bana dikti.
Onun delici bakışlarına renk vermeden karşı durmaya çalıştım. Çok sevdiğim babamı andırmasına ve ondan hoşlanmamak için hiçbir nedenim bulunmamasına karşın, yine de onu sevememiştim. Korku ve kaygımın nedeni, onun Chris’le üvey kardeş olduğumuzu bilmesinden kuşku duymam olabilirdi. Acaba Bart ona bizden söz etmiş miydi? Chris’in Foxworth’lara ne kadar benzediğini farketmiş miydi? Daha şimdiden inandırılması gerekenin Chris değil, ben olduğumu anlamıştı bile…
«Niye geri döndünüz?» diye sordu Chris. Joel yine gülümsemeye çalıştı. «Bir gün Amerikalı bir gazeteci gelip günümüzde bir keşiş olarak yaşamanın nasıl bir şey olduğu hakkında bir röportaj yapmak istediğini söyledi. Manastırda İngilizce bilen tek kişi ben olduğumdan onlar adına konuştum. Gazeteciye laf arasında Virginia’dan Foxworth’ lan tanıyıp tanımadığını sordum. Malcolm’un muazzam bir servetin sahibi olması ve politikayla uğraşması yüzünden, onu tanıdı. Ancak o zaman onun ve annemin öldüğünü öğrenebildim. Gazeteci gittikten sonra, bu malikâneyi ve kız kardeşimi düşünmekten kendimi alıkoyamadım ve sonunda bir gün eve geri dönmeyi, kız kardeşimle görüşüp konuşmayı istediğimi anladım. Gazeteci onun evli olup olmadığını söylememişti. Bunu ve malikânenin bir yılbaşı gecesi yanışını, kız kardeşimin bir akıl hastanesine konuşunu ve ona kalan muazzam mirası, ancak bir yıl öncesi kasabaya geldikten ve bir motele yerleştikten sonra öğrenebildim. Ve geri kalanını da o yaz Bart buraya gelince anlattı… kız kardeşimin ölümünü, mirasın ona kalışını.»
Gözlerini alçakgönüllülükle yere indirdi. «Bart çok iyi bir genç. Onunla birlikte olmak hoşuma gidiyor. O gelmeden önce, buraya sık sık gelir bakıcıyla konuşurdum. Bana Bart’dan, onun inşaatçı ve dekoratörlerle konuşmak için sık sık gelişinden ve evin eskisi gibi olması için nasıl uğraştığından söz ederdi. Bir gelişinde Bart’ı yakalamaya çalıştım. Sonunda onunla konuşabildim ve kendimi tanıttım. Buna çok sevinmiş göründü… İşte hepsi bu.»
Acaba? Aklında olanı okumaya çalışıyordum. Malcolm’un servetinden kendi payını almak için gelmiş olamaz mıydı? Annemin vasiyetini bozarak kendine bir pay çıkarabilir miydi? Eğer öyleyse, Bart onun sağ olmasını niye sevinçle karşılamıştı?
Düşüncelerimi kendime saklayıp ağzımı açmadım. Joel de derin bir sessizliğe gömülmüştü. Chris ayağa kalktı. «Bizim için çok yoğun bir gün oldu, Joel. Eşim çok yoruldu. Bize odalarımızı gösterir misin? Biraz dinlenelim de kendimize gelelim.»
Joel birden ayağa kalkıp kötü bir evsahibi olduğu için özür diledi ve merdivenlere doğru yolu gösterdi.
«Bart’ı tekrar görmekten mutlu olacağım. Bu evde bana bir oda verme cömertliğini gösterdi. Ama bu odaların hepsi bana anne ve babamı anımsatıyor. Benim odam garajın üstünde, hizmetkârlar bölümünün yanında.» Tam o sıra telefon çaldı. Joel almacı bana uzattı. «Büyük oğlunuz New York’tan arıyor,» dedi o tutuk sesiyle. «Eğer ikiniz de konuşmak isterseniz, ilk salondaki telefonu kullanabilirsiniz.»
Jory’le konuşmaya başladığımda, Chris de öteki telefona seğirtmişti. Oğlumun şen sesi içimdeki sıkıntıyı biraz olsun dağıttı. «Anne, baba, önümüzdeki günlere ait sözleşmelerimizi iptal etmeyi başardık ve Mel’le ben sizinle birlikte olabileceğiz. İkimiz de yorgunluktan ölüyoruz ve iyi bir tatile ihtiyacımız var. Ayrıca onca sözü edilen o ünlü evi de görmek isteriz. Aslının gerçekten aynısı mı?»
Ah, evet, gereğinden de fazla. Jory ve Melodie’nin geleceğini öğrenmek beni sevince boğmuştu. Bart’la Cindy de geçince yine tam bir aile olacaktık, aynı çatı altında… uzun zamandır tatmadığım bir şeydi bu.
«Yo, hayır, çalışmalarımıza bir süre ara vermemizin bir sakıncası yok,» diye yanıtladı sorumu. Jory neşeyle, «Çok yoruldum. İnan kemiklerim sızlıyor. İkimizin de iyice bir dinlenmesi gerek… ve size haberlerimiz var.»
Bu konuda daha fazla konuşmayacağı belliydi.
Telefonu kapadıktan sonra Chris’le birbirimize gülümse-dik. Joel bizi yalnız bırakmak için ortalıktan kaybolmuştu, şimdi yeniden belirip bir Fransız stili masanın etrafında dolanarak Bart’ın benim için düşündüğü odanın takımlarından söz etmeye başladı. Gözlerini benden ayırarak Chris’ten yana baktı. «Ve tabii sizin için de, Dr. Sheffield.»
Joel’in sulu gözleri sanki hoşuna gidecek bir şey bulmak istercesine yüzümü inceliyordu.
Chris’in koluna girerek bizi yukarıya, ikinci kata, o tozlu, küflü tavanarasının yarı karanlığında Chris’le aramızdaki o güzel ve günahkâr aşkın filizlendiği yere çıkaracak merdivenlere cesaretle baktım.
ANILAR
Merdivenlerden yukarı çıkarken bir an durup, gözümden kaçmış bir şeyi görmeyi umarak aşağı salona baktım. Joel’in öyküsünü dinlerken de, yeterince görememişcesine her şeyi yeni baştan tek tek gözden geçirip durmuştum. Oturduğumuz salondan dev aynalarla kaplı fuayeyi ve içindeki zarif Fransız takımlarını rahatlıkla görebiliyordum. Öbek öbek yerleştirilmiş möbleler de salonun ağırbaşlı havasını bozmaya yetmemişti. Cilalana cilalana ayna gibi parıldayan mermer döşemede, parmaklarımın ucunda kendimden geçene dek çılgınca dans etmek için dayanılmaz bir istek duymuştum içimde…
Sabırsızlanan Chris beni kolumdan çeke çeke sonunda merdivenin başına getirebildi, ama oradan da aşağıdaki balo salonuna bir kez daha bakmadan edemedim.
«Cathy, anılar mı yine?» diye fısıldadı kulağıma Chris, «Artık geçmişi unutup ileriye bakmamızın zamanı gelmedi mi? Hadi gel, çok yorgun olduğunu biliyorum.»
Anılar… hepsi birden üstüme çullanmıştı. Cory, Carrie, Bartholomew Winslow… tümü çevremde dolanıyor, fısıldaşı-yorlardı. Gözüm Joel’e kaydı. Ona Joel Dayı dememizi istememişti. Bu ayrıcalığı çocuklarıma saklıyordu.
Malcom’a benziyor olmalıydı, yalnızca gözıer «anı» odasında gördüğümüz o gerçek boyutlu resimdekilerden daha yumuşak, daha az deliciydi. Tüm mavi gözlerin zalim ve kalpsiz olmadıklarını kendi kendime yineledim. Kuşkusuz bunu en iyi ben bilirdim.
Karşımdaki yaşlı yüzü dikkatli inceleyince, hâlâ gençliğinden bazı izler taşıdığını farkettim. Bir zamanlar sarışın olması gereken bir adam ve babamınkine çok benzeyen bir yüz. Bunu görmek beni rahatlattı ve öne doğru bir adım atıp onu kucaklamak için kendimi zorladım. «Eve hoşgeldin, Joel.»
Kollarımın arasındaki ince vücut soğuk ve kırılacak gibiydi. Dudaklarımı hafifçe değdirebildiğim yanağı kupkuruydu. Dudaklarımın dokunuşu onu kirletmişcesine irkilerek silkindi. Ben de geriye sıçramıştım. Aramızdaki soğukluğu kaldırmak için yaptığım atılımın pişmanlığı içindeydim. Bir evlilik belgesi olmaksızın karşı cinse dokunmak bir Foxworth için olacak şey değildi. Huzursuz gözlerim Chris’inkileri aradı. Sakin ol, diyordu gözleri, her şey yoluna girecek.
«Eşim çok yorgun,» diye Chris anımsattı. «Oğlumuzun mezuniyet töreni, partiler, sonra da bu yolculuk…»
Joel loş merdiven başında bizi huzursuzca tutan uzun suskunluğu sonunda bozup, Bart’ın eve hizmetkâr almayı düşündüğünü söyledi. Daha şimdiden bir işbulma kurumuyla bağlantı kurmuştu ve oradan gelecek adaylarla onun adına bizim görüşmemizi istiyordu. Ağzından mırıldanırcasına çıkan sözlerin ancak bir kısmını duyabilmiştim. Zaten aklım gözlerimi alamadığım koridorun sağ kanadı ve en ucundaki tutsak edildiğimiz odadaydı. Acaba Bart odanın yine aynı şekilde kasvetli, ağır möblelerle döşenmesini mi emretmişti? Öyle olmamasını dileyip dua ettim.
Joel’in ağzından ansızın çıkan sözlere hiç hazırlıklı değildim. «Annene çok benziyorsun, Catherine.» iltifat etmek amacıyla söylediği belli bu sözlerine boş gözlerle bakarak karşılık verdim.
Sessiz bir çağrı beklermişçesine önce bana, sonra Ch-ris’e, sonra yine bana bakıp başını salladı ve bizi odamıza götürmek için koridora yöneldi. Bu eve vardığımızda bizi karşılayan güneşli havadan eser kalmamış, sağanak halinde yağan yağmur dama tekdüze bir gürültüyle inerken birbiri ardına şimşekler çakıyor, gök gürlüyordu. Tüm bunları Tanrının bir gazabı olarak gören ben, her çatırtıda Chris’in kollarında büzülüyordum.
Camlardan yol yol akan, çatıdan savaklarla aşağı inen sular çok geçmeden hendekleri doldurup dereler oluşturacak ve güzel, canlı olan her şeyi silip süpürecekti. Elimde olmaksızın içimi çektim. Kendimi aciz ve güçsüz hissettiğim bu yere dönmek beni perişan etmişti.
«Evet, evet,» diye mırıldandı Joel kendi kendine konuşurcasına, «Tıpkı Corrine.» Beni bir kez daha süzüp başını eğdi ve öylece kaldı. Beş dakika ya da beş saniye öyle durdu.
«Yerleşmemiz gerek,» dedi Chris daha ısrarlı. «Eşim çok bitkin. Bir banyo yapıp uyuması gerekiyor. Yolculuk onu her zaman yorgun düşürür.» Ne diye açıklama yapma gereğini duyduğunu anlayamadım.
Joel birden ayıldı. Belki de keşişler böyle başları önde, dua edip kendilerinden geçiyorlardı. Manastırlar ve keşişlerin yaşama biçimi hakkında en ufak bir bilgim yoktu.
Ağır ağır sürünürcesine giden ayakları sonunda bizi koridorun ucuna getirdi ve orada köşeyi dönüp, beni şaşkınlığa uğratarak, annemin odasının bulunduğu güney kanada yöneldi. O muhteşem kuğu yatakta uyumayı, uzun tuvalet masasının karşısına oturmayı ve her tarafı çepeçevre ayna kaplı banyodaki siyah mermer küvette yıkanmayı ne çok arzulamıştım.
Joel’in önünde durduğu çift kanatlı kapıya geniş, yarım ay şeklindeki halı kaplı iki basamakla çıkılıyordu. Dudakları hafif, garip bir şekilde kıvrılan Joel, «Annenizin dairesi,» dedi usulca.
Bu tanıdık çift kanatlı kapının karşısında ürperdim. Yardım istercesine Chris’e baktım. Joel kapıyı açıp içeri adımını attı ve bunu fırsat bilen Chris kulağıma fısıldadı. «Ona göre biz yalnızca karı kocayız, Cathy… Tüm bildiği bu.»
Yatak odasına adımımı atarken gözlerim yaşla dolmuştu… ve sonra gözlerim yangında yandığını düşündüğüm o patlak gözle buluştu. Yatak! Kanatların ucundaki tüylerin parmak görevini yüklenerek gül pembesi tülleri tuttuğu kuğu yatak. Fildişi kuğunun aynı biçimde uzun boynunu kıvırmış görüntüsü ve yatakta yatanlara gözcülük etmek üzere yarı açık duran, o uykulu aynı yakut göz…
İnanmazlıkla bakıyordum: Bu yatakta uyumak mı? Annemi kolları arasına alıp yatan ikinci kocası Bartholomew Wins-low’un yatağında mı? O adamı annemden çalarak ikinci çocuğumun babası yaptığım ve rüyalarıma girip beni suçlu hissettiren kişiydi. O yatağa yatamazdım. Asla!
«Ne muhteşem bir yatak, değil mi?» diye sordu Joel arkamdan. «Bart yatağın başucunu kuğu şeklinde oyma yapacak usta bulmakta çok zorluk çekti. Konuştuğu kişiler ona kaçık gözüyle bakmış, ama sonunda bunu sanat açısından alan birkaç yaşlı usta bulabildi. Tabii verdiği paranın etkisi de oldu. Bart inceden inceye tanımını yapmış olmalı. Şu boynun kıvrımı… uykulu bakan yakut göz… kanat uçlarının tül perdeleri tutuşu. Ah, ilk yaptıklarında istediği gibi olmayınca, ortalığı nasıl velveleye verdi, göreceksiniz. Ve ayakucunda o küçük kuğu yatağı da istedi. Senin için, Catherine, senin için.»
Chris sert bir dille konuştu. «Joel, Bart sana ne söyledi?» Benden yana bir adım atıp omzumdan tuttu. O yanımda olduktan sonra, nerede, ne durumda olursam olayım farket-mezdi. Bana güç veriyordu.
Chris’in koruyucu tavrını farkeden yaşlı adamın dudakları alayla kıvrıldı. «Bart bana ailesinin tüm öyküsünü anlattı. Anlıyorsunuz ya, her zaman konuşmak için yaşlı bir adama gerek duyuyordu.»
Anlamlı bir şekilde susup gözlerini Chris’e çevirdi. Tüm çabasına rağmen Chris’in sarsıldığı belli oluyordu. Joel konuşmasını yeniden sürdürecek kadar zevklenmişti. «Bart, annesiyle kardeşlerinin üç yıldan fazla çatıda kapalı tutulduklarını, sonra Catherine’in ikizlerden sağ kalan kız kardeşi Car-rie’yi de alarak nasıl kaçtığını anlattı. Ve, Catherine, sana en çok yakışan kocayı yıllar sonra sonunda bulmuşsun… ve bu yüzden evlemişsin… Dr. Christhoper Sheffield’le.»
Sözlerinde öylesine dile getirilmemiş bir anlam, o kadar çok ima vardı ki… tüylerimi diken diken etmeye yetti de arttı bile.
Joel sonunda kapıyı ardından yavaşça kapatıp odayı ter-ketti. Ancak ondan sonra, bir gece de olsa, burada kalmak için bana gereken gücü Chris verebildi. Bana sarılarak öpüp sırtımı, saçımı okşadıktan sonra, Bart’ın bu dairenin eskisi kadar görkemli olması için neler yaptırdığını görmek için çevreme bakabildim. «Alt tarafı bir yatak, orijinalinin bir kopyası,» dedi Chris anlayışla. «Annemiz bu yatakta yatmadı, sevgilim. Unuttun mu, Bart senin yazdıklarını okurdu. Burada olan her şey yazdıklarından uyarlama. Bu kuğu yatağı o kadar ayrıntılı anlatmışsın ki, Bart annemizinki gibi bir daire istediğine inanmış olmalı. Belki de bilinçaltında hâlâ istiyorsundur ve Bart bunun farkında. Eğer yanlışım varsa, ikimizi de bağışla. Amacı yalnızca seni sevindirmekti, bu yüzden bu daireyi eski haline getirmek için çok çaba harcadı, çok masraf etti.»
Annemin sahip olduğu şeyleri hiçbir zaman istemediğimi, dilim tutulmuşcasına ancak başımı iki yana sallayarak belirtebildim. Bana inanmadı. «İsteklerin, Catherine! Onun sahip olduğu her şeye sahip olma tutkun! Bunu ben biliyorum. Oğulların biliyor. Bu yüzden akıllıca özürlerle gizlemeye çalışsan da, tutkularını anlayabildiğimiz için bizleri suçlama.»
Beni bu denli iyi bildiği için ondan nefret etmek istedim, ama tersine kollarım onu sardı. Gerçeği kendimden bile gizlemeye çalışarak yüzümü göğsüne gömdüm. «Chris, bana acımasız davranma,» dedim hıçkırarak. «Bu daireyi aynı eskisi gibi görmek beni öylesine sarstı ki… »
Beni göğsüne bastırdı. «Joel’e karşı gerçek duyguların ne?» diye sordum.
Yanıt vermeden önce bir süre düşünceli durdu. «Ondan hoşlandım, Cathy. İçten görünüyor ve burada kalmasının bizce sakıncası olmadığını söylediğimde çok sevindi.»
«Ona burada kalabileceğini mi söyledin?»
«Elbette, neden olmasın? Bart’ın yirmi beşinci yaş gününü kutladıktan hemen sonra buradan ayrılacağız. Ve Fox-worth’lan daha iyi öğrenebilmemiz için iyi bir fırsat bu. Joel annemizin çocukluğu ve buradaki yaşantıları hakkında çok şey anlatabilir ve belki de bu sayede annemizin bize nasıl ihanet edebildiğini, niye büyükbabamızın bizi istemediğini anlayabiliriz. Annemizin doğal annelik güdülerini hiçe sayacak kadar Malcolm’un beynini saptıran gizli bir gerçek olmalı.»
Bence Joel aşağıda yeterince anlatmıştı. Daha fazlasını bilmek istemiyordum. Malcolm Foxworth doğuştan vicdansız, pişmanlık nedir bilmeyen insanlardandı. Onu anlamanın, davranışlarını açıklamanın hiçbir yolu yoktu.
Chris, kendisini gücendirmem pahasına, yakaran gözlerle bana baktı. «Annemizin gençliğini öğrenmek istiyorum, Cathy, böylelikle niye değiştiğini anlayabilirim. Bizi öylesine derinden yaraladı ki, hiçbirimizin onu anlamadan iyileşebileceğimize inanmıyorum. Onu affettim, ama unutamıyorum. Onu anlamak istiyorum, böylece senin de onu bağışlamana yardımcı olabilirim… »
«Bunun ne yararı olacak?» diye sordum alaycı bir sesle. «Onu anlamak ve bağışlamak için artık çok geç. Ve açıkçası anlamak da istemiyorum… çünkü o zaman onu bağışlamak zorunda kalabilirim.»
Kolları iki yana düştü. Arkasını dönüp benden uzaklaştı. «Şimdi valizlerimizi almaya gidiyorum. Bu ara bir banyo yap, ben de o zamana dek valizleri boşaltmış olurum.» Kapı eşiğinde bana arkası dönük durakladı. «Çalış, bunu Bart’la uzlaşmak için bir fırsat olarak görmeye çalış. Oğlumuz onarılmaz bir durumda değil, Cathy. Onu kürsüde dinledin. Belirgin bir konuşma yeteneği var. Kullandığı sözcükler anlamlı. Artık bir lider, Cathy, o eski utangaç, içine kapanık çocuk değil. Bart’ın sonunda kabuğundan sıyrılışını Tanrının bir lütfü olarak görebiliriz.»
Başımı uysalca öne eğdim. «Evet, elimden geleni yapacağım. Bu denli mantıksızca inatçılık ettiğim için bağışla, Chris.»
Bana gülümsedi ve odadan çıktı.
Olağanüstü güzellikteki giyinme odasına açılan «onun» banyosunda siyah mermer gömme küvet dolarken üzerimde-kileri çıkardım. Altın yaldız çerçeveli aynalardaki görüntüme baktım. Hâlâ dipdiri vücudum ve sarkmamış göğüslerimle gururlandım. Koltukaltında kalan birkaç tüyü almak için kollarımı kaldırdığımda, sanki bu anı eskiden yaşamışçasına, annemin de, aklı genç kocasında, aynı şekilde davrandığını görür gibiydim. Acaba kocasının benimle birlikte geçirdiği gecelerde onun nerede olduğunu merak etmiş miydi? Noel Partisindeki itirafımdan önce, kocasının metresinin kim olduğunu tahmin etmiş miydi? Oh, dilerim etmişti!
Sıradan bir akşam yemeğinden iki saat sonra düşlerimin yatağına uzanmış, Chris’in soyunuşunu izliyordum. Sözünde durarak valizleri boşaltmış, elbiselerimizi askılara, çamaşırlarımızı gözlere yerleştirmişti. Yorgun görünüyordu, yüzü de biraz asıkçaydı. «Joel yarın iş için görüşmek üzere hizmetçilerin geleceğini söyledi. Umarım kendini bu işe hazır hissediyorsundur.»
İrkilerek yatakta doğruldum. «Ama Bart kendisi seçecek sanıyordum.»
«Hayır, sana bırakmış.»
«Ya… »
Chris’in elbisesini astığı pirinç askının eskisine ne kadar çok benzediği gözümden kaçmamıştı. Böyle düşünmek saplantı haline gelmişti ben de. Chris banyoya doğru çırılçıplak önümden geçti. «Hemen bir duş yapacağım. Ben gelene dek uyuma.»
Yarı karanlıkta yatağa uzanmış, odaya göz gezdirirken, benliğimi yitirmiş gibiydim. Kendimi annemin yerine koymuş, üstündeki çatıda kilit altında dört çocuğu dururken onun neler hissetmiş olabileceğini düşünüyordum. Kuşkusuz, şu an benim duyduğum panik ve suçluluk duygusunu o da yaşamıştı. Öte yandan aşağıdaki zalim baba, görünmese bile, yaşamını inatla sürdürerek tehdit etmeye devam ediyordu. Doğuştan kötü, vicdansız, iblis. Sanki bir ses bunu tekrar tekrar kulağıma fısıldıyordu. Gözlerimi kapatıp bu saçmalığı kesmeye çalıştım. Ses falan yoktu. Çalan bir bale müziği yoktu. Çatının kuru, küflü havasının kokusunu almıyordum. Alamazdım. Şimdi ne on iki, ne on üç, ne on dört, ne de on beş yaşındaydım, elli ikisinde bir kadındı.
Tüm o eski kokular gitmişti, her yerde yeni boya, yeni tahta, yeni duvar kâğıdı, yeni halı, yeni möble kokusu vardı. Birinci kattaki antikalar dışında her şey yepyeniydi bu evde. Gerçek Foxworth Malikânesinin aslına uygun bir kopyasıydı yalnızca. Ama Joel keşiş olmayı o kadar çok sevdiyse, ne diye buraya geri dönmüştü? Yıllarca süren manastırdaki münzevi yaşamından sonra paranın ona bir şey ifade etmeyeceği kesindi. Ailesinden geride kalanları görmekten çok daha geçerli bir nedeni olmalıydı. Annemin öldüğünü kasabada kaldığı sıra öğrenmiş olmasına karşın buraya o zaman dönmemişti. Bart’la tanışmak için mi beklemişti? Bart’ta ne bulmuştu? Bart’ın onu kâhya gibi kullanmasına da ses çıkarmamıştı. Ortada bir servet sözkonusu olunca, hemen durumu gizemli bir hale sokmam nedendi? Belki de her şeyin, her davranışın nedeni olarak daima paranın görünmesindendi.
Yorgunluktan gözlerim kapanıyordu. Uyumamak için kendimle mücadele ediyordum. Yarınları, nereden ne amaçla geldiği belirsiz dayıyı düşünmem için zamana ihtiyacım vardı. Yoksa annemizin bize söz verdiği her şeye tam sahip olmuşken, şimdi bunları Joel’e mi devredecektik? Annemizin vasiyetini bozmaya kalkışmazsa, bunun bir bedeli olacak mıydı?
Sabahleyin Chris’le birlikte ikili merdivenin sağından aşağı inerken, sonunda bize vaat edilenlere kavuşmuş, yaşamlarımızın kontrolünün kendi elimize geçmiş olmasının tatlı duygularını yaşıyorduk. Chris artık bu evin beni ürkütmediğini sezerek, elimi tutup sıktı.
Joel’i mutfakta kahvaltıyı hazırlarken bulduk. Uzun bir beyaz önlük giymiş, başına bir aşçı başlığı geçirmişti. Aşçılığı şişman adamlara yakıştırdığımdan, bu ipince ihtiyarda bu başlık biraz iğreti duruyormuş gibi geldi bana, yine de hiç sevmediğim bu işi yaptığı için ona şükran duydum.
«Umarım sahanda yumurtalarımı beğenirsiniz,» dedi Joel, bizden yana bakmaksızın. Hazırladığı yemek gerçekten nefisti. Chris iki tabak yedi. Daha sonra Joel bize daha döşenme-miş boş odaları gezdirmeye başladı. «Bart sizin rahat mobilyalarla döşenmiş, sıcak havası olan odalardan hoşlandığınızı söyledi. Ve bu boş odaları zevkinize göre döşemenizi istediğini size iletmemi söyledi.»
Benimle alay mı ediyordu? Yalnızca bir ziyaret amacıyla buradaydık. Belki de Bart evin döşenmesine yardımcı olmamı istemişti, ama bunu neden kendi söylememişti?
Chris’e, Joel’in annemizin vasiyetini bozup Bart’ın mirasını alıp alamayacağını sorduğumda, başını iki yana sallayarak ölü bir mirasçının sonradan yaşadığı anlaşılınca, ne tür bir yasal işlem uygulandığını bilemediğini itiraf etmişti.
«Bart şunun şurası birkaç yıl daha ömrü kalmış olan Joel’i rahatça geçindirecek parayı ona verebilir,» dedim. Bir yandan da annemin vasiyetnamesini kelimesi kelimesine anımsamaya çalışıyordum. Ağabeyleriyle ilgili tek bir söz yoktu. Bu doğaldı, çünkü onları ölü olarak biliyordu.
Düşüncelerimden sıyrıldığımda, Joel bir oteli besleyecek kadar dolu kilerden aldıklarıyla birlikte mutfağa geri dönmüştü ve Chris’in benim duyamadığım bir sorusunu yanıtlıyordu. Sesi ciddileşmişti. «Elbette, ev aslının tıpatıp benzeri değil. Artık kimse tahta çivi kullanmıyor. Tüm eski mobilyaları benim bölmeye koydum… Kendimi gerçek anlamda buraya ait görmediğim için garajın üstündeki hizmetkârlar dairesinde kalacağım.» «Böyle yapmamanı daha önce de söylemiştim,» dedi Chris, kaşlarını çatarak, «Aileden birisinin öyle basit bir yerde kalması doğru olmaz.» O kocaman garajı ve üzerindeki hizmetkârlar bölmesini görmüştüm. Hiç de basit bir yer denemezdi oraya.
Bırak kalsın, diye bağırmak geliyordu içimden, ama bir şey diyemedim.
Daha ne olduğunu anlamadan, Chris, Joel’e ikinci katın batı kanadında kalacağı bir yer saptamıştı bile. İçimi çektim, nedense Joel’in bizimle aynı çatı altında olması beni huzursuz etmişti. Ama sorun değildi, özlemini giderdikten ve Bart’ın da yaş gününü kutladıktan sonra, Cindy’i alıp doğruca Hawaii’ye uçacaktık.
Öğleden sonra saat iki sularında Chris’le birlikte kütüphanede, iş için mükemmel bonservislerle gelen bir kadın ve bir erkekle görüşmemize başladık. Hiçbir kusurlarını bulamadım, yalnızca her ikisinin gözlerinde de bir sinsilik vardı. Sanki bizleri çok iyi tanıyormuşcasına bakan bu gözler beni ürkütmüştü. «Üzgünüm,» dedi, benim olumsuz işaretimi yakalayan Chris. «Ama biz başka bir çiftte karar kılmıştık zaten.»
Gitmek üzere ayağa kalktılar. Kapıdan çıkmak üzereyken kadın bana dönüp uzun uzun, anlamlıca baktı. «Bu kasabada oturuyoruz, Bayan Sheffield,» dedi soğuk bir sesle. «Geleli yalnızca beş yıl oldu, ama Foxworth’lar hakkında çok şey duyduk.»
Sözleri başımı öte yana çevirtmeye yetti. «Evet, eminim duymuşsunuzdur,» dedi Chris kuru bir sesle.
Kadın ardından kapıyı çarpmadan önce sinirli bir kahkaha attı.
Daha sonra uzun boylu, asker tavırlı bir adam içeri girdi. Tepeden tırnağa özenle giyinmişti. Geniş adımlarla yürüyüp Chris ona oturmasını söyleyene dek sessizce karşımızda bekledi.
«Adım Trevor Mainstream Majors,» dedi İngiliz aksanıyla. «Elli dokuz yıl önce Liverpool’da doğdum. Yirmi altı yaşında Londra’da evlendim ve karım üç yıl önce öldü. iki oğlum Kuzey Carolina’da oturur… bu yüzden Virginia’da çalışmayı ve boş günlerimde onları görmeyi umuyorum.»
«Johnstons’lardan ayrıldıktan sonra nerede çalıştınız?» diye sordu. Chris, bir yandan adamın bonservisine bakarak. «Bir yıl öncesine dek çok iyi referanslarınız var.»
Trevor Major oturduğu yerde bacaklarını değiştirip kırava-tını yokladıktan sonra konuşmaya başladı. «Miliersons’larda çalıştım, altı ay önce buradan taşındılar.»
Sessizlik. Annemin birkaç kez Millersons’lar hakkında konuştuğunu duymuştum. Kalbim hızlı hızlı atmaya başladı. «Miliersons’larda ne kadar çalıştınız?» diye sordu Chris sakin bir sesle. Oysa benim endişeli bakışlarımı görmüştü.
«Pek uzun değil, efendim. Beş çocukları vardı ve sürekli gelip giden yeğenler, konuk olan arkadaşlar. Aşçılık, ev işleri, çamaşır, şoförlük hep bana bakıyordu ve tabii bir İngiliz için zevk olan bahçe işleri de. Beş çocuğu okula, kurslara, maçlara ve daha bir sürü yere götürüp getirmekten iyi yemek hazırlamaya pek zamanım olmuyordu. Bir gün Bay Millersons çimleri biçmediğimden ve iki haftadır evde doğru dürüst yemek yiyemediğinden yakındı. Yemeği geç getirdiğim için de beni şiddetle yerdi. Efendim, bu kadarı fazlaydı. Karısı alışveriş yaparken onu beklememi söylemiş, sonra da çocukları sinemadan almak için beni yollamıştı… ve bunlardan sonra da akşam yemeğini zamanında hazırlamam bekleniyordu. Bay Millerson’a her şeye zamanında yetişebilecek bir robot olmadığımı söyledim ve… işi bıraktım. Çok kızdı ve bonservis vermemekle beni tehdit etti. Ama birkaç gün beklerseniz, zor koşullarda elimden geleni yaptığıma belki onu ikna edebilirim sanıyorum.»
Göğüs geçirip Chris’e olumlu anlamında bir işaret yaptım. Bu adam mükemmeldi. Chris de benden yana bakmaya gerek duymamıştı zaten. «Sanıyorum burada iyi çalışacaksınız, Bay Majors. Sizi bir ay denemeye tâbi tutacağız, eğer memnun kalmazsak, sözleşmemiz sona erer.»
Chris bana baktı. «Tabii bunu eşim de uygun görüyorsa…»
Sessizce başımla onayladım. Hizmetkârlara ihtiyacımız vardı. Tatilimi bu koca evi temizlemekle geçirmek istemiyordum.
«Efendim, sizlerce sakıncası yoksa, bana Trevor deyin. Bu muhteşem evde hizmet etmek benim için bir onurdur.» Ben doğrulurken hemen ayakları üzerine dikildi. Sonra Chris de kalktı ve birbirleriyle tokalaştılar. «Benim için gerçekten bir zevk,» dedi bize gülümserken.
Üç günde üç hizmetkâr tuttuk. Bart’ın para konusunda cömert oluşundan bu pek zor olmadı.