Roman (Yerli)

Çiçekler Susayınca

cicekler susayinca 5edbb1c231e51Cıvıl cıvıl çocukluk çağından gençliğin umut dolu günlerine doğru uzanan hayat çizgisiden nice insanlar kaybolup gitmiştir. Pırıl pırıl sevecen bakan gözleriyle herkesi güzel gören nice genç kızlar ve delikanlılar kötülerin tuzaklarına ve çirkin emellerine kurban gitmiştir. O kalpleri güzelliklerle dolu çocukların mutlu omaya hakları yok muydu? Neden ağlayarak karanlıklara karışıp gittiler? Bu dünyada mutlu olmanın yolu yok mu? İşte gerçek hayatın içinden alınan bir kesit.roman kahramanlarımız da bu soruları kendilerine ve çevrelerine sordular. Siz de yaşadığımız bu dünyada gerçek saadeti arıyorsanız bu muhteşem romanı okumalısınız. Çünkü bugüne kadar binlerce kişi bu eseri okudu ve sorularının cevabını buldu. Siz de memnun olacaksınız.

***

Mahkeme

Salondaki fısıltılar kulaklarda uğultu bırakırken, halkın gözbe-beğinde heyecan kıvılcımları kaynaşıyordu. Çünkü insanoğlunun iskeleti çamurla, kanı merakla yoğrulmuştu. Maznunun kadın oluşu, halkın heyecanını bir kat daha artırmıştı… Koridor, insan selinin boğucu nefesi ile dolup taşarken, mendiller yüzlerdeki teri emdi…

Sanki az sonra, bilmem kaçıncı perona, içi hasret yüklü bir tren gelecek ve özleyişler son bulacaktı… Bekleyenlerde bir kıpırdanış oldu ama gelen, tren değildi. Alev alev yanan gözler, iki jandarmanın arasında yürüyen maznunun üzerinde mıhlandı… Fısıltılar iyice yoğunlaştı. Görenler, görmeyenlerin dikkatini aynı noktaya çekebilmenin telâşı içindeydi:

–    Hişt hişt, baksana…

–    Geldi geldi…

–    Yıkılacak be…

–    Daha kötü olsun…

Hâkim, dinleyicilere sert sert baktı ve gür bir ses fısıltıları aştı:

–    Gürültü etmeyelim!

Maznun, bir hayalet gibi gelip suçlu sandalyesine oturdu… Kadının benzi uçuktu ve başına bağladığı eşarp yarıya kadar sıyrılmıştı… Her hareketinde bir perişanlık ifadesi ile etrafına acı acı bakınırken, halk, merak denilen duyguyu gözbebeklerinde katre katre eritiyordu…

–    Bak, şu ağlayan kadın var ya, işte o vurmuş…

–    Tüh be, nasıl kıydı?

–    Kral gibi adamdı…

–    Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar…

Son cümleyi söyleyene sert sert bakanlar oldu… Bir tanesi havayı yumuşatmak için, ortaya bir soru attı:

–    Parası için mi vurmuş?

–    Yok canım, karısıymış…

Bir başkası düzeltti:

–    Karısı değil, metresi…

On yaşlarında bir çocuk, annesine sordu:

–    Anne metres ne demek?

Annesi elini dudaklarına götürüp, sus işareti yaptı… Çocuk, ayıp bir şey olduğunu anlayıp, yere baktı…

Fısıltıların sonu gelmek bilmiyordu… Külhanbeyi kılıklı bir adam, maznunu öfkeli bakışlarla süzdü… Suratında intikam çizgileri kaynaşıyordu… Sonra:

–    İdam etseler sürtüğü, diye kızdı.

Yanındaki:

–    Çocuklarının ahını aldı…

Söze diller karıştı:

–    Kırdığı ceviz kırkı geçti…

–    Alma mazlumun ahını…

Bu sözler külhanbeyini incitti, dişlerini kırarcasına sıktı… Gözlerinde tehdit pırıltıları kaynaşmaya başladı…

–    Kapatın o nezaketsiz ağzınızı, yoksa çarşaf gibi yırtarım, diye homurdandı…

Bir adam alay etti:

–    Ağır ol hemşerim, molla desinler.

Dinleyiciler arasında içten bir kaynaşma başlamıştı. Hani, iki odunu birbirine sürtünce harareti artar ya, işte öyle…

Bir ihtiyar üzülerek konuştu:

–    İbret almaya mı geldiniz, kavga etmeye mi? Mahkeme koridorları kavga yüzünden dolup taşarken…

Külhanbeyi homurdandı:

–    Kes sesini be moruk, nasihat etmenin sırası mı?

İhtiyar, içini çekti, sonra etrafına bakınıp göğüs geçirdi:

–    Bulanık suda resmine bakan, çamur görür, diye inledi.

Dileyen dilediği gibi konuşurken, hâkimin tahta çekicinin sesi, gürültüleri aşıp duvarlarda yankı yaptı. Gür bir ses, dinleyicilere yeniden ihtarda bulunuyordu.

–    Gürültü etmekte ısrar ederseniz, hepinizi dışarıya atmak zorunda kalacağım…

Kısa bir zaman, salonda sessizlik hüküm sürdü… Hemen arkasından savcı, iddianamesini okumaya başladı… Başladı ama her cümle Maznun’un kanayan yaralarına neşter vuruyordu. Büyümekte olan ince bir sızı, yüreğinin başında düğümlenip göz pınarlarından damla damla döküldü. İnsan, gücünün yetmediği kuvvetin karşısında, çaresizliği yudum yudum içer ya, işte öyle…

Maznunun gözlerine dikkatle bakılacak olsaydı, acımak denilen duygular, vicdanlardan taşabilirdi. Taşardı ama hâkim yılların tecrübeleriyle pişmişti… Bunun için sakin bir hâli vardı…

–    Evet, dedi. Savcının okuduğu iddianameyi dinlediniz. Size isnat olunan sözlere itirazınız var mı?

Maznun, her hâli ile ümitsizliğe düştüğünü gösteriyordu. Ruhî bir çöküntüden kurtulabilmek için çırpındı, başaramayınca sustu…

Hâkim istediği cevabı alamamıştı. Mânâlı mânâlı bakıp:

–    Susmanız sadece mahkemeyi oyalar… Cevapsız sorular, aleyhinize verilen birer puan demektir… Meseleyi aydınlatmak bakımından her şeyi olduğu gibi açıklamalısınız. Aksi hâlde sükûtla, suçluluğu kabullenmiş oluyorsunuz…

Maznun bütün gücünü topladı, tek kelime söyleyebildi:

–    Suçsuzum!

–    Suçsuzum demek hiçbir şeyi halletmez. Her şeyi anlatarak, ispat etmelisiniz.

Maznun, az da olsa konuşma cesareti bulmuştu:

–    Bilmiyorum, hiçbir şey bilmiyorum… Yemin ederim ki suçsuzum!

Hâkim iç dünyasına gömülmüştü… Vicdanında tahliller yaparken, gözlerini bir an bile maznunun gözlerinden ayırmıyordu… İçinden garip garip sorular fışkırdı… “Bu kız yalan söylemekten kurtuluş bekliyor… Her şey apaçık, ortada… Ya maktulün, ölümü hissedince yazıp bıraktığı kâğıt! İşte onu hiçbir vicdan karalayamaz… Öyle ise bu kız?”

Hâkim yeniden düşündü: “Maznun, suçsuzum diye feryat ediyor ama dudaklarından dökülen yalanları, gözlerinin aynasında okumak mümkün. Öyle ise maznunun gözlerine müracaat etmeliyim” diye ısrarla baktı. O anda başka bir dilek dileseymiş, yerini bulacakmış gibi, sanığın gözleri hâkimin gözbebeklerine takıldı… Bunlar, himayeye muhtaç bir çocuğun iç parçalayıcı akisleriydi. Hâkimin dudaklarında, aradığını bulamamışlığın ümitsiz bükülüşleri belirdi…

“Yok, hayır hayır! Islak gözler, hakikatleri gizler. Her nemli pırıltı, en katı mermeri dahi yumuşatacak kadar kuvvetlidir…” dedi, kendini tesir altında kalmaktan kurtarmaya çalıştı. Sakin sakin maznunu tepeden tırnağa süzdü ve hitap etti:

–    Yapılan tahkikatın neticesine ve savcının iddianamesine bakılacak olursa, maktulün odasını en son terk eden sizsiniz, böyle olunca da…

Maznun hıçkırıklar arasında sandalyeden ayağa kalktı, hâkimin sözlerini şiddetle reddetti:

–    Hayır, bin kere, yüz bin kere hayır!..

Ses tonu kendiliğinden düştü… “Bunların hepsi iftira, hepsi, onun değil odasına girmek…” Bütün arzuları boğazında düğümlenmiş bir çocuk gibi, boynunu büküp acı acı yutkundu… Kurumuş dudaklarını dişlerinin arasında çiğnedi. Sözlerinin devamı bir türlü gelmiyordu… İnce bir sızlanışın arkasından içini çekti… Elini, kararan gözlerine kapadı, olduğu yerde hayalet gibi duruyordu. Yorgun vücudu önce yelpaze gibi sallandı sonra yıkıldı.

Dinleyicilerden biri bağırdı:

–    Bayıldı! Bayıldı!

–    Numaradır canım, kulak asmayın…

Bir başkası:

–    Numaraya benzer yanı yok, baksanıza yüzü kireç gibi…

–    Hâkim, jandarmalara ve mübaşire işaret etti. Maznunu tutup kaldırdılar… Pelte gibiydi… Dinleyicilerden birkaç kadın ileri fırlayıp maznunu ayıltmak için salladılar, masaj yaptılar, seslendilerse de ayılması, mümkün olmuyordu…

Şimdi baygın kadın orta yerdeydi ve jandarmalarla, mübaşir onunla meşguldü.

Tam bu sırada, herkesin kanını donduran bir ses işitildi:

–    Durun! Durun, suçlu benim!

Aniden ortaya çıkan şahıs ileriye fırladı ve hâkimlerin karşısına dikildi:

–    Evet, suçlu benim, inanmıyor musunuz? Suçlu benim!

Hâkimler birbirinin yüzüne baktı.

Reis:

–    Bu kadını tanıyor musun?

Döndü baktı ve cevap verdi:

–    Evet, tanıyorum. Size her şeyi anlatacağım. Fakat bu sadece bir hadise değil. Hayatımı dolduran, hayatları içine alan hadiseler zinciri… Anlatsam belki roman olur.

Mahkeme reisi:

–    Peki öyleyse… Dedi ve kürsüden inip cüppesini çıkarmaya başladı.

Mahkeme bir başka tarihe bırakılmıştı. Belli ki yeniden dosyalar açılacak, mahkeme yeniden kurulacaktı.

Kavak Yelleri

Allah her mevsime ayrı ayrı güzellik vermiş. Fakat ilkbahar bir başka… Dört mevsimin sultanı gibi…

Çimenlerle, çiçeklerle, sellerle gelir. Dikenlerle, gonca gonca güllerle gelir… Tel duvak takınmış geline benzer, naz ile saz ile söz ile gelir…

Güneş ışıkları nemli toprağa sedef sedef döküldükçe, buharlar bulut bulut göklere yükselir; havanın burcu burcu toprak kokmasına doyum olmaz… Bülbül, gülün karşısına geçip, içinde toplanan ayrılık bestelerini okumaya başladığında, insan ilâhî bir musikinin ahengi ve gülün sihirli kokusu ile mest olur…

Bu ilâhî tabloyu dillendirmek için, lügatler bile acizlik çeker… İşte böyle bir güzelliğe inkılâp eden mevsimler, gözlerde ve gönüllerde asırlaşır… Özlem çığ gibi büyür… İlkbahar, Allah’ın kullarına olan en büyük lütuflarından biridir…

İnsanoğlu yaşadıkça çok baharlar görecektir, ama ömür baharının geriye dönüşü, bir daha mümkün olmayacaktır…

Bir defa ele geçen ömrün baharı, insan hayatında, bazen billur billur akan bir suya benzer… İnsan o akışta resmini görebilir…

Bazen, güllerle bezenmiş has bahçe gibi bütün güzel kokuları üzerinde toplar… Bazen, bir bataklık misali sere serpe uzanır. Bazen, yol üzerinde biten dikene benzer. Bazen, azgın akan seller gibidir, başını rastgele taşlara vurur…

Kafada deli deli esen kavak yelleri, gün gelir, ayaklarının dibinde sarı sarı yapraklardan yığınlar yapar… Ve bir gün, o gayesiz yaşayışın sarhoşluğu, onu okyanusların orta yerinde, kendi çırpınışlarına terk eder… İşte o zaman kendisini boğmaya götüren yolları bilir… Ve aynen şöyle mırıldanır: “Dünya, herkesin çözmesi için kurulup bırakılmış bir denklemmiş. Ve yine bu denklemin çözüm yolunu keşfedenlerle, tersinden çözmeye uğraşanların amansız bir mücadele sahasıymış. Biz kaybettik.”

O, son çırpınışlarını okyanusun orta yerinde harcarken, onu ummanların derinliğine terk edenler, bir gün aynı mücadeleyi vereceklerinden habersizce, bu boğuluşa alkış tutabilir.

İşte, dünya denilen sahne ve kendi hayat hikâyelerini oynayan aktrisler, aktörler… Dram, komedi karışımı birer hayat kalıntılarının, dillerde şekiller çizmesi böyle başlar.

On sekizine yeni girmişti… Sarıya dönük saçları bukle bukle, omuzlarına dökülmüş… Gülümsedikçe yüzünde gamzeler meydana geliyordu. Çimen yeşili gözlerinde hayat dolu kıvılcımlar kaynaşan, dalında yeni yeni filizlenen, bahar kadar taze bir kız… Herkes ona güzel dedikçe şımarmıştı… Güzel olmasına güzeldi, ama Allah’ın kendisine verdiği bu güzelliği, kendisinden çirkin olanlara karşı bir üstünlük sayıyordu. Oysa Allah isteseydi çirkini ondan daha güzel ve onu da çirkin yaratabilirdi. Hem güzelliği taşıyabilmek, herkesin kârı mı?

Öyle kibirle, nazla yürüyordu ki ayaklarının altına serilen yollar dile gelse, şikâyetçi olurdu.

Yeşil gözleri, güneşin inci inci dökülen pırıltılarını deldi. İçine sığmayan bir heyecan, gözbebeklerinden alev alev döküldü. Nasıl da merakla seyrediyordu. Yeryüzü yine insanoğlunun amansız mücadelesine sahne olmuştu. Olmuştu ya, yıkılsa bile Elif’in umurunda mıydı? Onun için, seyretmek, heyecanlanmak her şeye değerdi…

Dört kişinin tutuştuğu ölüm kalım kavgasına elleriyle tempo tuttu: Kim okkalı bir yumruk indirmişse “bravo” çekti…

İrikıyım, saçlarına ak düşmüş bir adam, ustalıkla dövüşüyordu… Az sonra, kendisine karşı olan üç kişiden biri düştü. İkisi çekildi, kavga bitmişti. Saçlarına ak düşmüş adam, yorgun bir çehre ile yola koyuldu. Elif’in gözlerinde heyecan pırıltıları daha sönmemişti… Arta kalanını, adam yanından geçmekteyken dudaklarından taşırdı:

–    Yaşa be, üçünün de pestilini çıkardın…

Adam, gururlanarak cevap verdi:

–    Mesleğimiz, küçük hanım. Müsaade et de o kadar olsun.

Bu cevap Elif’i düşündürdü, dudak büktü:

–    Adam dövmenin de bir meslek olduğunu bilmiyordum, dedi… Adam gülümsedi:

–    Belli ki beni tanımıyorsun, dedi. Bana bu kentte Birli derler… Adımı duyunca, ağlayan çocuklar bile susar…

Sevinçten, Elif’in gözlerinin içi parladı…

–    Demek “Birli” dedikleri külhanbeyi sizsiniz?

–    Ta kendisi küçük hanım…

–    Bütün arkadaşlarım sizden bahsederdi. Yumruğunun üzerine yumruk yok, derlerdi de inanmazdım.

–    Şimdi inandınız mı?

–    Hı hı.

Yolun kenarına park ettiği arabasına baktı, sonra Elif’e:

–    Buralarda mı oturuyorsunuz?

Elif:

–    Hayır, bir arkadaşıma gelmiştim…

Birli arabasını işaretle:

–    Buyurun, tanışmamızın şerefine, sizi evinize kadar götüreyim. Tabii kabul ederseniz?

Kabul etmek bir tarafa, heyecandan ne cevap vereceğini şaşırmıştı… Bu teklif Elif’e göre büyük bir şeref payı idi… Artık arkadaşları arasında “Birli” sözü oldu mu övünerek bahsedecekti… Kentin sayılı külhanbeylerinden biri, onu evine kadar götürmüştü… Aklından bunları geçirdi… Sonra içinde beliren ince bir titreyişle, hareketlerinde bir ürkeklik peyda oldu. Yüzü hafif pembeleşir gibi olmuştu. Anlaşıldığına göre bu davet onu utandırmıştı…

Utandırmıştı, ama o, hayatın saçlarına ak düşürdüğü adam, kadın ruhundan iyi anlayan bir lâf ebesiydi.

Elif’in içindeki gizlilikleri, yüzünden okumuş gibi onu incitmeden süzdü… Önce alaylı alaylı gülümsedi, sonra birden ciddileşti:

–    Buyursunlar küçük hanım, çekinecek bir durum yok. Bilirsiniz, mert insanlardan kimseye fenalık gelmez…

Elif kekeledi:

–    Şey bilmem ki, size zahmet olacak…

Her hâli ile kesin bir emrivaki yapmayı becerebiliyordu…

–    Bizim kitabımızda zahmet kelimesinin yeri yoktur, dedi.

Elif, bocaladı… İçinden gelen itiraz duyguları yüzünde çizgileşti:

–    Yok yok, dedi. Ben kendim giderim. Hem sizi yolunuzdan alıkoymak istemem…

Birli, usta bir cambazdı:

–    Bu kentin her yolu, beni gideceğim yere bırakır, dedi. Bunca yıldır koskoca şehrin sempatisini, herkese yakın olmakla ve gördüğüm yerde haksızlıkları ezmekle kazandım… Siz de haklısınız, beni iyi tanıyamamışsınız… Gençler benim yanımda oldukları zaman, kendilerini emniyette kabul ederler… İleride beni andıkça, siz de bu şekilde bahsedeceksiniz… Buyurun.

Birli’nin konuşmaları Elif’te itimat uyandırmıştı. Kendisine çok kısa bir düşünme payı ayırmasına rağmen, ‘olsun’ der gibi omuzlarını kaldırıp, çekimser bir hareketle bekledi… Az sonra, çaresizliğe düşmüş bir tavırla içini çekti:

–    Öyle olsun, diye mırıldandı…

Elif’in dudaklarından dökülen “olsun” kelimesi Birli’yi memnun etmiş gözüküyordu… Arabasına yaklaşıp kapısını açtı. Samimi bir nezaket gösterisi ile önünde reverans yaptı:

–    Buyursunlar, küçük hanım…

Elif ürkek adımlarla arabaya yaklaştı… Aynı çekingenlikle bindi ve teşekkür etti…

Birli, arabayı hareket ettirir ettirmez, aynasını ayarladı… Kedinin yakalamak istediği avına bakması gibi baktı Elif’e… Elif, bu hareketleri tanıyamayacak kadar tecrübesizdi… Birli, yol boyu akla gelmeyecek nüktelerle onu güldürdü…

Böyle kimseler, kadınlara hoş görünmeye çalışırlardı. Ezberledikleri basmakalıp kaldırım edebiyatı ile ağlarına düşen kimseyi hareketsiz hâle getirmeyi düşünürlerdi. Onlara göre kadın denilen kale, kulağından fethedilirdi.

Birli, kaldırım edebiyatını gergef gibi işlerken, Elif, ayrı bir âlemin sihirli hayaline dalmış gibiydi.

Öyle ki etrafına bakınabilmek zaruretini dahi kendisinde hissetmemişti… Ağız dolusu kahkahalar, ona gideceği yeri bile unutturmuştu…

Boğazında kahkaha düğümlenirken, birden, “Bu yolculuk nereye?” diye kendi kendine sordu, sağına soluna telâşla baktı… Şehirden çoktan çıkmışlardı…

Biraz evvelki neşe, dudaklarında beliren acı bir bükülüşle, benliğinde yumak yumak sarılan bir korkuyu hatırlattı. Gizli bir el, bunları çorap gibi söktü… Bir anda heyecan komasına girmişti:

–    Nereye gidiyoruz?

Birli, her şeyden habersizmiş gibi davranıp hareketlerine dalgınlık sürü verdi:

–    Hay Allah, sahi ben sizi evinize kadar bırakacaktım. Nasıl oldu da daldık?

Araba, kentin yedi sekiz kilometre uzaklarında sakin bir yolda seyretmekteydi… Hafif bir fren darbesi ile arabayı yavaşlattı. Ters bir manevra yapıp aracın yönünü şehirden yana çevirince Elif’in gözlerinde sevinç pırıltıları oynaşmaya başladı… Biraz evvelki karamsar düşüncelerini kınadı.

“Biz insanlar, her şeyin kötüsünü düşünmek için yaratılmışız” diye aklından geçirdi. Az sonra, son düşüncesinin de hükmü kalmamıştı… Çünkü araba geriye manevra yapıp yolun sağında durdu… Elif’in gözlerindeki ifade, yine korkuluydu… Birli, sahte bir tebessümle arkasına döndü:

–    Biliyor musunuz, konuşmaya dalıp buraya kadar gelmişiz.

Sesi romantik bir sedaya büründü… Derin bir nefes aldı:

–    Neyse küçük abla, zararı yok. Her şeyde bir hayır vardır derler…

Dudaklarında yapmacık bir tebessüm belirdi…

–    Nasip olmayınca dayak bile yenmezmiş, dedi. Buraya kadar gelmişken, şu insan ruhuna gülümseyen tabiatın, papatya tarlalarındaki kokulu havasını teneffüs etmeden gidilmez ya…

Elif, aksi bir davranışın iyi bir netice vermeyeceğini biliyordu… Yumuşak bir lisanla geri dönmelerini sağlamaya çalıştı:

–    İşlerim var, geç kalırsam evden merak ederler, geri dönersek memnun olurum… Birli, Elif’in itirazlarını çürütmek çabasında idi:

–    Fazla vakit kaybedeceğimizi sanmıyorum. Bak, tarlalar papatyalarla dolu… Üstelik tertemiz bir hava… Beş on dakika etrafı seyrettikten sonra, sizi evinize bırakırım. Merak etmeyin.

Elif, sözlerinin fayda vermeyeceğini anlayınca, Birli’nin arzularına boyun eğdi… Etrafta kimsenin olmayışı, onu iyice kuşkulandırmıştı… İstemeye istemeye arabadan indi… Derin bir nefes aldı… Sonra etrafın büyüleyici güzelliğine daldı…

Hareketlerinde çocuksu bir heyecan vardı… Arkasına bile bakmadan, papatya tarlalarına doğru koştu. Birli, aklından geçeni tatbikata koymak istedi… Arabanın dolabını açıp iki şişe viski çıkardı.

Şişelerin birinde kendinin görebileceği bir işaret vardı… Şişeleri sağa sola çevirip tilki kurnazlığı ile seyretti…

Elif, her şeyden habersiz, hem papatya topluyor hem de şarkı söylüyordu. Bazı kimseler başkalarının yanında şarkı söylemekten sıkılırdı ama Elif öyle değildi. O, daha çok başkalarının yanında şarkı söyleyip beğenilmekten hoşlanırdı… Bulunduğu toplumun hayat tarzı, bunu gerektiriyordu. Şarkı dudaklarından hazin bir sesle, son mısraına kadar eridi. Birli’nin sesi, Elif’i sıçratmıştı…

–    Bravo, profesyonel bir sanatkârdan daha da güzel sese sahipsiniz. Tebrik ederim.

Elif, mahcup bir çehreyle baktı… Topladığı papatya demetini göğsüne bastırıp:

–    Teşekkür ederim, diyebildi…

Etraf mis gibi bahar kokuyordu… Ne kadar seyredilse, hiçbir göz bu güzel manzaranın tadına doyamazdı. Elif’in gözleri yerdeki çimlerin ve bahar kokan papatyaların üzerinde kaldı… Birli, derin bir nefesle ciğerlerini şişirirken:

–    Şu temiz havaya doyum olmaz, dedi ve bulunduğu yere oturdu.

Elif kendisinde cevap vermek mecburiyeti hissetmişti:

–    Hayat, tabiat, yaşamak ne güzel şey, diye mırıldandı…

Birli:

–    Yaşamasını bilenler için güzeldir, dedi.

Elindeki şişelerden birini Elif’e uzatır gibi yapıp geri çekti…

–    Affedersiniz, kullanıp kullanmadığınızı sormadan size içki uzatıyordum…

Elif alınmıştı:

–    Viski, bizim evin ayranıdır, dedi.

Gülüştüler…

Birli, geri çektiği şişeyi tekrar uzatınca, Elif:

–    Hatırınız için bir yudum…

Birli’nin suratında sevinç çizgileri halkalandı, hislerinin birkısmı dudaklarından döküldü:

–    Desene, siz de bizdensiniz.

Şişeler, şerefe diye kalkmıştı… İkisi de içti…

Birli, Elif’in hayat dolu gözlerine baktı:

–    Çok güzel bir kızsın, dedi. Sesin de senin kadar güzel ve içli… Pavyonumda şarkı söyler misin? “Sarmaşık Dalları” filmini çeviren Gülistan, bizim pavyonda artist oldu.

Elif, utanır gibi yapıp, önüne baktı:

–    Çok şımartıyorsunuz beni…

Birli, yepyeni bir simayı keşfetmiş pozu ile kasıldı:

–    Sen büyük bir şöhret olmaya lâyıksın…

Elif’in sesi, güzel olmaya güzeldi ama Birli’nin teklifini kabul etmekte tereddütlü idi… Çünkü babası bu kadarını fazla bulabilirdi. Bir an tatlı tatlı hülyalara gömüldü… Gözleri gittikçe küçüldü… Az sonra kanına karışan ilâcın tesirine teslimiyet gösterdi… Tabiat, gözlerinden; sesler, kulağından çekildi… Kendini sessiz bir dünyanın derinliklerine terk etmişti…

Her gaflet uykusuna yatışın feryatla uyanışı olurdu… Elif, bunlardan habersiz uyudu…

Uyanış

O, yarım uykulu gözlerini açtığında, hıçkırıklarını tutamadı. Birli’nin dudaklarından teselli için dökülen sözler, yaralı kalbine diken gibi batıp, kalbini kanattı… Gözbebeklerinde kaynaşan nefret pırıltıları, nemlenmişti. Hiç beklemediği bir anda, benliğini saran işkence atmosferi içinde nefes alamıyor, boğulacakmış gibi çırpınıyordu… Hani bir insan, ümitsizlikler denizinde nefes alabilmek için çırpınır ya, işte öyle…

Boğucu hıçkırıklarla yerinden kalkıp arkasına bile bakmadan koştu. Sanki bu kaçış, ömrünü tutsak edebilecek büyük bir tehlikeden kurtuluş için oluyordu. Birli, arkasından alaylı alaylı gülümsedi. Daha fazla arayı açmadan, o da kalktı…

Saat, ikindinin yaklaştığını gösteriyordu. Sıcak hava, arabanın içini, yanmakta olan bir fırına çevirmişti. Birli, otomobilin kapısını açar açmaz, yüzünü kaynamış bir hava yaladı. İlk işi, ceketini çıkartıp minderin üstüne bırakmak oldu. Direksiyona geçti, camdan bakıp, gevrek gevrek güldü. Elif, yolun kenarından ilerliyordu. O, yollara bile nispet yapıp naz ile yürüyen kız, şimdi yolların üzerinde sürükleniyor manzarası arz ediyordu… Her hâli, masmavi dünyasının, kapkara bulutlara gömülüşünü andırıyordu… Baharı sonbahara tercih etmenin pişmanlığı ile boşlukta mendil gibi sallandı… Adımlar iskeletini sürükledikçe O, yaşadığı âlemden bihaber, beynini düşünceler çıkmazına feda etmişti…

Neler hayal ediyordu bilinmez ama bir göğüs geçirişi vardı ki dayanılmazdı. Otomobilin hareket edip, yanı başında fren yaptığından bile habersizdi. Kalın bir ses, onu iç dünyasından ayırdı:

–    Nazlanma küçük hanım, yürüyerek gidemezsin. Zira burası şehre bir hayli uzak…

Kin dolu gözlerini otomobilin içine çevirdi. Nefretli bakışları cevabı oldu. Aldırış bile etmeden ayaklarını sürükledi. Birli’nin bağırışı, onu yeniden olduğu yere çiviledi:

–    Atla ulan arabaya, insanın kafasını kızdırma! Biz emaneti yolda bırakacak adam mıyız?

Gülünecek bir lâftı, ama Elif kan ağlayan içini susturup gülemedi. Gözleri Birli’nin sağ omzuna asılı tabancanın kabzasında kaldı… Heyecanla alıp verdiği nefes, göğsünü patlatacak kadar şiddetliydi. Kımıldamadan bekledi. Birli, kolunu geriye çevirip, otomobilin arka kapısını açtı.

–    Atla kızım, beni zora mecbur etme! Elif’in gözleri hâlâ tabancanın kabzasında takılıydı. Hırsla dişlerini sıktı.

Gizli bir ürperişle, tüyleri diken diken olmuştu. Aynı çekingenlikle otomobile bindi… Yorgun bir el darbesi ile kapıyı kolundan çekip, kapattı. Araba hareket eder etmez, içten sökülen gizli bir titreyişle sarsılmaya başladı… Yüzünden soğuk soğuk terler dökülüyordu…

Gözlerinde intikam pırıltılarının güç yetmez hâli kaynaştı ve her biri yuvasına sığmayacak kadar irileşmişti.

Birli, dikiz aynasından, Elif’in garip hareketlerini alaylı bir tebessümle süzdü. O her zaman kuvvetli ve güç yetmez bir insandı. Bakışlarındaki kasıntı, bu hâlinin açık örneğini veriyordu. Fakat kibir ve gurur, gönül denilen kazanda beraber kaynayıp sonunda insanın mahvına acımadan alkış tutan duygulardı… Nitekim öyle de oldu…

Birli tabancasını çıkardı, ceketinin üzerine attı. Bu hareketin taşıdığı mânâ şu idi: “Elif, sakin olursan ne âlâ, aksi halde namusundan olduğun gibi canından da olabilirsin…” Sonra başını aksi tarafa döndürdü, hadiselere önem vermediğini göstermek istiyordu. Elif, kendisini kahreden olayın verdiği sarhoşlukla karar vermişti. Birli’nin, ceketi üzerine attığı tabancayı kaptığı gibi tetiği çekti… Birincisinde ateş etmedi, sadece zayıf bir çıt sesi duydu, ikincisinde ise korkunç bir patlama oldu, Birli “Yandım!” diye bağırdı. Sonra acı bir fren sesi ile birlikte Birli, direksiyonun üzerine kapandı.

Evvelâ şaşkına dönen Elif, hayatında kopan bu fırtınaya bir mânâ verecek zaman bulamadan, kendini kan ve barut kokan bu arabadan dışarı attı. Aynı şaşkınlıkla kendisini yokladı. Bir şeyi yoktu. Sallana sallana karşı tümseğin üzerine çıktı ve oturup arabayı gözetledi. En ufak bir hareket yoktu. Kendi kendine söylendi:

– Geber!

Fakat geberip gebermediğini de bilmiyordu. Bildiği bir şey varsa, genç kızlık hayallerinin tümü yıkılmıştı. Evet, ölmekle yaşamak arasında bir seçim yapmakla baş başa bırakılmıştı. Bir saat önce koparıp, solunca kaldırıp attığı papatyalardan farksız gibiydi.

Kalktı, evin yolunu tuttu.

Elif, düşünüyordu. Düşünmekte geç kaldığını düşünmeden düşünüyordu. Hadiseyi olduğu gibi kabul etmekten başka çaresi yoktu. Hayat anlayışının ters oluşu, onu bilmediği istikametlere itmişti. Belirli bir noktaya geldikten sonra, kürekleri salıverdi… Evet, okyanusun büyüklüğü onu alâkadar etmiyormuş gibi, dümeni hadiselerin akışına terk etti.

Hırsını, bir an bile dudaklarından bırakmadığı sigarasından alıyordu. Oturduğu odada, pencerenin önünden bir yere kımıldamıyor, bazen boğucu kâbusların tesiri ile titrek ellerini dağınık saçlarına götürüp yoluyordu. Hayatın tozpembe görüşlü sahte perdesi ortadan kalkmış hakikat bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmıştı. Fakat bu pişmanlık, geleneklerinden uzak olarak yetişenlerde, kısa bir zaman için hüküm sürerdi…

Yine odasına kapanmış, affedilmez hatasının işkencesini çekiyordu. Beyninde kapkara düşüncelerin kervanı dolaşırken kafasını pencereden sarkıtıp, dışarıya baktı. Taşkın bir heyecanla geri çekilip, pencereyi kapadı. Caddeden geçmekte olan polis, sanki onu pencereden çekip hapse götürecekti…

Oda kapısının habersiz açılışı, heyecanını daha da alevlendirdi. İçeri giren, annesiydi…

Annesi, odanın kapısını açar açmaz sigara dumanından tıkanır gibi öksürdü, zorla nefes aldı… İlk işi odayı havalandırmak olmuştu.

Elif, pencereyi açmak için uzanan ellere korku ile baktı. Geriye çekildi. Annesi kızının bu hâline kızmıştı:

–    Bu ne hâl be kızım, bu dumanların arasında nasıl nefes alıyorsun?

Her evlâtta, annesine karşı olan naz, çocukluktan kalma bir alışkanlıktır. Elif, cevap yerine, gözlerinden inci gibi yaşlar akıtmaya başladı. Bu hâl, çekemeyeceği bir ıstıraba giriftar oluşun neticesiydi. Anne, şaşkın şaşkın kızının gözlerine baktı, kızı ağlıyordu. İlgilenmek yerine, umursamazlıkla omuz çekip dudak büküşü görmeye değerdi:

–    Aaaa, bu da nesi?

Elif, içini çeke çeke ağlarken, annesi ikinci soruyu sormak lüzumunu bile hissetmemişti. Çok acele yapılması gereken bir işi olmalıydı:

–    Eh, ne hâlin varsa gör. Üç beş yaşındaki bir çocuk gibi dizlerimin dibine oturtup gönlünce gidemem ya. Zaten oyun partisine geç kaldım.

Acele acele odadan çıkıp gitti. Annenin lâkayt davranışı, Elif’in yaralı gönlünü daha da sızlattı…

***

Sıcak, insanın tepesini delecek gibi ortalığı yakıp kavururken, caddeler kimsesiz denilecek kadar tenha idi. Cemalettin Bey, uzun bir yolculuğun yorgunluğunu duyarak yürüdü. Kapısının önüne gelmişti. Elindeki valizi yere bıraktı, mendilini çıkarıp terini sildi… Derin bir nefes aldıktan sonra kapının ziline bastı, açılmasını bekledi. İçeriden cevap verilmeyince fasılasız zili çaldı. Dişlerini sıkarak:

–    Hay Allah, bu saatte nereye gidebilirler? Diye homurdandı. Kendisinde anahtar olduğunu hatırlayıp elini cebine götürdü:

–    Hah, üzerimdeymiş, diyerek çıkarıp kapıyı açtı. İçeri girer girmez, etrafı yorgun bakışlarla taradı… Kimseler yoktu. Elindeki valizi bir tarafa bırakıp, sedirin üzerine uzandı. Yorgun kafasında, içini kemiren bazı soruların yorumunu yapmaya çalıştı… Sırt üstü uzandığı sedirde, gözlerini tavana dikti… Beyni derin düşüncelerin pazarı oldu…

–    Bu da hayat mı? Diye mırıldandı… Yeniden iç dünyasına gömüldü… Aklından neler geçmiyordu ki? Düşündükçe içinde isyan bulutları kaynadı:

“İki gün evde beş gün dışarıda. Üstelik, geldiğin zaman evde kimseyi de bulamazsın. Bilmem şu anda hangi oyun partisindedir? Alın teri ile kazandığım paraları, kim bilir nasıl sorumluluk duymadan harcıyordur?” diye içini çekti.

“Böyle de evlilik mi olur?” diye söylendi. “Ben, geceyi gündüzüme katıp kazanayım, Semra Hanım götürüp kumara versin. Ben nasıl bir erkeğim Yarabbi? Zamanında nasıl da müsaade ettim ona? Bütün suç bende. Bana olan yakınlığı, ölçüsüz harcadığı paranın hatırı için…” Sonra kızını hatırladı:

“Ya Elif, o nerede olabilir? Yoksa o da annesinin tipik bir örneği olarak mı yetişiyor? Ben, ne akılsız bir adamım?” Kaşlarının üzerinde ağrılar birikti. Elleri ile kaşlarını kıyasıya sıkıştırdı. Düşüncelerini kafasından bir türlü atamıyordu. “Sorumluluk taşıdığım bu yuvaya karşı vazifem, para kazanmaktan ileri geçmedi… Bir gün olsun kızımla bir baba gibi ilgilenmedim. Genç, güzel, en tehlikeli çağında bir kız… Şu anda tek başına nerelerde olabilir? Hayırlısı ile onu da yuvadan uçurabilseydim.” Az sonra yorgunluktan içi daldı. Uzandığı sedirin üzerinde uyuyakaldı. Uyku bütün düşüncelere çekilen perdeydi… Uyudu…

Birkaç saat uyudu. Kapının açılış sesi ile gözlerini ovuşturarak doğruldu, baktı. Gelen, kızıydı. Dikkatle süzdü…

Karşılaştığı manzara hiç de hoşuna gitmedi. Kafasını önüne eğdi.

–    Bundan fazlasını beklemek de fazla olur, diye mırıldandı. Kendini suçlu bulduğundan sesini çıkartmadı.

Elif, elinde çanta, ağzında sigara, elini kolunu sallayarak, palyaço gibi, babasına yaklaştı. Onu gördüğü halde istifini bile bozmamıştı. Bir büyüğe gösterilmesi gereken saygının dışında, önemsemeden baktı:

–    Hoş geldin baba, deyip odasına geçti.

Cemalettin Bey, kızının bu hâline içerlemişti. Odasına giren Elif’in ardından, mırıldandı…

–    Hoş bulduk kızım, hoş bulduk.

Kafasını önüne eğdi, kara kara düşündü… Meseleye çözüm yolu bulduğunu sanıp biraz rahatladı… Rahatladı ama kendi derdini yine kendine döktü:

“Sorumsuzlukların arkasında acı hakikatler yatar. Bana öz kızım, yedi kat el gibi davrandı. Onu kendi içgüdüsünün emrine terk etmek, babalık bağlarını bile zayıflatmış. Bu soğuk hava ortadan kalkmalı. Bağlar yeniden sağlamlaşmalı. Tıpkı dört beş yaşlarında olduğu gibi, beni gördüğü zaman “Baba, baba” diyerek koşup sarıldığı günlere dönmeliyiz.” Elini kaşlarının üzerine bastırdı, ağrısı devam ediyordu. Baba olarak mutlaka bir şeyler yapmam gerekiyor, diye kendini zorladı… İşe bir gezi ile başlamayı uygun buldu.

Acılı Piknik

Bunaltıcı sıcaklığa rağmen, hafif hafif esen meltem, yüzünde biriken ter damlacıklarını yalayarak geçiyordu.

Saçlarını zor kımıldatan bu yorgun rüzgârı çok sevmiş olacaktı ki; “İnsanın arzu ettiği hiçbir şey, gönlünce devam etmiyor” diye düşündü. İçinden bu yorgun rüzgârın durmadan esmesini diliyordu…

Kır gezisi diye geldikleri bu yerde, dikili bir ağaca rastlayama-mıştı… O kadar güzel manzarası olan yerler varken babasının bu çıplak araziyi tercih edişine mânâ veremedi. Boş bir ovanın ortasında sivrilmiş küçük bir tepenin eteğine gelip oturdular. Elif daha gezinin başlangıcında olmasına rağmen, usanmış görünüyordu. Babasına sitemle sordu:

–    Affedersin baba, sanki gidecek hiçbir yer yokmuş gibi neden buraya geldik? Dibinde gölgelenebilecek bir ağaç, şırıl şırıl akan bir su kenarı, yemyeşil bir toprak, hayat dolu bir tabiat dururken… Daha baharda iken, bahara yetim kalan bu çıplak arazide işimiz ne?

Cemalettin Bey, dalgın bakışlarını tepenin üzerinde gezdirdi… Dudaklarında acı bir bükülüş belirdi… Elif’in yüzüne bakıp içini çekti:

–    Ah kızım, Allah her yere ayrı ayrı güzellik vermiştir. Her insana ayrı ruh verdiği gibi, dedi.

Parmağı ile tepenin başını gösterdi:

–    Şu tepenin başını görüyor musun?

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Nahide – Yarım Kalan Mucize

Editor

Kızıma Mektuplar

Editor

Metal Fırtına- 4 Turan

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası