Timaş Edebiyat’ın Çağdaş Dünya Edebiyatı dizisinden çıkan ikinci kitabı, Nobel ödüllü yazar André Gide’in Dar Kapı adlı şaheser niteliğindeki eşsiz romanı…
Hayatın biricik anlamı olacak kadar derinden duyulan bir aşkın trajediye dönüştüğü bu romanda asıl sorgulanan, erdeme giden yolun zorluğudur. Erdeme giden yolda, insanın içinden hiç dinmeyen bir sızı gibi varlığını daima hissettiren yalnızlıklar, bekleyişler, ayrılıklardan doğan ve tahammülü trajediler doğuran çatışmalar yaşanacaktır.
André Gide, insanı düşünmeye ve kendi hayatını tartmaya iten bu romanıyla, aşk ve aşk yüzünden çekilen acıyı merkeze alarak, insan ruhunun en derinlerine inmeyi bir kez daha başarır.
Tercihlerini zor olandan yana kullananların yaşadığı iç fırtınaları gözler önüne seren, yazarın çarpıcı üslubuyla okuru silkeleyen Dar Kapı, unutulmayacak kitaplardan…
***
Sunuş
“Dar kapıdan girmeye çabalayın. Çünkü kişiyi yıkıma götüren kapı büyük ve yol geniştir. Bu kapıdan girenler çoktur. Yaşama götüren kapı ise dar, yol da çetindir.
Bu yolu bulanlar çok azdır.” Matta (Luk.13:24) / İncil
Yazılış süreci yaklaşık üç yılda tamamlanan Dar Kapı, ilk defa 1909 yılında yayımlanır. Andre Gide’in eleştirmenler tarafından en yaratıcı dönemleri olarak nitelenen süreçte yazdığı ve yayımlandığında büyük kitlelere ulaşan ilk romanlarından olan Dar Kapıda, bir gençlik aşkı aracılığıyla erdem ve ilahi aşk kavramları sorgulanır.
Andre Gide, romanda özyaşamöyküsüne göndermeler yaparak, kendi deneyimlerini ve yaşamı anlamlandırma çabalarını gözler önüne serer. Romanın başkarakteri Jerome, tıpkı Gide gibi küçük yaşta önce babasını, daha sonra annesini kaybettikten sonra kendisini, derin saygı ve aşk duygularıyla bağlandığı kuzeni Alissa’ya adamıştır. Alissa ise Gide’in henüz on üç yaşındayken âşık olduğunu fark ettiği ve evlendiği kuzeni Madeleine’in ta kendisidir. Romanda geçen “Fongeusemare’daki ev”, kuzeninin Cuverville’de yaşadığı ve Gide’in 1895’de Madeleine ile evlenmelerinden 1939’da Madeleine’in ölümüne kadar her yaz birkaç haftasını geçirdiği evin aynısıdır. Romandaki mektuplaşmaların çoğu da genç Andre ve Madeleine’in yazışmalarından alınmıştır.
Hayatın biricik anlamı olacak kadar derinden duyulan bir aşkın trajediye dönüştüğü bu romanda asıl sorgulanan, erdeme giden yolun zorluğudur. Erdeme giden yolda, hiç dinmeyen bir sızı gibi insanın içinde varlığını daima hissettiren yalnızlıklar, bekleyişler, ayrılıklardan doğan, tahammülü ise trajediler doğuran çatışmalar yaşanacaktır. Jerome bütün erdemlerini aşkıyla ayakta tutarken, Alissa gerçek erdemin her şeyden arınmış olması gerektiğine inanır.
Yazar, insanı düşünmeye ve kendi hayatını tartmaya iten bu romanıyla, aşk ve aşk yüzünden çekilen acıyı merkeze alarak insan ruhunun en derinlerine inmeyi bir kez daha başarır.
Fedakârlık nedir, insan aşk için nelerden vazgeçer, peki ya ilahi aşk? Saflık için, Tanrı’ya tertemiz geri dönmek için, erdem olarak kabul edilen değerleri korumak için insan bazen kendi hayatını verebilir mi?
Tercihlerini zor olandan yana kullananların yaşadığı iç fırtınaları gözler önüne seren; yazarın çarpıcı üslubuyla okuru silkeleyen Dar Kapı, unutulmayacak kitaplar arasında yerini alıyor.
İ. Buket Yılmaz
Birinci Bölüm
Başkası olsa anlatacağım hikâyeden bir kitap yazabilirdi; ama ben bu hikâyeyi yaşarken çok emek harcadım ve bütün erdemimi tükettim. Şimdi hatıralarımı çok sade bir dille anlatacağım. Biraz dağınıklarsa da, onları birbirine yamalamak ya da birleştirmek için hiçbir şey uydurmayacağım. Onları düzenlemek için harcayacağım çaba, bu hikâyeyi anlatarak bulacağımı umduğum en son mutluluk kırıntısını da engelleyecektir.
Babamı kaybettiğimde on iki yaşında bile değildim. Babamın doktor olarak bulunduğu Havre’da onu tutan hiçbir şeyi kalmamış olan annem, öğrenimimi daha iyi tamamlayacağımı varsayarak Paris’e dönmeye karar verdi. Luxembourg yakınlarında Bayan Ashburton’un da bizimle beraber kalacağı küçük bir daire kiraladı. Hiç kimsesi olmayan Bayan Flora Ashburton annemin önce öğretmeni, daha sonra arkadaşı ve en sonunda dostu olmuştu. Aynı derecede tatlı ve kederli görünen, yalnızca yas elbiseleri içinde görebildiğim bu iki kadınla beraber yaşıyordum. Bir gün, sanırım babamın ölümünden uzun süre sonraydı, annem sabahları taktığı başlığın siyah kurdelesini leylak renkli bir kurdele ile değiştirmişti:
– Oo! Anneciğim, bu renk sana hiç olmamış, diye bağırdım.
Ertesi gün yine siyah bir kurdele takmıştı.
Oldukça zayıf bir yapıya sahiptim. Annemin ve Bayan Ashbur-ton’un yorgunluğumu önlemekle meşgul olan şefkat dolu ilgileri beni tembel bir adam yapmadıysa, bunu çalışmayı sevmeme borçluyum. Havalar düzelir düzelmez her ikisi de benim için şehri terk etme vaktinin geldiğine, orada sararıp solduğuma inanırlardı. Her yaz haziranın ortasına doğru, dayım Bucolin tarafından misafir edildiğimiz, Havre yakınlarındaki Fongueusemare’a gitmek için yola çıkardık.
Bucolin Dayımın, diğer bir sürü Normandiya bahçesinden ayırt edilecek hiçbir özelliği olmayan, ne çok büyük, ne de çok güzel olan bir bahçenin ortasındaki iki katlı beyaz evi, geçen yüzyılın kır evlerine benzer. Doğuya bakan yirmi kadar penceresi ön bahçeye, bir o kadarı da arkaya açılır, ama yan taraflarda hiç pencere yoktur. Küçük kareler hâlindeki pencerelerden yenilenmiş olanları, yeşil ve donuk gözüken eskilerinin yanında çok parlak görünürler. Bazılarında anne babalarımızın “kabarcık” dedikleri defolar vardır, bunların arkasından bakılan ağaç biçimsizleşir, önünden geçen postacı birdenbire kamburlaşır.
Dikdörtgen bahçe duvarlarla çevrilidir. Evin önünde, etrafı kum ve çakıl taşlarından oluşan bir yolla çevrili, geniş ve gölgeli bir çimenlik vardır. Duvar bu tarafta bahçeyi saran, oranın usulüne göre sıra sıra kayınlarla çevrili çiftliğin avlusu görülebilsin diye alçalır.
Evin batı tarafında, arkada, bahçe daha rahat gelişir. Yemiş ağaçları önünde çiçeklerle gülümseyen bir yol, Portekiz defne ağaçlarından yapılmış kalın bir perdeyle ve birkaç ağaçla, deniz rüzgârlarına karşı korunur. Kuzey duvarı boyunca uzanan bir diğeri dallar arasında kaybolur. Kuzenlerim ona “karanlık yol” derlerdi. Akşamın alacakaranlığından sonra kimse keyif için oraya gitmezdi. Bu iki yol, iki basamakla bahçenin aşağısındaki meyve bahçesine inerdi. Meyve bahçesinin dibinde, üzerinde küçük gizli bir kapı olan duvarın öbür tarafında, sağdan ve soldan kayın ağaçlarıyla sınırlanmış küçük bir koru bulunuyordu.
Batıdaki avludan yüksek yaylanın göründüğü koruluğun üstünden bakınca yaylayı kaplayan hasadın bolluğu görülür. Ufukta, çok uzakta olmayan bir köyün kilisesi ve akşamları hava sakinken birkaç evden çıkan duman…
Güzel yaz akşamlarında yemekten sonra “aşağı bahçe”ye inerdik. Küçük gizli kapıdan çıkar, ağaçlı yolda etrafı iyi gören bir banka yerleşirdik. Annem, dayım ve Bayan Ashburton, az ilerde, artık ilgilenilmez olmuş bir kireç ocağının sazdan çatısının yanında otururlardı. Önümüzdeki vadiye sis çöker, daha uzaktaki ormanların üstünde gökyüzü altın rengine bürünürdü. İyice kararan bahçede biraz daha oyalandıktan sonra eve döndüğümüzde, bizimle birlikte hemen hemen hiç dışarı çıkmayan yengemi salonda bulurduk… Biz çocuklar için gece burada sona ererdi. Fakat daha geç saatlerde anne babalarımızın yukarı çıktıklarını duyduğumuz zaman, odalarımızda hâlâ kitap okuyor olurduk.
Gün içinde bahçede geçirmediğimiz bütün zamanı, dayımın bürosunda, okul sıralarının yerleştirilmiş olduğu “çalışma odası”nda geçirirdik. Kuzenim Robert ve ben yan yana çalışırdık; Juliette ve Alissa da arkamızda. Alissa benden iki yaş büyük, Juliette ise bir yaş küçüktü. Robert ise dördümüzün en küçüğü.
Burada yazmaya çalıştıklarım çocukluğumdan kalan ilk hatıralarım değil, bu hikâyeyle bağlantılı hatıralarımdır. Gerçekten de her şey babamın öldüğü yıl başladı diyebilirim. Belki yasımız yüzünden aşırı derecede uyarılmış olan hassasiyetim, belki de yaradılışımdaki keder, en azından annemin kederli görünümü, yeni heyecanlara hazırlıyordu beni. Erken olgunlaşmıştım. Bu sene Fongueusemare’a geldiğimizde Juliette ve Robert bana daha küçüklermiş gibi göründüler. Oysa Alissa’yı gördüğümde hemen anladım ki ikimiz de çocuk değildik artık.
Evet, tam babamın öldüğü yıldı. Oraya gidişimizden kısa bir süre sonra annemin Bayan Ashburton ile yaptığı bir konuşma yanılmadığımı kanıtlıyor. Annemin arkadaşıyla konuştuğu odaya aniden girmiştim, yengemden bahsediyorlardı. Annem onun yas tutmamasına ya da yastan çıkmış olmasına içerlemişti (Annemi parlak elbiseler içinde görmek ne kadar imkânsız geliyorsa, yengemi siyah elbiseler içinde görmek de bir o kadar imkânsızdı benim için). Oraya gittiğimiz gün, yengem hatırladığım kadarıyla yün bir elbise giymişti. Her zamanki gibi uzlaştırıcı olan Bayan Ashburton annemi sakinleştirmeye çalışıyordu. Korka çekine:
– Sonuçta, beyaz da yas rengi sayılır, diye iddia ediyordu.
– Peki omuzlarındaki kırmızı şal için de mi yas rengi diyeceksiniz ? Flora, beni çok kızdırıyorsunuz, diye bağırdı annem.
Yengemi yalnızca tatil zamanında görebiliyordum. Şüphesiz yazın sıcaklığı yüzünden onu hep yakası oldukça açık ince giysiler içinde görüyordum. Ama bir de çıplak omuzlarına attığı şalların ateşli renkleri ve dekoltesi annemi iyice çıldırtıyordu.
Lucile Bucolin çok güzel bir kadındı. Sakladığım küçük portresi o zamanki hâlini gösteriyor. Her zamanki gibi yan oturarak verdiği bu resimde, büyük kızının ablasıymış gibi genç görünür: Başını hafifçe, yapmacık bir şekilde kıvrılmış küçük parmağını dudağına götürdüğü sol eline doğru eğmiş. Yer yer ensesine dökülmüş saçlarını iri ilmekli bir saç filesi topluyor; yakasının yuvarlaklaştığı noktada, siyah kadifeden gevşek bir kurdeleye takılı İtalyan mozaiğinden bir kolye sarkıyor. Kocaman fiyongu olan siyah kadife kuşağıyla, bacağından sandalyenin arkasına astığı geniş kenarlı hasır şapkası çocuksu havasını daha da artırıyor. Aşağı sarkan sağ elinde kapalı bir kitap tutuyor.
Lucile Bucolin sömürgelerde doğan Avrupalılardandı. Anne babasını hiç tanımamış ya da çok erken kaybetmişti. Annem daha sonra, henüz çocuğu olmayan Papaz Vautier’nin terk edilmiş ya da yetim olan bu kızı aldığını ve kısa süre içinde Martinique’i terk ettikten sonra, Bucolin ailesinin yıllardır yaşadığı Havre’a getirdiğini anlatmıştı. Vautier ve Bucolinler sık sık görüşüyorlardı. Dayım o zamanlar başka bir ülkede bir bankada görevliymiş. Bundan üç yıl sonra ailesinin yanına dönüp küçük Lucile’i görünce hemen âşık olmuş, anne babasının ve annemin hayal kırıklığına rağmen evlenme teklif etmiş. Lucile o sırada on altı yaşındaymış. Bu arada
Madam Vautier’nin iki çocuğu olmuş ve günden güne garip bir şekilde belirginleşen bu evlatlık, ablanın çocuklarını etkilemesinden endişe duymaya başlamış. Zaten maddi durumları da kötüleşmiş… Annem Vautierlerin, abisinin teklifini neden bu kadar sevinçle karşıladıklarını açıklamak için anlattı bunları. Öyle sanıyorum ki genç Lucile aşırı derecede canlarını sıkıyordu. Havre insanını bu kadar çekici bir çocuğun nasıl karşılandığını kolayca tahmin edecek kadar iyi tanıyorum. Sonradan tanıyıp tatlı, ölçülü ve aynı zamanda saf bulduğum Papaz Vautier, entrika karşısında savunmasız, kötülüğe karşı tamamen silahsız bu harika adam, umutsuz bir durumda olmalıydı. Madam Vautier’ye gelince hemen hemen benimle yaşıt, daha sonra arkadaş olacağım dördüncü çocuğunun doğumunu yaparken ölmüştü…
Lucile Bucolin hayatımızda çok az yer alıyordu. Yanımıza yalnızca öğle yemeğini yemek için inerdi. Sonra hemen sofaya ya da bir hamağa uzanır, akşama kadar orada yayılır, ancak bitkin bir hâlde yeniden kalkardı. Bazen, tamamen mat alnında bir ıslaklığı kurulamak istermiş gibi bir mendil taşırdı. Çiçekten çok meyve kokusuna benzeyen, kokusuna ve zarifliğine hayran olduğum bir mendildi bu. Bazen kemerinden, çeşitli başka nesnelerle birlikte saatinin zincirinde asılı duran kaygan gümüş kapaklı küçük aynasını çıkartır, bir parmağıyla dudağına dokunarak kendine bakar, biraz tükürükle gözlerinin kenarını ıslatırdı. Genellikle elinde bir kitap, neredeyse her zaman kapalı duran bir kitap olurdu. Kitabın içinde hayvan kabuğundan yapılmış bir ayraç bulunurdu. Ona yaklaştığınızda sizi görmek için bile olsa gözlerini rüyasından ayırmazdı. Genellikle, ya yorgun ya da dikkatsiz elinden, sofanın kenarından, eteğinin bir pilisinden ya ayna, ya kitap, ya birkaç çiçek ya da ayraç düşerdi. Bir gün kitabı yerden kaldırırken -bu bir çocuğun anısıdır-, bunun bir şiir kitabı olduğunu görünce kızarmıştım.
Akşam yemekten sonra, Lucile Bucolin aile masamıza yaklaşmaz, piyanonun başına geçip Chopin’in ağır mazurkalarını çalardı. Bazen bir ölçüyü bozar, bir akorda takılıp kalırdı…
Yengemin yanında kendimi çok tedirgin hissediyordum. Hayranlık ve korkuyla karışık, sıkıntı veren bir duyguydu bu. Belli belirsiz bir içgüdü beni ona karşı uyarıyordu. Ayrıca annemi ve Bayan Ashburton’ı aşağıladığını hissediyordum. Bayan Ashburton ondan korkuyor, annemse onu hiç sevmiyordu.
Lucile, hâlâ size karşı kin duymuyor olmayı, onca kötülük yaptığınızı bir an olsun unutmayı isterdim… En azından sizden kızgınlıkla bahsetmemeyi deneyeceğim.
***
O yaz bir gün, -belki de sonraki yazdır, çünkü hep aynı olan bu dekorun içinde, üst üste konmuş hatıralarım bazen birbirine karışabiliyor- bir kitap aramak için salona girmiştim. Yengem oradaydı. Hemen çıkacaktım. Her zaman beni görmemiş gibi yapan yengem, bu defa bana seslendi:
– Neden bu kadar çabuk gidiyorsun? Jerome! Yoksa seni korkutuyor muyum?
Kalbim hızla çarparak ona doğru yaklaştım. Öyle gerektiği için gülümseyip, elimi uzattım. Bir eliyle elimi tutarken diğeriyle yanağımı okşuyordu.
– Annen seni ne kadar kötü giydiriyor, zavallı çocuk, dedi.
O zaman üzerimde geniş yakalı bir gemici gömleği vardı. Yengem gömleğimin yakasıyla oynamaya başladı.
– Gemici yakalarının çok daha fazla açık olması gerekir, dedi gömleğin bir düğmesini açarken. Bak bakalım böyle daha iyi değil misin?
Sonra yüzümü yüzüne doğru çekti, çıplak kolunu boynuma doladı, elini yarı açık gömleğimden içeri soktu. Gülerek gıdıklanıp gıdıklanmadığımı sordu ve aşağıya doğru indi… Öyle bir sıçradım ki gömleğim yırtıldı. Yüzüm alev alev kaçarken arkamdan bağırıyordu:
– Koca aptal!
Bahçenin sonuna kadar koştum. Orada meyve bahçesindeki küçük sarnıca mendilimi sokuyor, alnımı, yanaklarımı, boynumu, bu kadının dokunduğu her yeri siliyordum.
***
Bazı günler Lucile Bucolin kriz geçirirdi. Kriz birdenbire gelir, bütün evi alt üst ederdi. Bayan Ashburton çocukları oradan uzaklaştırmak ve onlarla ilgilenmek için acele ederdi. Ama salondan ya da yatak odasından gelen çığlıkları duymamak çocukların elinde değildi. Dayım paniğe kapılırdı. Havlu, kolonya, eter aramak için koridorlarda koşuşturduğu duyulurdu. Akşam yengemin her zamanki gibi katılmadığı yemekte kaygılı ve yaşlanmış bir adam gibi otururdu.
Krizi geçer gibi olduğunda, Lucile Bucolin çocuklarını, en azından Robert ve Juliette’i yanına çağırırdı, ama asla Alissa’yı değil. Bu üzücü günlerde Alissa odasına kapanırdı. Babası bazen onun yanına giderdi, çünkü en çok Alissa’yla konuşurdu.
Yengemin krizleri hizmetçileri çok etkiliyordu. Krizin her zamankinden daha şiddetli olduğu bir gece, annemle beraber odasında oturuyorduk; buradan salonda olup bitenlerin pek farkına varılmaz. Aşçının koridorlarda:
– Beyefendi çabuk aşağı ininiz! Hanımefendi ölmek üzere, diye bağırarak koşturduğunu duyduk.
Amcam, Alissa’nın odasındaydı. Annem onu karşılamak için odadan çıktı. On beş dakika sonra, beraber kaldığım odanın önünden açık pencerelere dikkat etmeden geçerlerken annemin sesini duydum:
– Sana bir şey söyleyeyim mi dostum: Bütün bunlar tamamen bir oyun, dedi ve hecelerin üstüne bastıra bastıra tekrar etti: Oyun.
***
Bu olay yaz tatilimizin sonlarına doğru, yasımızdan iki sene sonra olmuştu. Yengemi bundan sonra uzun süre görmemiştim. Ancak ailemizi alt üst eden üzücü olaydan ve Lucile Bucolin’e karşı duyduğum henüz belirsiz ve karmaşık duygularımın tam bir nefrete dönüşmesine sebep olan küçük tesadüften bahsetmeden evvel, size kuzenimden bahsetmenin zamanı geldi.
Alissa Bucolin çok güzeldi; ama henüz bunu fark edecek durumda değildim. Beni onun yanında tutan şey, ondan hoşlanmamın nedeni, güzelliğinden başka bir çekiciliği olmasıydı. Şüphesiz annesine çok benziyordu, fakat bakışlarındaki ifade öylesine değişikti ki, daha sonraları bu benzerliği hiç fark etmez oldum. Bu yüzü betimlemekte zorluk çekiyorum; çizgileri, gözlerinin rengi bile aklımda değil. Bununla birlikte gülümseyişindeki neredeyse kederli denilebilecek ifade ve gözlerinin üzerinde, onları büyük daireler hâlinde çevreleyerek düzgün bir şekilde yukarı doğru kalkan kaşları gözümün önüne geliyor. Onlar gibisini hiçbir yerde görmedim. Ah evet, Dante döneminden kalmış bir Floransa heykelinde gördüm ve çocuk Beatrix’in onunkiler gibi geniş bir yay çizen kaşları olduğunu kolaylıkla hayal edebiliyorum. Bu kaşlar bakışlara hem kaygılı, hem de güvenli bir soru ifadesi veriyor; evet tutkulu bir soru. Ondaki her şey soru ve bekleyişti. Bu sorunun beni nasıl ele geçirdiğini ve hayatıma dönüştüğünü anlatacağım size.
Bununla birlikte Juliette daha güzel görünebilirdi. Neşe ve sağlık ona ışık katıyordu. Onun güzelliği, ablasının zarafeti yanında çok belli oluyor ve herkesin dikkatini çekiyordu. Robert’e gelince, onu başkalarından ayıran bir özelliği yoktu. Sadece benim yaşlarımda bir çocuktu. Juliette ve Robert’le oynuyor; Alissa ile konuşuyordum. O oyunlarımıza hiç karışmıyordu. Bu kadar uzaktan geçmişime daldığımda onu ciddi, tatlı tatlı gülümserken ve düşünceye dalmış hâlde hatırlıyorum. Nelerden konuşuyorduk? Birazdan anlatmayı deneyeceğim. Fakat önce, bir daha ondan bahsetmemek için yengemle ilgili olanları anlatmayı deneyeceğim.
Babamın ölümünden iki sene sonra Paskalya tatilini geçirmek için annemle beraber Havre’a geldik. Şehirdeki evleri oldukça dar olduğu için Bucolinlerin yanında değil de, annemin ablalarından birinin yanında kalıyorduk; onların evleri daha genişti. Çok az görme fırsatı bulduğum Plantier Teyzem, uzun zamandır duldu. Yaşça benden epey büyük ve karakter olarak da farklı çocuklarını yeni yeni tanıyordum. Havre’daki ismiyle “Plantier Evi” şehrin içinde değil, “La Cote” adı verilen ve şehre yukarıdan bakan bir tepenin üzerindeydi. Bucolinler merkezde oturuyordu. İki ev arasında kısacık bir yol meydana getiren bir yokuş vardı; gün içinde bu yokuşu birçok defa yuvarlanıp tekrar çıkıyordum.
O gün öğle yemeğini dayımlarda yedim. Dayım yemekten kısa bir süre sonra çıktı, bürosuna kadar ona eşlik ettim. Ardından annemi almak için Plantierlerin evine gittim. Orada annemin teyzemle birlikte dışarı çıktığını ve ancak akşam yemeğine döneceğini öğrendim. Akabinde yeniden, çok nadir olarak serbestçe dolaşabildiğim şehre indim. Denizdeki sisin kasvetli bir hava verdiği limana gittim; bir ya da iki saat rıhtımlarda dolaştım. Birdenbire yanından daha yeni ayrıldığım Alissa’yı şaşırtma isteği uyandı içimde… Şehri koşarak geçtim, Bucolinlerin kapısını çaldım. Hızla merdivenlere doğru hareket etmiştim bile. Kapıyı açan hizmetçi beni durdurdu:
– Yukarı çıkmayın Mösyö Jerome! Çıkmayın, madam bir kriz geçiriyor.
– Yengemi görmeye gelmedim, diyerek yanından geçtim.
Alissa’nın odası üçüncü kattaydı. Birinci katta salon ve yemek odası, ikincide ise içinden seslerin yükseldiği yengemin odası… Önünden geçmek zorunda olduğum odanın kapısı açıktı. Odadan bir ışık çizgisi çıkarak merdiven sahanlığını kesiyordu. Görülmekten korkarak bir an tereddüt edip gizlendim ve hayretler içinde şunları gördüm: Yengem, perdeleri tamamen kapalı, iki şamdandaki mumlardan çıkan ışıkla neşeli bir şekilde aydınlanmış odanın ortasında uzun bir koltuğa uzanmıştı. Ayaklarının dibinde Robert ve Juliette, arkasında teğmen üniforması içinde tanımadığım bir genç adam vardı. Şimdi bu iki çocuğun varlığı bana korkunç geliyor, ama o zamanki saflığımla bu beni biraz yatıştırmıştı. Çocuklar gülerek, flüt gibi sesiyle:
– Bucolin! Bucolin! Eğer bir koyunum olsaydı adını kesin Bucolin koyardım, diye bağıran yabancıya bakıyorlardı.
Yengem de kahkahalarla gülüyordu. Genç adama yakması için bir sigara uzattığını ve bu sigaradan birkaç nefes çektiğini gördüm. Sigara yere düştü. Adam onu almak için eğilirken ayakları bir eşarba dolanmış gibi rol yaparak yengemin önünde dizlerinin üstüne düştü. Bu gülünç sahne oyunundan yararlanıp, görünmeden sıvıştım.
***
İşte Alissa’nın kapısı önündeyim. Bir an bekliyorum. Alt kattan kahkahalar ve ses çınlamaları yükseliyor. Belki de kapıyı çalışım bu sesler yüzünden duyulmadı; çünkü hâlâ bir cevap bekliyorum. Yavaşça, buna boyun eğen kapıyı itiyorum. Oda Alissa’yı hemen fark edemeyeceğim kadar karanlık. Alissa yatağının başucunda diz çökmüş, ölmekte olan gün ışığının sızdığı pencereye arkasını dönmüş durumda. Ayağa kalkmadan arkasını dönüyor, yaklaştığımda mırıldanıyor:
– Oh Jerome, neden geri döndün?
Öpmek için eğiliyorum, yüzü gözyaşlarına boğulmuş…
O an hayatımı belirleyen an oldu, bugün bile yüreğim daralmadan hatırlayamıyorum. Alissa’nın sıkıntısının sebebini şüphesiz tam olarak anlayamıyordum fakat bu sıkıntının, bu çarpıntılı küçük yürek için, hıçkırıklarla sarsılan bu zayıf beden için çok ağır bir sıkıntı olduğunu hissedebiliyordum.
Hâlâ diz çökmüş oturan Alissa’nın yanında, ayakta kalmıştım. Kalbimin bu yeni hissini açıklayacak hiçbir şey bilmiyordum, ama başını kalbime, ruhumun dışarı aktığı dudaklarımı alnına bastırıyordum. Aşk ve merhametle doluydum; hayranlık, fedakârlık ve erdem duygularının belirsiz bir karışımıyla sarhoş gibiydim. Bütün gücümle Tanrı’ya sesleniyor, bu çocuğu korkuya, kötülüğe ve hayata karşı korumaktan başka bir şey düşünmeden kendimi Tanrı’ya adıyordum. Sonunda ben de dualar içinde diz çöktüm; onu kollarıma alıp bana sığınmasını sağladım. Belli belirsiz konuştuğunu duyuyordum:
– Jerome, seni görmediler değil mi? Oh! Çabuk git! Seni görmemeleri lazım.
Sonra, daha yavaş bir sesle ekledi:
– Jerome, kimseye anlatma. Zavallı babam hiçbir şey bilmiyor.
Böylece anneme hiçbir şey anlatmadım. Ama Plantier Teyzemle annemin bitmez tükenmez fısıldaşmaları, takındıkları gizemli, telaşlı, üzüntülü tavırlar, konuşurlarken her yaklaştığımda “Hadi çocuğum, başka yerde oyna!” diyerek beni uzaklaştırmaları, bütün bunlar, bana Bucolinlerde geçen olaylardan tamamen habersiz olmadıklarını gösteriyordu.
Paris’e döneli çok geçmemişti ki, acil bir haber annemi Havre’a geri çağırdı: Yengem kaçmıştı.
– Biriyle mi kaçmış? diye sordum Bayan Ashburton’a. Annem beni onunla bırakmıştı. Olay yüzünden çok üzülen sevgili yaşlı arkadaşımız:
– Bunu annene sorarsın yavrum, ben hiçbir şey söyleyemem, dedi.
İki gün sonra o ve ben annemin yanına gitmek için yola çıktık. Bir cumartesi günüydü. Dayımın kızlarını kilisede görebilecektim, tek düşündüğüm şey buydu; çünkü çocuk aklımla bu tekrar karşılaşmanın kutsanmasına büyük önem veriyordum. Ne de olsa yengem beni pek ilgilendirmiyordu. Anneme hiçbir şey sormamanın daha erdemli bir hareket olacağına karar verdim.
Küçük kilisede, o sabah çok insan yoktu. Papaz Vautier o gün, hiç kuşku yok ki kasıtlı olarak vaaz konusu için Hazreti İsa’nın şu sözlerini seçmişti: “Dar kapıdan girmeye çabalayınız.”
Alissa benden birkaç sıra öndeydi. Yüzünü yandan görebiliyordum. Gözümü ondan ayıramıyordum, kendimden geçer gibi dinlediğim sözleri onun aracılığıyla duyuyormuşum gibi geliyordu bana. Dayım annemin yanında oturuyor ve ağlıyordu.
Papaz önce bütün sureyi okudu: “Dar kapıdan girmeye çabalayın. Çünkü kişiyi yıkıma götüren kapı büyük ve yol geniştir. Bu kapıdan girenler çoktur. Yaşama götüren kapı ise dar, yol da çetindir. Bu yolu bulanlar çok azdır.” Sonra konunun bölümlerini belirterek önce geniş yoldan bahsetti. Kendimden geçmiş bir hâlde, rüyadaymışım gibi yengemin odasını görüyordum yeniden, uzanmış kahkahalar atan yengemi ve gülen parlak teğmeni görüyordum. Gülmenin, neşelenmenin düşüncesi bile yaralayıcı ve onur kırıcıydı; bunlar günahın iğrenç abartılışına dönüşüyorlardı.
“Bu kapıdan girenler çoktur…” diye tekrarlıyordu Papaz Vauti-er, sonra konuyu iyice anlatıyordu. Ben süslü püslü, gülen bir kalabalığın gruplar hâlinde neşeyle ilerlediğini görüyor, bu kalabalığın içinde yerimin olmadığını, olmasını da istemediğimi hissediyordum. Çünkü onlarla beraber attığım her adım beni Alissa’dan uzaklaştıracaktı. Papaz metnin başına tekrar dönüyor, ben girmek için çabalanması gereken dar kapıyı görüyordum. İçine daldığım rüyada kapıyı bir silindir gibi canlandırıyor, büyük çaba harcayıp, mutluluğun lezzetini de aldığım olağanüstü bir acı duyarak giriyordum o kapıdan. Bu kapı Alissa’nın odasının kapısına dönüşüyordu, ben girmek için küçülüyor, içimde bencillikle ilgili ne varsa boşaltıyordum. “Çünkü yaşama götüren yol dardır.” diye devam ediyordu Papaz Vautier. Ben her türlü çile ve üzüntüyü çekmenin dışında ruhumun daha şimdiden susadığı, saf, mistik ve meleklere özgü bir başka sevinci hayal ediyor, onu anlamaya çalışıyordum. Keskin, aynı zamanda yumuşak bir keman sesinde Alissa ve benim yüreklerimizin eriyip tükendiği şiddetli bir alev olarak tasarlıyordum bu sevinci. Beraber, Apocalypse’in bize bahsettiği bembeyaz giysilere bürünmüş olarak el ele, aynı amaca bakarak ilerliyorduk. Bu çocukluk düşlerimin insanı güldürmesinin hiç önemi yok benim için. Hiç değiştirmeden anlatıyorum onları. Eğer karışık gibi görünüyorlarsa, karışıklık kelimelerden ve bir duyguyu tam olarak açıklamak için gereken görüntülerin eksikliğinden geliyordur ancak.
– “Buyolu bulanlar çok azdır”, diye tamamlıyordu papaz Vautier.
Dar kapının nasıl bulunacağını anlatıyordu. “…çok azdır”, ben de bu kişilerden olacaktım.
Vaazın sonlarına doğru öyle gergindim ki, biter bitmez dayımın kızını görmeye çalışmadan oradan kaçtım: Gururdan, kararlarımı sınamak isteyerek (çünkü karar almıştım) ve onu, ondan uzaklaşmak suretiyle hak edeceğimi düşünerek.
İkinci Bölüm
Bu sert eğitim, anne ve babamın sıkıca bağlı oldukları, kalbimin ilk heyecanlarını egemenliğine alan Püriten disiplin örneğiyle birleşe-rek benim erdem diye tanımlandığını duyduğum şeye eğilimli, doğuştan göreve hazır bir ruh oluşturmuştu bende. Başkalarının kendilerini koyvermeleri ne kadar doğalsa, benim için de kendimi tutmak o kadar doğaldı. Boyun eğmek zorunda kaldığım herhangi bir sertlik beni yıldırmıyor, aksine neredeyse hoşuma gidiyordu. Mutluluktan çok, onu elde etmek için harcayacağım sonsuz çabanın peşindeydim; mutluluk ve erdemi birbirine karıştırıyordum. Kuşkusuz, on dört yaşındaki bütün çocuklar gibi kararsız, kolayca etki altına girebilen bir çocuktum. Alissa’ya olan aşkım beni bu yöne gitmeye zorluyordu. Bu benim için, kendi bilincime vardığım, ani bir iç aydınlanması getirdi beraberinde: İçine dönük, açılmayı bece-rememiş, bekleyiş içinde, başkalarıyla pek ilgilenmeyen, pek girişken olmayan ve yalnızca kendisini ilgilendiren zaferlerden başkasını düşünmeyen biriydim. Ders çalışmayı seviyordum; oyunlardan düşünmeye ve çaba sarf etmeye zorlayanları tercih ediyordum. Benim yaşımdaki çocuklarla çok az görüşüyor, eğlencelerine ya onlara olan sevgimden ya da onları hoşnut etmek için katılıyordum. Bununla birlikte, ertesi sene Paris’e gelip benim sınıfıma giren Abel
Vautier ile arkadaşlık kurmuştum. Nazik, yavaş bir çocuktu. Düşüncelerimin durmadan ziyaret ettiği Havre ve Fongueusemare ile ilgili konuşabildiğim Abel’e karşı, saygıdan çok sevgi duyuyordum.
Kuzenim Robert Bucolin’e gelince, bizimle aynı liseye, ama iki sınıf aşağıya yatılı olarak girmişti. Onu yalnızca pazar günleri görebiliyordum. Diğer kuzenlerime pek az benzeyen Robert onların erkek kardeşi olmasaydı, onu görmekten hiç zevk almazdım.
O sıralarda aşkımla meşguldüm ve onun aydınlığında bu iki arkadaşlık önem kazandı benim için. Alissa, İncil’in bana bahsettiği o çok değerli inciye benziyordu; bense sahip olduğu her şeyi onun için satan kişiydim. O zaman ne kadar çocuk olursam olayım, kuzenim için beslediğim duyguları bu şekilde adlandırmakta ve aşktan bahsetmekte haksız mıyım? Daha sonra tanıdığım hiçbir şey benim için bu ada daha layık görünmedi, zaten tenimin en belirgin endişelerinden üzüntü duyacak yaşa geldiğim zaman da duygularım pek değişmedi. Çocukken yalnızca hak etmeyi düşündüğüm kuzenime, dolaysız bir şekilde sahip olmaya kalkışmadım. Çabalarımı, sevap amacıyla yaptıklarımı mistik bir davranışla Alissa’ya adıyor, yalnız onun için yapıp ettiklerimi bilmesine izin vermeyerek aşırı bir erdemle davranıyordum. Böylece baş döndürücü bir alçakgönüllülükle sarhoş oluyor, bununla beraber, kendi zevklerimi düşünmeden, çaba sarf etmemi gerektirmeyecek şeylerden uzak durmaya alışıyordum ne yazık ki.
Bu üstünlük yarışı onu da benim kadar kışkırtmıyor muydu? Alissa’nın bu konuya duyarlı olduğunu, yalnızca kendisi için çaba sarf ettiğim bu kızın benim için ya da benim yüzümden herhangi bir şey yaptığını sanmıyorum. Onun hazırlıksız ruhunda her şey en doğal hâliyle kalıyordu. Erdemi kendi hâline terk edilmiş gibi doğal, iyilik doluydu. Bakışının ağırbaşlılığı, çocuksu görünüşü yüzünden çok sevimli görünüyordu. Bu tatlı, şefkatle soru soran bakışlarını yukarı kaldırdığını görebiliyor, çaresizlik içindeki dayımın büyük kızının yanında teselli, destek ve huzur aramasını çok iyi anlıyordum. Ertesi yaz, dayımı kızıyla konuşurken çok sık görür oldum. Acısı onu iyice yaşlandırmıştı, yemeklerde ya hiç konuşmuyor ya da sessizliğinden daha can sıkıcı gelen ani, yapmacık bir sevinç gösteriyordu. Alissa’nın onu almaya geldiği akşam saatine kadar bürosunda kalıp sigara içiyor, dışarı çıkması için kendine yalvartıyordu; sonra Alissa onu bir çocukmuş gibi bahçeye çıkarıyordu. Birlikte çiçekli yolu geçerek, meyve bahçesine inen merdivenlerin yanına, daha önce sandalyeleri taşıdığımız yere oturuyorlardı.