Roman (Yabancı)

Cenevre Casusu – JEAN CLAUDIO

OLAF LARSEN’İN OLAĞANÜSTÜ GÖREVİ

Pakistan Havayolları uçağı biraz sonra Cenevre’ ye inecekti. Yolcular kemerlerini bağlayıp sigarala­rını söndürdüler. Karaşi’den beri süregelen bu yol­culuk jet uçakları döneminde de olsa uzun ve yo­rucuydu. Uçak birçok yerde durmuştu. Tahran ha- vaalanı’nın transit salonunda iki saat oturmuştu yol­cular. Bir sağlık subayı, İran’dan transit geçen yolcuların bile vizeleri ile aşı belgelerini inceden inceye kontrol etmişti. Kahire’de siyasal durum ger­gindi. Pasaportlar sıkı bir araştırmadan geçirildi. Atina’da da aynı titizlik. Roma’da da durum ay­nıydı. Uçakta teknik bir arıza olması nedeniyle yol­cular, Fuimicino havaalanının, aşırı derecede ısı­tılmış camlı salonlarında tam üç saat bekletilmiş­lerdi. Havaalanının, italyanlara özgü o karmakarı­şık ortamında, itişip kakışan insanlann cana yakın bir halleri vardı. Eylül ayının sonu olduğu halde Roma halâ sıcaktı. Salondaki soğuk hava düzeni çalışmıyor, büyük camlı bölmeler doğruca uçuş pis­tine bakıyordu. Uzun yolculuk nedeniyle yorgun dü­şen yolcuların sinirleri, jet motorlarının kulakları sağır eden gürültüsü nedeniyle iyice gerilmişti. So­nunda, bu uzun bekleyiş nedeninin teknik arıza olmadığı anlaşıldı. Soğuk şakalardan hoşlanan zev­zeğin biri, havaalanına telefon etmiş, uçakta bom­ba olduğunu bildirmişti. Bu haberin, araştırmalar sonunda, bir şaka olduğu anlaşıldı. Uçak yoluna devam edebilirdi. Yolcular adamakıllı yorgundu.

Ama yolculardan biri, yorgunluğunun farkında değildi. Daha doğrusu, yorgunluğunu düşünmek is­temiyordu. Orta boylu, soluk yüzlü, yaşı tahmin edilemeyecek bir adamdı. Saçları, iskandinav ülke­lerinin insanları gibi kızıldı. Yorgun haline bakıla­cak olursa ellisinde, belki de daha yaşlı olmalıydı. Yolcu salonundaki kanepelerden birine oturmuş, kollarını kavuşturmuş, hareketsiz bekliyordu. Bek­lemeye alışıktı. Görevini mükemmel bir biçimde ya­pabilmesi için, ötekiler, uçak gecikmesi, sınırlarda çıkabilecek aksilikler gibi durumları da göz önüne alarak, zamanı ayarlamışlardı… Bu gibi durumlar­da, akla gelmeyecek aksilikleri önceden düşünmek ama gereğinden çok daha fazla da kötümser olma­mak gerekiyordu.

Hoparlör, Cenevre’ye gidecek yolcuların uçaktaki yerlerini almalarını bildirdi. Adam yavaşça yerin­den kalktı. Sakalları uzamış, yolculuk nedeniyle ke­ten elbisesi buruşmuştu. Yerinden kalkınca uyuşuk­luğu geçti. Birisi, bu adamın solgun bakışlarını dik­katle inceleyecek olsaydı, bir umut ışığının parla­maya başladığını görebilirdi. Uykusuzlukla boğuş­tuğu belliydi. Amacına yaklaşmak üzere olduğu şu sırada uyuşukluğa yer yoktu. Pakistan Havayolları’ nın yolcuları on altı saatten fazla bir süredir yol­culuk yapıyorlardı. Bu adam için ise bu süre çok daha uzundu. Altı gündür, belki de yedi gündür yoldaydı. Tam olarak hatırlayamıyordu. Hiç dur­madan, hemen hemen hiç uyumadan süregelen bir yolculuktu bu. önce bir otomobile binmişti. Sonra Kantona uçakla gitmişti. Her kez bir iki saat uyuk­lamaya çalışmış, ama korkuyla karışık sıkıntısı onu sıçrayarak uyandırmıştı. Belki gerçek bir sıkıntı da

denemezdi buna. Sürekli olarak başaramama kor­kusuna benzeyen belli belirsiz bir duyguydu.

ZZI fabrikası ile Ho-La-Chan çölünü terk edeli kaç gün oldu, diye düşünüyor, ama bir türlü bula­mıyordu. Ötekiler, daha önce kararlaştırdıkları hal­de, yola ne zaman çıkacağını çok önceden söyleme- % mişlerdi. Hong-Kong’a uğramadan Kanton ve Kara- şi yoluyle gitmesini kararlaştırmışlardı. Bu karan Başkomiser olan ve fabrikayı yöneten Komutan Yu- Chen almıştı. Haklı olarak Hong-Kong’un uzun sü­reden beri «güvenilmez» bir şehir olduğunu söylü­yordu. İlgiyi çekmeyecek başka bir çıkış yeri bul­mak gerekliydi. Böylelikle Cenevre’ye gönderdikle­ri adamları Kanton’dan geçerken dikkati çekmeye­cek, kapitalist dünya ile Çın Halk Cumhuriyeti’ni birbirine bağlayan havayollarından yararlanmaya­cak, yoni kurulmuş olan Pakistan Havayolları uça ğı ile yolculuk edecekti. Komutan Yu-Chen’in haklı olduğu anlaşılmıştı: Çünkü» her şey yolunda git­mişti. Hiç değilse şu ana dek. Karaşi’de. örgüt un yardımının ne denli övgüye değer olduğunu gör­müştü.

Adam, Yu-Chen’den nefret ediyordu, ama ona gö­zü kapalı itaat etmesi gerektiğini de biliyordu. Sah­te pasaport mükemmel hazırlanmıştı. En küçük ay­rıntı bile unutulmamıştı. Ve adam görevini en iyi şekilde yapacağına inanıyordu. Böyle bir yolculuk için hiç bir ücret almayacaktı, ama en üstün ödü­le kavuşacak, kansıyle kızı Birgitt de sonunda öz­gürlüklerine kavuşacaklardı. Tabiî her şey yolunda gittiği takdirde… Her şeyin yolunda gitmesi, onun davranışlarına bağlıydı artık. Şayet yolculuk süre­si içinde ölecek olursa, karısıyle kızı için hiç bir tehlike olmayacaktı, ama Çin’den ömürleri boyun- m

ca ayrılamayacaklardı. Bu, kesin bir anlaşmaydı. Onu, ötekilere bağlayan iki yanlı bir anlaşma, öte­kilerinin tutsağıydı, ama ötekiler de onun tutsağıy­dı. İşin nazik ve serüvenli yanı da bundan ileri geliyordu. Bir tehlikeyi göze almıştı. Hiç kimse, uzaktan yönetilen bu görevin başarısızlığını göze almadan anlaşmayı bozamazdı.

İşin başından beri, yani uzun yıllardan beri, öte- kiler hep dürüst davranmışlardı. Bir kez olsun ya­lan söylememişlerdi. Çünkü, ona çok ihtiyaçları vardı. Şimdi ise her zamankinden daha çok muh­taçtılar. Bu nedenledir ki, o da bu fırsatı kaçırmak istemiyordu. Başarmak zorundaydı. Bu görevi ba­şarırsa, serbest bırakacaklardı. Kesin karardı. Evet, yarın ya da en geç öbür gün karısıyle kızı da ser­best olacaktı. Ondan sonrasının önemi yoktu artık.

Karısıyle kızını, gözlerinin önünde canlandırmaya çalıştı. Uluslararası bir köprü olan Hong-Kong’un ötesinde, Çin Halk Cumhuriyeti topraklarında bir barakada, bir kanepenin üzerinde uslu uslu oturu­yor olmalıydılar. Ayaklarının dibinde valizleri. Ona güveniyorlar, geleceğe umutla bakıyorlardı. Ya da Birgitt, başını annesinin dizine dayamış, uyumaya çalışıyorlardı. Tıpkı, sınırı geçmek için bekleşen mülteciler gibi. Kim bilir belki de sıcak çay ikram etmişlerdir. Tabiî hiç bir sorularına karşılık ver­meden. Ağzı sıkı adamlardır. Gülümserler sadece. Ama karısı Jane ile kızı Birgitt soru sormamışlar­dır. Yu-Chen’in öğüdüne uyarak, hareketinden önce kimseye soru sormayacaklarına dair ona söz ver­mişlerdi. Sabırla beklemek zorundaydılar. Ne yap­maları gerektiği, sonradan söylenecekti. Onun için yapılacak ış, sadece başarmaktı. Sadece başarmak. On beş yıl süresince böyle bir fırsat çıkmamıştı önüne. Bundan sonra da çıkamazdı. Evet, kurşuna dizmeycceklerdi onları, ama «kullanacaklar» dı. Bu da ölümden daha iyiydi.

«

Adam koltuğuna oturdu ve uçak Cenevre’ye doğ­ru havalandı. Bakalım Avrupa’yı değişik bulacak mıydı? Belki yüz kez hesaplamış, yola çıktığı gü­nü, Avrupa takvimine göre içinde bulundukları günü bulmak için kafa patlatmış, ama bulamamış­tı. Yanından geçen hostese İngilizce:

  • Matmazel, bugün günlerden nedir? diye sor­du. Perşembe mi, cuma mı?

Bu soruya şaşıran genç Pakistanlı kız, hayretini belli eden bir ifadeyle karşılık verdi:

  • Elbette cuma, efendim.

Adam, genç kıza teşekkür etti ve uyur gibi yaptı.

Cuma… Yu-Chcn haklıydı. Akşama doğru Cenev­re’ye varacaktı. Uçağın varış saati normal olarak on beş otuzdu, ama gecikmeler nedeniyle on sekize doğru varacaklardı. Görevine başlayabilmek ve kon­feransa yetişebilmek için, gerekli hazırlıkları yapa­cak zamanı olacaktı.

Geçen cumartesi günü VVoo-Ming Fabrikasından ayrıldı. Bu konuda kuşkusu yoktu, öğleye doğru berbat bir hava vardı. Sağanak halinde yağan bir yağmur. İklimi çekilir gibi değildir oranın: Gün­düzleri kavurucu sıcak yapar, geceleri de donduru­cu ayaz. Yeraltı laboratuvarlarından çıkınca onu almaya bir otomobil gelmişti. Beyaz gömleğini, ko­ruyucu maskesini, sterilize edilmiş eldivenlerini, başlığını vestiyerde, üzerinde adı yazılı dolaba bı­raktı. Lavaboya gidip ellerini yıkadı, özel havluyla kuruladı. Yolda, yerine nöbeti almak için laboratu- vara inen Werner’le karşılaştı. Her zaman olduğu

gibi, baş işaretiyle selâmlaştılar. Candan bir selâm­dı bu, ama konuşmadılar. Birbirlerini ne severler, ne de nefret ederlerdi. Tanışmaz görünmek işleri­ne gelirdi. Burada en iyi davranış, tanımazlıktan gelmekti. Werner de zehir giderici ilâçlar bölümün­de çalışan, dikkate değer bir adamdı.

Fabrika muhafız birliğinden bir asker gelip, dı­şarıda bir arabanın beklediğini haber verdi. Her za­man olduğu gibi, üstünü aradılar. Paltosunu giyip, çıkış kapısına doğru yürüdü. Bakteriyoloji araştır­ma laboratuvarlarının bulunduğu binanın önünde Marxburg marka siyah bir otomobil bekliyordu. Ti­betli şoför direksiyonun başındaydı. Larsen’i iki adam karşıladı. İkisini de tanımıyordu. Pek önem­li değildi zaten. Plana dahildi bu durum. Bu iki adam, ona Kanton havaalanına, hatta Karaşi’ye gi­decek uçağa bininceye kadar yol arkadaşlığı ede­ceklerdi. Adamın kafasını meşgul eden tek sorun. 8 numaralı Blok’ta kapatılmış olan, bulaşıcı hasta­lığa yakalanmış on iki adamı terk etme düşünce­siydi. Bu adamlar, kısa zamanda öleceklerdi. Artık elinden bir şey gelme/di. Hem zaten yufka yürek­lilik göstermenin zamanı değildi. Karısıyle kızına veda etme olanağı sağlamayacaklarını da biliyordu. Hiç şüphesiz onlara da, en yakın havaalanına git­mek üzere hazır olmalarını, özgürlük yoluna çıkma anının geldiğini söyleyeceklerdi. (Şayet bir gece, eve dönmezse, planın uygulanmaya başladığını anlaya­caklardı. Karısıyle kızına durumu anlatmıştı).

Arabaya binmesini rica ettiler. Paltosunun yaka­sını kaldırdı. Rüzgâr öylesine sert esiyordu ki, Max- burg a binebilmesi için adamların kapıyı tutmaları gerekti. Araba yavaşça harekete geçti, çeşitli kon­trol yerlerinde durdu ve fabrikanın son kapısından çıktı. On iki yıl içinde bu kapıdan sadece iki kez çıkmıştı: O da resmî davetlere gitmek için. Tabiî muhafaza altında. Güneye doğru yol alıyorlardı. Sı­kıntı veren bir hava vardı. Arabanın arka kanepe­sine konmuş olan valizini tanıdı. Her halde içinde Avrupa’da dikilmiş yeni bir elbise, bir iki tuvalet malzemesi vardı. Kimseye soru sormadı ve valizi açmaya kalkışmadı. Adamlardan biri, mühürlü bir zarf uzattı:

  • Emirler bu zarfta. Bay Larscn. Zarfı, Roma ile Cenevre arasında açacaksınız.
  • Teşekkür ederim.

Birkaç gün önce Başkomiser Yu-Chcn, son öğüt­lerini vermek için, onu bir kez daha kabul etmişti. Larsen, iki haftadan beri durumu biliyordu. Der­sini ezbere Öğrenmişti. Sevinip sevinmemesi gerek­tiğini bile bilmiyordu. Bir ay önce böyle bir duru­mun çıkabileceği aklının ucundan geçmezdi. Adam, Çinlilerin insanı çileden çıkaran, ince ayrıntılarla uğraşma merakına alışmıştı. Bu görüşmenin son olduğunu, artık yola çıkması gerektiğini öğrenince, şaşırdı. Larsen odaya girer girmez, Komutan Yu- Chen hemen konuşmaya başladı. Her zamanki gibi, üzerinde gri-mavi üniforması vardı. Kusursuz dikil­miş, üzerine yapışan, dar bir elbise.

Adam oturdu.

  • Çok yakında hareket edeceksiniz, Bay Larsen. Size son bir öğütte bulunmak için çağırttım: Önü­müzdeki saatler süresince bol bol uyuyunuz. Geç vakitlere kadar oturmayınız. Güçlü olmaya ihtiya­cınız var. Blok un günlük işlerini yoluna koyunuz, yeter. Ve hiç kimseye, burada ayrılacakmışsmız ya da bir şey bekliyormuş izlenimini vermeyiniz. Ka­rınıza haber verebilirsiniz, ama sorumluluğu size ait olmak üzere. Yaşantınızda bir değişiklik yap­mayınız. Size karınız ve kızınız konusunda güvence verebilirim: Her ikisine de son dakikaya kadar göz kulak olacağız. İkisi de İngiltere topraklarına var­dıkları anda, bizim için artık yok farz edilecekler… Ya da hemen hemen öyle bir şey. Sizin de tahmin ede­ceğiniz gibi, onlar sizden birkaç saat sonra hareket edecekler. Birlikte yolculuk yapmayacaksınız.

Adam, karısına, kendilerini almaya geldikleri za­man şaşırmış gibi davranacağına dair yemin ettir­mişti. Yu-Chen’in kuşkusunu dağıtmak için bu, on­lar için düşünülmüş bir garantiydi. Şimdi de, Ko- mutan’ın önünde, aynı dersi bir kez daha uysallıkla dinliyordu. Woo-Ming Bakteriyolojik Araştırma Fab­rikasında on iki yıl geçirdikten sonra, ilk kez eli­nin altına özgürlük fırsatı çıkmıştı. Şu anda bu öz­gürlüğü gerçekten isteyip istemediğini düşünmeden, tuhaf ve açıklanması zor bir duveuvla bu özgürlü­ğe inanır olmuştu. Çünkü, insanoğlu her şeye alı­şıyordu. Başka yerde yeniden hayatını kurmaya ça­lışmak zor olacaktı. İsveç ve Çince’den başka dil konuşmaz olmuştu. İngilizcesi zayıflamış, Fransız- casından çok şey kaybetmişti. Hem sonra fabrika­da çok iyi muamele ediyorlardı. Yaptığı iş ilgi çe­kiciydi. Hangi amaca hizmet ettiğini düşünmek is­temiyor, işini sadece iş olarak yapıyordu. Uzun sü­reden beri Yu-Chen’in etkisi altındaydı.

Yu-Chen’e baktı. Bunca yıldan sonra Yu-Chcn’in şişmanladığını, hatta ihtiyarladığını düşündü. Woo- Ming’e gelir gelmez, onunla «meşgul olan» Yu-Chen olmuştu. O zamandan beri birbirlerinden hiç ayrıl­madılar. Kültürlü, nazik, demir gibi iradeli bir adamdı. Bir gün. Yu-Chen’in bir emrini yerine ge­tirmek istememişti. Yu-Chen öylesine bir karşılıkta bulundu ki Larsen, bir daha başkaldırma duygusu­na kapılma olanağını yitirdi. Uysal olması halinde hayatını kurtarabileceğini anladı. Bunu hiç aklından çıkarmadı. Sıkıntıya uğradığı günler, bu sözü bir­kaç kez tekrarlıyor, sıkıntıyı kafasından atabiliyor­du. Ama karısı, bu formülden hoşlanmıyordu.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Emile Zola – Nana (v2)

Editor

Eczacının Kızı

Editor

İki Yabancı

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası