Kuraklığın pençesindeki bir uygarlığın ve onu kurtarmak için bir araya gelen cesur insanların öyküsü
“Şarkı Kuyusu’na gideceğim. Oradaki suyu içecek ve onu ölüm ile çölün ötesinden size getireceğim. Nehirleri sizin için coşturacak, bitkileri sizin için büyüteceğim. Sizi kurtaracağım, halkım.” Yeni Archon Alexos, Şarkı Kuyusu’na yapılacak hac yolculuğuna önderlik edecektir. Şarkı Kuyusu’nda Altınlar ve elmaslar olduğu söylenmektedir ve Archon, Yağmur Kraliçesi’yle barış yapmak istemektedir. Ama çöl, Archon ile arkadaşlarını tehdit ederken, bu cesur grup hem zengin olmak hem de tüm gücü ele geçirmek isteyen Argelin’den de bir türlü kurtulamayacaktır. İhanetle tek başına mücadele eden Mirany ise savaşın dehşetiyle yüz yüze kalacaktır…Kâhin’in ardından gelen nefes kesen bu devam kitabında Archon ihanetle dolu bir maceraya atılacak ve halkını kurtarabilmek için aman vermez çölü geçmek zorunda kalacak…
“Suikast girişimleri ve entrika içinde entrika… Bu nefes kesici öykü, okurların serinin son kitabını okumak için sıraya girmesine sebep olacak.”
– Kirkus Reviews-
“Giderek artan heyecan… Baş döndürücü bir hız… Bir sonraki kitap lütfen.”
-School Librarian-
“Abartılı söz sanatlarıyla göz boyamaya çalışmayan, gerçekten iyi bir yazardan bir başka kitap… Okurken nefes nefese kalacaksınız.”
-The Independent-
“Sofistike olduğu kadar mütevazı bir üslupla okurları içine çeken bir dünya yaratılmış.”
-The Bulletin of the Center for Children’s Books-
“Fisher olağanüstü, detaylı ve inanılır bir dünya yaratmış, karakterler âdeta canlı.”
– School Library Journal-
***
Mirany aya yazılı sözcükler görüyor
Demek söylentiler doğruydu. Bunlar fildi.
İri cüsseleri Mirany’yi hayrete düşürdü. Akşam sıcağında büyük bir yarım daire oluşturarak durmuşlardı; tam on iki canavar, kuyrukları hışırdıyor, kocaman kulakları yelpaze gibi sinekleri kovalıyordu. Sırtlarında kuleler vardı. Bunlar kapılan ve pencereleri abartılı ve zevksiz bir şekilde boyanmış, içinde koyu tenli tüccarların oturduğu, mücevher ve altın püsküllerle bezenmiş ahşap tahtırevanlardı.
Alacakaranlık basarken, Köprü’ye gelmeden önce Sözcünün hemen sol tarafında otururken hayvanları izledi. Yağmur Kraliçesi’nin mükemmel yansıması olan kocaman dolunay, tam tepelerinde asık duruyordu. Çölün sonsuz boşluğunun önünde, yol üzerinde yakılmış ateşler Ölüler Kenti’nin kapkara surları üzerinde yumuşak ve titrek bir ışıkla parıldıyordu. Hafif bir esinti harmanisini koluna doğru savurdu, bililerinin ince gümüş bilezikleri çınladı. Çok aşağılarda kayalara vuran dalgaların sesinden başka bir şey duyulmuyordu.
Ortada duran fil kocaman ayaklarını yere vurarak hantal hantal ileri yürüdü. Halhallarla ağırlaşmış dev ayaklan yumuşak kumun içinde gümbürdüyor, boynunda ve kulaklarında sallanan gümüş zincirler ay ışığında göz kamaştırıyordu. Boynuna küçük çanlar ve gösterişli incilerden oluşan bir koşum takılmıştı, gözlerinin arasında yumruk büyüklüğünde, paha biçilmez bir taş sallanıyordu.
Maskesinin arkasındaki Mirany dudaklarında biriken teri yaladı. Göz delikleri görüşünü sınırlıyordu ama Sözcü Hermia’yı ve Dokuzlardın kalanını görebiliyordu. Kızlar dehşet içindeymiş gibi dimdik oturdukları halde, dev canavar yaklaşırken bronz maskeleri sakince gülümsüyordu. Yanında oturan Rhetia kıpırdandı. Uzun boylu kız dikkatle kalabalığı izliyordu. Toz kadar hafif parmaklan Mirany’nin bileğini kavradı. “Sana bakıyor,” diye fısıldadı.
Soluk atının üzerindeki Argelin’i bulmak zor değildi Gölgeye çekilmiş olsa da zırhı pırıl pırıl parlıyordu, artık onu hiç yalnız bırakmayan on altı iri yan muhafızı silahlıydı ve yüzleri dışa dönük duruyorlardı. Mirany suratını ekşiterek gülümsedi. Diğer adamları da kalabalığın arasına dağılmış olmalıydı. General hiçbir şeyi şansa bırakmıyordu. Ve evet, miğferinin altından bakan gözleri Mirany’ye çevrilmişti. Birden kendini çok savunmasız hissetti. Yine de bugünlerde burada, her yerde olduğundan çok daha güvendeydi.
Hermia ayağa kalktı. Mirany ile Dokuzlar’ın geri kalanı da onunla birlikte kalktı. Fil serin kumların üzerinde yaklaşırken gülümseyen maskeleri, tüy ve mücevherlerle donatılmış baş süslerinin altında ışıldıyordu; tüm renkler inci ışığında soluklaşmıştı.
Dev canavar Köprü’ye ulaştı ve başım eğdi. Kokusu rahatsız edici hatta iğrençti, parfüm ve gübre kokusu birbirine karışmıştı. Mirany hayvanın tozlu cildindeki sayısız kıvrım ve kırışıklıkları, yere doğru eğilirken sarkan göbeğini gördü. Nefesini tuttu. Fi), Sözcünün önünde diz çöküyordu. Hayvan hantalca diz çökerken kuma vuran ön ve arka ayaklarının gümbürtüsü tahta köprüyü titretti. Geniş baş süsünün arkasına gizlenen binici elini çabucak sallayarak konuştu. Fil uzandı, gövdesini kaldırdı ve geceyi soğutan, rüzgâr uğultusunu andıran korkunç bir sesle gürledi.
Hermia ürkmedi, buna rağmen Dokuzlar’dan biri -büyük olasılıkla Chryse- korkudan inledi. Argelin’in atı hııysuzlandı. Fil bir baştan bir başa Dokuzlar’ın oluşturduğu hilal şeklini süzdü. Gözü Mirany”nin üzerinde durdurdu.
Seni tamdı, dedi Tanrı kulağında.
“Tanıdı mı?”
Arkadaş olarak. Onlar çak akıllıdır, Mirany. Hafızaları diğer hayvanlardan daha yaşlıdır.
Gözleri çok küçük, diye düşündü, çukur ve zeki bakıyor. Karşılık verdiğinde sanki hayvanla konuşuyor gibiydi. “Bu kadar zaman neredeydin? Seni bir daha hiç duyamayacağımı sandım.”
Tanrılar’nı yönetmekti gereken bir dünya var. Meşguldüm.
“Sana ihtiyacımız var! Bazı şeyler yanlış gidiyor.”
Filin üzerindeki ahşap eyer sepetinden bir ip merdiven atıldı ve bir adam aşağıya indi. Uzun boylu ve sakallıydı, altın sırmalı, beyaz bir elbise giyiyordu, incilerle süslenmiş giysisiyle dimdik duruyor, sert görünüyordu. Adam ellerini kavuşturdu ve başını eğerek selam verdi.
“Buraya gelme sebebin ne?” Hertnia’nın sesi çölde çınladı.
“Ben Oracle’ın bilgeliğini arıyorum. Tanrı’nın sözlerini duymak istiyorum.”
“Hangi ülkeden geldin?”
Yanıt ağır ve ölçülüydü. “Doğudan, güneşin doğduğu yerden. İnci ve Bal Adalan’ndan, derin denizlenien. Yüce İmparator’a, Bilge İnsan’a, Oracle’ın Parlak Tanrısı’na hediyelerimizi ve dileklerimizi sunmaya geldik.”
Maskeli yüz başını salladı. “Buna nasıl hazırlandınız?” “Oruç tutarak, yıkanarak, arınarak… Üç gün meditasyon yaparak. Gümüş havuzda üç kez yıkanarak…”
“Adın ne?”
“Askelon Prensi Jamil, Tavuskuşu Hükümdarı’nın Yoldaşı.” Hermia manikürlü ellerini kaldırdı. Tırnaklarındaki kristaller parıldadı. “Tanrı’nın hikmeti sonsuzdur,” dedi, “Gün hayırlı, saat kutsal saattir. Fare Efendi’nin Kutsal Bölgesine girin.”
Formaliteler bitti, Prens döndü, başıyla işaret edince onunla aynı tarzda giyinmiş iki adam filin üzerinden inip ona katıldı. Hemen arkalarında Argelin’in askerleri hath iyice kapatmışlardı.
İnci tüccarları kabzaları mücevherle süslü kılıçlarını çekip çarpıcı bir hareketle kuma sapladıktan sonra, Köprü’ye doğru yürüdüler. Hermia hiç konuşmadan yerinden kalkarak döndü, Dokuzlarla birlikte üç yabancıyı Ada’ya doğru götürdü. Bir hafta önce Liman’a gelmişlerdi, oldukça kalabalık olan filoları limana demirlediğinde sanki bütün limanı kaplamıştı. Eşleri parlak renkli giysiler giyiyor, çocukları inci bilezikler takıyordu. Liman’ın tüm nüfusu günlerdir iskeleye akın ediyor, mal balyalarını, kumaşları, gıda maddelerini, değerli taşlan, fil dişlerim, egzotik meyveleri karıştırıyor, takas etmeye, çalmaya, tatmaya çalışıyorlardı. Ada’da bile Mirany’nin uykusu fillerin çıkardığı boru gibi seslerle bölünüyordu; hem korkunç hem büyüleyiciydi.
Ayın altında yürüyüş, diye geçirdi aklından. “Ne isteyeceklerini biliyor musun?”
Biliyorum.
“Onlara doğru yarat verecek mi?”
Sessizce güldü. Ama kısa konuştu. Saray bunun gibi harikalarla dolu Mirany, hepsi benim için. Müzik, gümüş oyun tahtaları ve yiyecekler… hepsi çok lezzetli! Bahçedeki havuzlarda da uzun burunlu ve bıyıklı küçük balıklar var!
Bir an için ses, bir erkek çocuğunun sesi gibi sevinç doluydu. Mirany umutsuzca başını salladı. “Dinle beni! Oblek’in kaybolduğunu bilmiyor musun?”
Bu arada taş kapıya ulaşmışlardı. Kapı yolun solundaydı ve ötesinde, güvenli karanlıkta Oracle’a çıkan basamaklar vardı. Tören Alayı durdu ve Sözcü döndü. “Tann’ran Taşıyıcısı bana eşlik edecek.”
Mirany dudaklarını yaladı ve bir adım öne çıktı. Bir an için o ve Hermia bakıştılar, ağzı açık maskenin arkasındaki Sözcü bakışlarıyla nefret saçıyordu. Sonra arkalarında üç yabancıyla birlikte basamakları tırmandılar. Diğerleri yolda bekledi. Oracle onlara, hatta Argelin’e bile yasakta, gerçi onları nasıl izlediği ve Hermia’nın gözlerinin bir an için onun bakışlarını nasıl yakaladığı Mirany’nin dikkatinden kaçmamışta.
Merdivenler eskiydi ve oldukça aşınmışta. Kekik, pelin ve mersin çalıları boyunca tırmandılar, karanlıkta küçük böcekler ılık taşların üzerinde yanşıyorlardı, Tapınak’ın çatışma yakın bir yerde bir baykuş öttü. Mirany maskesinin altında terliyordu, nefes alışlan hızlı ve gürültülüydü. Hemen arkasındaki üç adam ağır cüppeleriyle zorlanarak yürümeye çalışıyorlardı, en geriden gelen adam bütün pervaneleri üzerine çekecek kadar güzel bir koku salan, sandal ağacından yapılmış bir kutu taşıyordu.
“Hâlâ burada mısın?” diye düşündü Mirany.
Yanıt gelmeyince yüzü asıldı. Gücendirmiş olmalıydı. Alıngan olduğunu biliyordu.
Platforma çıkınca her zaman denizden esen ve burayı serinleten esintiyi hissetti. Kendi ince elbisesi de Hermia’nın kaftanı gibi dalgalanıyordu, minnetle havayı içine çekti ve denizin yüzeyinde huzursuzca çırpınan simsiyah dalgalar ile ufuk çizgisinde pırıl pırıl parlayan ayı gördü.
Hermia döndü. Nefes nefese konuşurken bile sesi sakindi. “Evet, İnci Adamlar. Burası Oracle.”
Adamlar temkinli olmak ister gibi bir arada duruyorlardı. Ay ışığının yansıdığı sert cüppeleri pınl pınl parlıyordu. Taş platformda duran Prens Jamil’in gözleri platform, aşağıdaki yaşlı ağaç ve karanlıkta zar zor görülebilen çukur arasında gidip geliyordu. Prens öne doğru bir adım attı.
“Bekle,” dedi Mirany gergince. “Sözcü’nün hazır olmasını beklemelisin.”
Hermia kollarını iki yana açtı, arkasından gelen Mirany onun Yağmur Kraliçesi’ne ait, kristallerle kaplı mavi kaftanını çıkarmasına yardım etti. Hermia kaftanının altına belden kuşaklı basit beyaz bir elbise giymişti. Ayaklan çıplaktı. İnsanlara sırtını dönerek maskesini çıkardı.
Mirany sepetin içinden Vizyon Şişesi’ni çıkanp ona uzatırken Hermia’nın nefretini, nefesinde öldürme gücü olduğuna inanılan bir ejderhanın ateş püsküren bakışları gibi hissetti. Göz göze geldiklerinde olacakları biliyordu. Taş kesilecek ve üzerine çökerek onu küçülten, sinirlendiren, beceriksizleştiren ve bütün benliğini saran aptal bir korku hissedecekti. Sonra Hermia sıvıyı içti, maskesini yeniden tak» ve güzel altın yüzü Mirany’ye gülümsedi.
Mirany buz kesilerek bir adım geri çekildi.
Hermia platformun karşı tarafına geçti. Erkeklerle arasından küçük buhar demetleri yükseliyordu. Ayaklarının altında Oracle neredeyse karanlıkta kaybolmuştu.
Karanlık bir çukurdu. İçinden duman ve görünmez gazlar yükseliyordu, ağız kısmında kükürtlü kabuklar oluşmuş ve cephesi bazalt kaplanmıştı. Yerin derinliklerine, Yer Altı Dünyasına iniyordu. Tanrı’nın insanlarla konuştuğu ağızdı. Diz çökmüş ve aşağı doğra eğilmiş Hermia’yı gören Mirany aşağıda yatan krallığı, dünyanın zenginliklerinin kopyalarıyla döşenmiş, Tann’mn gölgesinin bulunduğu yeri düşünerek maskesinin ardında gizli gizli gülümsedi. Seth ona hepsini anlatmıştı.
Seth’i düşününce yüzü asıldı. Onu haftalardır görmemişti. Terfi ettiğinden beri görüşmemişlerdi.
Artık onu ilgilendiren başka şeyler olabilir, diyen sesin sahibi eğlenir gibiydi.
Mirany homurdandı. “Kendisi dışında mı demek istiyorsun?” Bu hiç adil değildi. Bunu biliyordu.
Hermia güçlükle soludu. Vücudunun tuhaf dalgalanmaları durmuştu, başını geri atıp Mirany’yi bile ürküten vahşi bir çığlık attı. Tüccarlar apar topar diz çöktüler. Kutuyu taşıyan adam eğildi ve alnını yere koydu.
Şiddetle kıvranan Sözcü sallanarak dizlerinin üzerine düştü. Sonra büyük ve sözsüz bir çığlıkla bağırdı, karanlığa doğru sonsuz bir gazabın haykırışı gibiydi. Ellerini açıp sıcak platforma yaslamış, başını eğmiş, titriyor ve sarsılıyordu.
Mirany sakin bir tavırla adamlara döndü. “Adaklarınızı şimdi yapmalısınız. Fazla yaklaşmayın. Fazla hızlı hareket etmeyin.”
Tüccar Mirany’ye baktı, sonra dönerek kaba bir dilde diğerlerine bir şeyler söyledi. Taşıyan kişi aceleyle kutuyu açınca sandal ağacı ve lavanta kokusu havaya yayıldı. Prens bir hediye aldı ve öne çıktı.
Dikkatli ve abartalı bir yavaşlıkla Oracle’a yaklaştı. Diz çöktüğünde inci kaplı kaftanı sert kıvrımlar oluşturdu, taşlara sürünen ağır nakışlar sessizlikte gürültü çıkarıyordu. Pervaneler sarhoş gibi çukurdan yükselen dumanın içinde dans ediyorlardı.
Prens ellerini uzattı.
Mirany dikkatle baktı. Adamın açtığı avuçlarında gümüşten yapılmış mükemmel bir küre dengede duruyordu, pırıl pırıl cilalanmıştı. Üzerine çizgiler, işaretler, semboller ve küçük bloklar halinde okuyamadığı tuhaf yoğun harflerden oluşan yazılı bir metin oyulmuştu. Dolunay şeklindeydi, soluk ışıkta gökyüzünden eline inmiş bir gök cismine benziyordu. Adam küreyi kaldırınca Mirany ağırlığını algıladı, masif ve paha biçilmezdi.
“Senin için, Parlak Efendi. Sana imparatorların antik hâzinesinden Sırlar Küresi’ni sunuyoruz.”
Dikkatle ellerini çukurun mikroplu havasına kadar indirdi, Mirany’nin de katıldığı bir isteksizlikle ellerini açtı. Küre yanıp sönen bir yıldız gibi düştü. Çok derinlerden takırtı ve şıngırtı seslerini duydular. Sonra sessizlik oldu.
Hermia başını kaldırdı. Ter içindeydi, sesi haşindi ve zorlukla çıkıyordu. “Oracle’dan ne istiyorsun, Lord Jamil?”
Adam topuklarının üzerine oturdu. Usul usul konuşuyordu, “İnci Adamlar topraklarından geçmek için Tanrı’nın iznini istiyorlar. Ay Dağlan’na keşif seferi göndereceğiz.”
Sözcü sallandı. Anlamsız sözler mırıldandı. Sonra, “Ne amaçla?” diye tısladı.
“Dağlarda gümüş madeni damarları var. Uzun zaman, hatta Archon Rasselon’un döneminden bile önce insanlarımızın orada çalışabilmeleri için bir düzenleme yapılmıştı, develerle madenleri Liman’a taşıyabiliyorlardı. Tehlikeli bir iş, çöl çok ıssız ancak biz bu ticaret girişimine yeniden başlamak istiyoruz. Tanrı’nın Tapınak’ı veya kendi iyiliği için talep edeceği bütün ödemeleri yapmayı kabul ediyoruz.”
Sessizlik.
Hermia ürperdi, top gibi büzüldü. Yılan gibi tısladığında tüccar aceleyle doğruldu ve geriledi ama heyecan göstermemeye çalışarak izledi.
Maskesinin arkasında Mirany soğuk bir ifadeyle gülümsedi. Hermia’nın rolünü çok etkileyici biçimde oynadığım itiraf etmek zorundaydı. Hem de Vizyon Şişesi’nde şaraptan başka bir şey olmadığını biliyorsan. Mirany biliyordu çünkü tatmıştı. Hermia büyük ihtimalle zaman kazanmak için bir performans sergiliyor, o arada ne kadar para talep etmesi gerektiğini düşünmeye çalışıyordu. Herhangi bir ticaret anlaşması yapılırsa bunun vergisi çok yüksek olacaktı. Liman aidatı ve rüşvet oldukça fazla tutardı. Argelin ve Tapınak zengin olurdu.
“Hermia ne bekliyor?”
Tanrı’nın sesi hüzünlüydü. Onun ağzından çıkanlar benim sözcüklerim değil. Hem zaten gördü. Hepiniz gördünüz.
“Nerede?”
Gümüş kürede yazıyordu.
Hermia hazırdı. Sallanıyor, terliyor, saçtan rüzgârda uçuşuyordu, altın maskesi yavaşça yukarı kalktı ve biçimsiz, tanınmaz bir sesle tısladı. Sözleri çok derinlerden, zorlanarak ve ona acı veriyormuş gibi çıkıyordu. “Duydum. Cevabım şudur. Çöl benimdir. Ve yasaktır. Girersen benim gazabımda yanarsın. Yeryüzünün damarları kutsaldır, ayın yükseklikleri kutsaldır. Benden başka kimsenin ayağı basamaz. Erkeklerin ayak izleri bir hastalık, bir lanettir.”…