Bu Dehliz’den Çıkamayacaksınız….
Bizans İmparatorluğunun Vârisi, Ve Peşinde Olduğu Miras.
Ekümenlik Ve Yeni Bizans Hayalini Kuran Bir Tarikat.
İstanbul Tekrar Konstaninopolis Mi Olacak?
Medeniyetler İttifakına Ev Sahipliği Yapan Bir Şehir Medeniyetler Çatışmasının Merkezi Haline Gelmek Üzere.
İstanbul Hiç Bu Kadar Tehlikede Olmamıştı.
Sepya Kitaplar’dan maceraseverlere yepyeni bir gerilim: Dehliz
İstanbul’da işlenen cinayetlerle başlayan romanda Faruk neler olup bittiğini anlamaya çalışırken ona yardım edenlerle birlikte siz de Anemas Zindanları’ndan Kariye’ye, St. Antuan kilisesi’nden Yenikapı Mevlevihane’sine sürükleneceksiniz.
Hem de türlü medeniyetlerin beşiği olan İstanbul’un yeniden fethi söz konusuyken…
İstanbul, Medeniyetler İttifakı ileri gelenlerini ağırlarken, özellikle korunması gereken bir lider varken öyle tehlikeli ki!
Türk okuru uzun zamandır beklediği gerilim yazarı ile tanışıyor: Erdoğan Eyrik
Akıcı kalemiyle sürüklediği macerada okurunun soluk almasına fırsat vermeyen, gerilim dolu anlarda bir bakışmanın içerdiği duygusal anların yoğunluğunu olduğu gibi aktarabilen, her satırıyla bir sonraki bölüme koşturan bir yazar…
Sokak sokak anlattığı İstanbul, sonuna dek güven veren arkadaşlıklar, izin verilmese de filizlenen bir aşk ve tarih kokan dokusuyla Dehliz, temposuyla karakterlerine de okuruna da yavaşlama izni vermeyen bir roman.
DEHLİZ
BİRİNCİ BÖLÜM
Loş ve puslu bir koridordan geçerek geniş ve boyası dökülmüş duvarlarla çevrelenmiş bir odaya geldi. Kendi ayak sesleri ve uzaklardan gelen boğuk bir ağlama sesinden başka hiçbir şey duyulmuyordu. Odanın içerisine serpiştirilmiş kırık dökük birkaç eşyanın ortasından geçerek ağlama sesinin geldiği yere ulaştığında, odanın sonundaki eski kanepenin arkasında yere bağdaş kurarak oturan bir kadın gördü. Elleri ile dizlerini sıkıca kavramış öne arkaya ritimsiz bir şekilde sallanıp duruyordu. Uzun siyah saçları yüzünü tamamen kapatmış, kafası sanki omuzlarının ortasında kaybolmuş gibiydi. Faruk ince uzun parmaklarıyla yerde oturan kadının koluna dokundu. “Hanımefendi iyi misiniz?” dedi çatallaşmış sesiyle. Kadın, cevap vermeden saçı başı dağılmış bir halde Faruk’a döndü. Kafasını kaldırıp kıpkırmızı gözlerle baktığında, Faruk irkilerek kendisini geriye doğru attı. Kadının gözlerinden yanaklarına doğru kan damlaları süzülüyordu. Faruk geriye doğru gitmek istedikçe olduğu yerde kalıyor, çırpındıkça kadına daha da yakınlaşıyordu.
Çalan telefonun sesiyle aniden uzandığı kanepeden doğrulup sehpanın üzerine bıraktığı telefonunu aldı. Duyduğu ses oldukça telaşlı geliyordu. “Alo Faruk!”
“Efendim?”
“Ne o yoksa uyuyor musun?”
“Hayır. Az önce geldim. Sadece biraz uzanmıştım.”
“Saat beşte buluşacaktık umarım unutmamışındır.”
Faruk, Altan’ın sitemkâr sesi karşısında şaşırarak çalışma masasının üzerindeki saate baktı. “Yoo unutmadım tabii ki, hem daha bir saat var. Tam zamanında oradayım.”
“Tamam görüşürüz.”
Faruk telefonu kapatarak derin bir nefes alıp oturduğu kanepeden doğruldu. Hâlâ az önce gördüğü rüyanın etkisindeydi. ‘Aslında alışmış olmalıyım,’ diye düşündü. Yaklaşık iki aydır hemen hemen her gece aynı rüyayı görüyordu. En çok merak ettiği şey rüyasındaki kadının kim olduğuydu. Eğer saçları sarı olsa onu Velazquez’in Las Meninas (Nedimeler)resmindeki cüce kadına benzetebilirdi. Tüm bu rüyaların bir anlamı olmalıydı. ‘Tatile çıkmalıyım,’ diye geçti aklından. Washington Üniversitesi’ni bitirip özel bir üniversitenin arkeoloji bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaya başladığından bu yana tatile çıkmamıştı. Kimine göre dışarıdan gıpta ile bakılacak bir yaşantısı olmasına rağmen hayatı sıkıcı olmaya başlamıştı. Hızla oturma odasının bitişiğindeki banyoya gidip yüzünü yıkadı. Göğsü hâlâ acıyordu. Sızlayan yerini eliyle ovuşturup kendi dikkatsizliğine kızdı. Hayatına biraz olsun renk getirmek için haftada birkaç gün, öğleden sonraları Kendo dersi almaya başlamıştı ama bugün işler biraz ters gitmiş ve rakibi elindeki Shinai ile sağlam bir darbe indirmişti. “Bundan sonra daha dikkatli olmalıyım,” dedi yüksek sesle. “Yoksa vücudumda sağlam bir kemik kalmayacak.” Hafifçe gülümsemek bile göğsünün sızlamasına yetmişti.
Usulca gömleğinin düğmelerini çözerken etrafta üstüne giyebileceği temiz bir kıyafet aradı. Normalde düzenli titiz biri olmasına rağmen evinin bu halini gören herhangi biri hiç de öyle düşünmeyecekti. Haftada üç gün gelen temizlikçi kadın işi bırakmış, yerine de başka birisini bulamamıştı. Giysi dolabının kapağını aralayıp kalan son temiz gömleğini acıyan koluna rağmen zorlanarak da olsa üstüne giydi. Kapının yanında duran askılıktaki kalın ceketini üstüne geçirip tekrar kolundaki saatine baktı, yeterli vaktinin olması içini rahatlatmıştı. Bu soğuk havada Sultanahmet’e gitmeye üşense de Altan’ı kıramayacağını çok iyi biliyordu. Amerika’daki üniversite yıllarında bir kafede tesadüfen tanıştıklarından bu yana aralarında çok sağlam bir dostluk kurmuşlar ve aynı fakülteyi birer sene arayla bitirip farklı yerlerde olsa da aynı şehirde iş hayatına atılmışlardı. Son derece neşeli, güler yüzlü ve esprili biriydi. Ta ki beş ay öncesine kadar. Altan, çalıştığı fakültede ona bile söylemediği çok gizli bir proje için çalışmaya başladıktan sonra, önce birlikte çalıştığı öğretim üyesi arkadaşı şüpheli bir kaza sonucu ölmüş, sonra da tamamen değişik bir insan haline bürünmüştü. Sürekli kafası bir şeylerle meşgul olan şüpheci, asık suratlı, tedirgin ve içine kapanık bir insan haline gelmiş ve görüşmeleri seyrekleşmişti. Zaten son iki aydır hiçbir şekilde ona ulaşamamıştı. Ne yaşadığı binada ne de çalıştığı fakültede görmüşlerdi onu. Sonra birdenbire telefon açıp mutlaka görüşmek istediğini, bunun hayat memat meselesi olduğunu söylemişti. Arabasının kontak anahtarını çevirirken onun nasıl bir belaya bulaştığını düşündü. Faruk arkadaşı için son derece kaygılanmıştı. Bunca zamandır nereye kaybolduğunu, neden kendisini aramadığını ve neden buluşmak için Sultanahmet Meydanı’nı seçtiğini çok merak ediyordu. ‘Neyse az kaldı. Nasıl olsa birazdan hepsinin cevabını öğreneceğim,’ diye geçirdi içinden. Önünde ağır aksak ilerleyen arabayı geçerek Sultanahmet’e doğru gaza bastı.
İKİNCİ BÖLÜM
Her şeyin tamam olup olmadığını son kez kontrol etti. İşinde gerçekten çok titizdi. Şüphesiz bunun en büyük nedeni yapacağı çok küçük bir hatanın bile sonu olacağını bilmesiydi.
Otuz beş yaşlarında kahverengi düz saçlı ve atletik vücutluydu. Her zaman bu özelliğinden dolayı kendisi ile gurur duyardı. Her ne kadar birlikte olduğu kadınlar hoşlarına gittiğini söylese de şakaklarında oluşan beyaz gölgeler, şüphesiz ki onun yavaş yavaş yaşlanmaya başladığının bir göstergesi idi.
Paul Fransız asıllı Avusturyalı göçmen bir aileden geliyordu. Paris’in kenar mahallelerinde geçen, çocukluğundan ergenliğe geçtiği yıllarda babasının işinden dolayı Avusturya vatandaşlığına geçerek Viyana’da yaşamaya başlamışlardı. Bu yeni işi kabul ettiğinde ona müthiş bir para teklif edilmişti. Her şey hazırdı. İstanbul’da bir kursta Fransızca öğretmenliği yapacak, aynı anda gerekli bilgileri toplayıp işi bitirecekti. ‘İşin sonuna geldim,’ diye düşündü. Bundan beş ay önce müşterisinden ilk telefonu aldığında karşısındaki ses ondan istenen şey ile ilgili fazla meraklı olmaması gerektiğini defalarca tekrar etmişti. Sonra müşterisi uzun bir süre kendisi ile hiç irtibata geçmemiş ve bir gün buluşmak istediğini söylemişti. Paul müşterileri arasında her türden insan olmasına alışkındı, ama ona bildirilen randevu noktasına ulaştığında şaşkınlıktan küçük dilini yutacak gibi oldu. Buluşmaya gelen orta yaşlı, esmer, hafif kirli sakallı, rahip kıyafeti giymiş bir adamdı. Önceleri kendisini yanıltmak için böyle giyindiğini düşünse de konuşma ilerledikçe karşısında duran adamın dinî bilgisi kıyafetini doğrular nitelikteydi. Ona sadece Rahip diye hitap edilmesini istemiş bunun haricinde kendisiyle ilgili başka bir bilgi vermemişti.
Tüm bunları düşünürken içini bu iş karşılığında alacağı beş milyon doların sıcaklığı kapladı. İlk kez bir iş için bu kadar para teklif edilmişti. Böyle bir miktarda para teklif edildiğine göre öldüreceği insanın çok önemli bir insan olması gerektiğini düşünmüştü, ama işi kabul ettikten sonra yaptığı araştırmalarda yanıldığını anladı. Bazı tuhaf halleri olsa da kurbanı sıradan basit bir yaşantısı olan kendi halinde biriydi.
“Öldüreceği adam kimdi? Onun ölmesi Rahip için neden bu kadar önemliydi?”
Çantasını son bir kez daha kontrol edip hızla fermuarını çekti.
“Annem bile beni tanıyamaz,” dedi kendi kendine. Ne de olsa kılık değiştirme konusunda bir uzmandı. Kafasına geçirdiği siyah uzun bir peruk, dudaklarının iki yanından aşağıya doğru taşmış gür bıyıklar ve konuşmasına verdiği İspanyol aksan ile bambaşka birisi olmuştu. Dedesinden kalan siyah kadranlı saatini cebinden çıkarttı. Zaman gelmişti. Hemen kaldığı otelden çıkıp yirmi metre ilerideki diğer otele girdi. Aslında İstanbul’da kaldığı süre boyunca yaşadığı bir ev vardı ama işi şansa bırakmamak için geceyi Sultanahmet’teki bu otelde geçirmişti. Lobideki yaşlı adam kapıdan içeriye giren müşteriyi görünce nezaketen gülümsedi. “Hoş geldiniz!”
“Gracias (Teşekkür ederim),” dedi Paul. İspanyol aksanlı yarım yamalak Türkçe ile hemen daha önce rezervasyonunu yaptırdığı odanın anahtarını istedi.
Yaşlı adam yavaş hareketlerle arkasında duran anahtarlığa uzanıp, üzerinde krom metal bir parça asılı olan anahtarı aldı. “Pasaport por favor (Pasaport Lütfen).”
Paul ceketinin iç cebine koyduğu pasaportu resepsiyonun üzerine bırakıp sert bir şekilde ihtiyar adama çıkıştı. “Biraz acele eder misiniz lütfen!”
İhtiyar adam kırışmış elleriyle oda anahtarını uzattı. “Kusura bakmayın efendim. Buyurun anahtarınız.”
“Önemli değil, sadece çok yorgunum ve hemen uyumak istiyorum.”
Paul anahtarı alıp ucuz yer kaplamasının üzerine bıraktığı çantasını aldığında resepsiyonun yanında duran çocuk elindeki çantaya uzandı. Paul istem dışı bir refleksle çantayı kendisine doğru çekti. On beş on altı yaşlarında uzun boylu zayıf ve çelimsiz çocuk bu hareket karşısında şaşkınlığını gizleyemedi. “Afedersiniz,” dedi, “İzin verirseniz çantanızı odanıza çıkartayım.” Çocuğun çantanın ağırlığından şüpheleneceğini düşünerek yüzünü ekşitti. “Teşekkür ederim, ben çıkartırım.” Lobide duran insanların şaşkın bakışları arasında yukarıya çıkmakta olan Arap turistin bindiği asansöre yetişmek için hızla koştu. Tam kapanmak üzere olan otomatik kapıyı tutarak içeriye girdi. Asansörde bulunan altmış yaşlarında siyah kıvırcık saçlı tombul adama gözlerini kısarak selam verdi ‘Muhtemelen bir Cezayirli,’ diye düşündü.
Asansörden inip 208 numaralı odadan içeriye girdiğinde tekrar saatini kontrol etti. “Lanet olsun seni ihtiyar bunak,” diye homurdandı. Otellere müşteri kabulü sırasında yaşanan seremoniden oldum olası hoşlanmazdı. Hesaplarına göre üç dakika geç kalmıştı. Çantasını artık rengi grileşen bir çarşafla örtülmüş yatağın üzerine fırlatarak açık olan pencereye yürüdü. Her zamanki yoğunluğuyla Sultanahmet Meydanı ve onun kenarındaki Alman Çeşmesi tam karşısında duruyordu. Yüzüne çarpan sert rüzgârdan başka bir aksilik yok gibiydi. Memnuniyeti karşısında duran aynadan kendisine yansıdı “Perfecto (Mükemmel),” dedi gülerek. Acele ile yatağın ucuna gelip çantasından çıkarttığı Amerikan yapımı M24‘ün parçalarını birleştirmeye başladı.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Sultanahmet Adliyesi’nin yanındaki otoparka arabasını park edip hızla Altan’ın söylediği yere doğru yürümeye başladı. Geç kalmak istemiyordu çünkü Altan, randevularına sadık ve çok dakik olmasıyla tanınırdı. Yanından geçen tramvayın gürültüsü eşliğinde Firuzağa Camii’ni geçerek meydana ulaştı. Sağ tarafında bütün ihtişamı ile duran Sultanahmet Camii’nin altı minaresi gökyüzünü kaplamış gri bulutlara değecek gibi duruyordu. Meydan her zamanki canlılığı ve ihtişamıyla bir açık hava müzesinden farksızdı. Akşam üstüne doğru iyice soğuyan hava ile içi titreyen Faruk meydanın mistik havası eşliğinde, kalabalık turist guruplarını yararak hipodromun hemen başında duran Alman çeşmesinin yanına geldi. Alman İmparatoru II Wilhelm’in ikinci defa İstanbul’a gelişi sırasında Padişah 2. Abdülhamit’e hediye ettiği çeşme 1900 yılından bu yana bütün güzelliği ile zamana meydan okuyordu.
Faruk gözlerini kararmaya başlayan gökyüzüne dikerek uzun zaman önce gördüğü Alman Çeşmesi ile ilgili ders kitaplarında okuduklarını hatırlamaya çalıştı. Sekizgen bir yapı ve sekiz adet koyu yeşil renkte somaki kolonun taşıdığı yeşil renkli kubbesinin altın mozaiklerle kaplı iç kısmı ile Mimar Schoele’nin bir örneği daha olmayan şaheseriydi. ‘Tuhaf bir hediye,’ diye düşündü.
Çeşmenin büyüsüne kapılmış bakınırken, yanından bağırarak geçen simitçi çocuğun sesi ile irkildi. Üzerindeki eski siyah kazağın aşınmış dirsekleri ve en az onun kadar eski pantolonu ile yüzü soğuktan kıpkırmızı olmuş bir vaziyette simit satıyordu. Faruk’un dikkatlice kendisine baktığını gören çocuk sararmış dişleriyle gülümsedi. “Simit ister misin ağabey?”
Faruk başını salladı. “Hayır sağ ol.”
Küçük çocuk Faruk’un konuşmasını hiç umursamadan kafasının üzerindeki tepsisiyle çeşmenin başındaki kalabalık turist gurubunun içerisine daldı. Faruk tüm dikkatini bu küçük çocuğa verdiği sırada omzuna dokunan bir el ile kendine geldi.
Dağılmış saçları, uzamış sakalı ve boşluğa dalan bakışları ile akademisyenden çok akıl hastanesinden kaçmış bir hastayı andırıyordu. Alt kısımları mosmor olmuş gözleri ve yorgunluktan çökmüş yüzü onun günlerdir uykusuz kaldığını ele veriyordu. “Ne oldu sana böyle,” dedi Faruk. “Berbat görünüyorsun.” Elini Altan’ın tozlanmış omzuna koydu. “Seni nasıl merak ettiğimi tahmin bile edemezsin. Nereye kayboldun? Neden beni hiç aramadın?”
Altan mahcup bir ifadeyle arkadaşına baktı. “Arayamazdım. Senin de hayatını tehlikeye atamazdım.”
Faruk, Altan’ın neden bahsettiğini anlamak için sokuldu. “Ne tehlikesi?”
Altan’ın sesi heyecanlı çıkmıştı. “Bizim fakülteden Profesör Kutay Gürpınar ile çok gizli bir proje üzerinde çalışıyorduk.”
Faruk araya girdi “Şu intihar eden profesör mü?”
“Hayır,” dedi Altan dişlerini sıkarak. Sanki bir delinin gözleri ile bakıyordu. “İntihar etmedi. Bu projeden haberdar olan birileri tarafından öldürüldü.” Koşuşturarak oynayan iki küçük Alman çocuğunun aralarından geçmesini beklerken duraksadı. “Bu adamlar çok tehlikeli, şimdi de benim peşimdeler. İki aydır saklanıyorum ama beni yine buldular.”
“Kimler?” Faruk ciğerlerini temiz havayla doldurarak devam etti. “Neden senin peşindeler? Allah aşkına nedir bu proje?”
Altan’ın sesi bu sefer çok sakindi “Şimdilik bunu sana söyleyemem. Ne olur daha fazla soru sorma.”
Krem rengi uzun pardösüsünün etekleri ani esen rüzgârla dalgalanmıştı. Dikkatlice etrafına bakınarak cebinden çıkarttığı zarfı Faruk’a uzattı “Sen şu zarfı al ve kimseye bir şey söyleme, ben seni ilk fırsatta arayacağım.” Faruk konuşmak için hamle yapsa da Altan’ın sözünü kesemedi. Dosdoğru gözlerini üzerine dikerek konuşmasına devam etti. “Güvenebileceğim tek insan sensin. Yalvarırım bunu al ve benden haber bekle!”
Faruk’un kafası karışmış gibiydi. “Ne var bunun içerisinde?”
“Şu an bunu söyleyemem. Eğer otuz gün içerisinde benden haber alamazsan zarfı açarsın.”
Tepki vermeden zarfa uzanıp ceketinin iç cebine koydu. “Şimdi nereye gideceksin?”
“Bilmiyorum,” dedi kaşlarını çatarak. “Bir süre ortadan kaybolmalıyım. Şimdi gitmem gerekiyor. Kontrol ettim ama yine de takip ediliyor olabilirim.”
Faruk’un duyduklarından dolayı canı sıkılmıştı. “Polise neden gitmiyoruz. Tüm olanları anlatalım.”
“Hayır!” diye karşı çıktı. “Bu adamların ne kadar güçlü olduğunu hayal bile edemezsin. Bu işi bitirmeden kimseden yardım isteyemem. Senden başka kimseye güvenemem anlıyor musun?” Tedirgin bir şekilde meydandaki kalabalığı süzüp tekrar Faruk’a döndü “Ben şimdi gitmek zorundayım. Söylediklerimi unutma. Söz veriyorum seni bulacağım.”
….