On yaşındaki Latince öğrencisi Emil Sinclair, güvenceli aile ortamının dışında sert ve acımasız bir dünya olduğunu erken fark eder. Kendini bulma yolunda delikanlı, din ve ahlak gibi artık inanmadığı kalıplarla birlikte baba evinden de kopar. Küçük yalanlar ve hırsızlıklarla beslenen yaşamında, sağlam çocuk dünyasının çöktüğünü görür. Onu bu acılardan kurtaracak olan kişi, okula yeni gelen bir başka öğrenci: Max Demian’dır. I)emian, Sinclair’in yaşamını yönlendiren, etkileyici başkişi olur. Tanıştığı ve tanıdığı insanlar, Sinclair’in kendini ve benliğini bulma yolunda birer kilometre taşıdır.
Bir gençlik ve öğrencilik romanı olan Demian, yazarın o dönemdeki korkularını ve sorunlarını da yansıtır. Nobel ödüllü yazar Hermann Hesse’nin bu önemli eserini iyi edebiyat seven tüm okurların beğenisine sunuyoruz.
***
Öykümü anlatabilmem için çok eskilere uzanmam gerekiyor. Elimden gelse daha da gerilere, çocukluğumun ilk yıllarına kadar uzanır, burada da durmaz, çok uzaklardaki atalarıma doğru yol alırdım.
Roman yazan sanatçıların âdetidir hep, Tanrı süsü verirler kendilerine, şu ya da bu insanın başından geçenleri sanki tüm ayrıntılarıyla kuşbakışı görüp kavrayabilir ve bunu Tanrı kendi kendine anlatıyormuşçasına, yani tüm çıplaklığıyla, hiçbir noktası önemsiz sayılmayacak şekilde hikâye edebilirlermiş gibi davranırlar. Ben üstesinden gelemem bu işin, benim gibi sanatçılar da gelemez. Ne var ki, benim öyküm benim için herhangi bir sanatçının öyküsünün kendisi için taşıdığından daha çok önem taşıyor çünkü benim kendi öykümdür bu, bir insanın öyküsüdür; kafadan uydurulmuş bir insan değil, olası bir insan, ideal ya da şu veya bu şekilde var olmayan bir insan değil, gerçek bir insan, bir kezliğine ve yaşayan bir insandır bu. Gelgelelim, gerçekten yaşayan bir insanın ne demek olduğu günümüzde her zamankinden az bilinmekte, her biri doğanın değerli ve bir kezliğine denemesi sayılacak insanlar, yığın yığın kurşunlanıp öldürülmektedir. Eğer bir kezliğine insanlar olarak daha fazla bir değer taşımasaydık, içimizden her biri bir filinta kurşunuyla gerçekten saf dışı edilebilseydi, yaşamöykülerini kaleme almanın hiçbir anlamı kalmazdı. Ne var ki, her insan yalnız kendisi değil, aynı zamanda bir kezliğine, tamamen kendine özgü, her bakımdan önemli ve dikkate değer bir noktadır. Öyle bir nokta ki, dünyanın tüm olayları kesişir burada; bir kezliğine, bir daha asla yinelenmeyecek bir kesişimdir bu. Dolayısıyla her insanın öyküsü önemli ve dünya durdukça yaşayacak Tanrısal nitelik taşır, her insan yaşadığı ve doğanın istemini yerine getirdiği sürece olağanüstüdür, her türlü dikkat ve ilgiye layıktır. Her insanda ruh bir ete, kemiğe bürünmüştür, her insanda bir canlı acı çeker, her insanda bir Kurtarıcı çarmıha gerilir.
Bir insanın ne olduğunu günümüzde bilenler fazla değildir. Pek çok kişi bunu sezmekte ve sezdiği için de daha kolay ölebilmektedir; nitekim ben de bu öyküyü kaleme aldıktan sonra daha kolay ölebileceğim.
Kendim için bilen biri diyemem. Araştıran biri oldum hep ve hâlâ da öyleyim ama artık yıldızlarda ve kitaplarda aradığım yok, damarlarımda çağıldayarak akan kanın verdiği dersleri dinlemeye başladım. Anlatacağım öykü hoş değil, düzmece öyküler gibi tatlı ve uyumlu da değil; kendilerini bundan böyle aldatmak istemeyen tüm insanların yaşamı gibi anlamsızlığı, karmaşayı, cinneti ve düşü çağrıştıran bir tadı var.
Her insanın yaşamı, onu kendine götüren bir yoldur, bir yol denemesi, bir yol taslağıdır. Hiçbir insan yüzde yüz kendisi olamamıştır ama yine de herkes gücü yettiğince ilerler bu yolda, kimi biraz daha gözü açık, kimi biraz daha gözü kapalı. Herkes kendi doğumuna ilişkin artıkları, bir ilkçağ dünyasının sümüksü cismini ve yumurta kabuklarını sonuna dek sürükleyip götürür kendisiyle. Kimileri vardır, hiçbir vakit insan aşamasına erişemez, kurbağa olarak, kertenkele olarak, karınca olarak kalır. Kimileri de vücutlarının belden yukarısıyla insan, belden aşağısıyla balıktır. Ama her biri doğanın insan doğrultusunda bir yaratışıdır. Çıkıp geldikleri kaynak ise ortaktır hepsinde: anneler. Hepimiz aynı derinliklerden çıkıp geliriz ama bir taslak, derinliklerden çıkıp gelen bir yaratık olarak her birimiz kendi öz amacımıza varmak için uğraşıp didiniriz. Birbirimizi anlayabiliriz ama kendimizi ancak kendimiz açıklayıp yorumlayabiliriz.
Birinci Bölüm
İki Dünya
Öyküme başımdan geçen bir olayı anlatmakla başlayacağım. On yaşındaydım henüz, küçük kentimizdeki Latince okuluna gidiyordum.
Burcu burcu bir alay koku o günlerden esip geliyor bana doğru, içimi bir sızıyla, tatlı bir ürpertiyle dolduruyor; karanlık sokaklar, aydınlık evler, kuleler, çalan saatler ve insan yüzleri, sıcacık bir rahatlık taşan konforlu odalar, kapılarından içeri hayalet korkusuyla adım atılan gizemli odalar. Sıcacık bir sıkışıklık kokuyor, adatavşanları, hizmetçiler, kocakarı ilaçlan ve kurutulmuş meyve kokuyor her şey. İç içe iki dünya yaşanıyordu burada, gece ve gündüz iki ayrı kutuptan çıkıp geliyordu.
Dünyalardan biri bizim kendi evimizdi, öyleyken daha dar ve daha da sıkışıktı burası, gerçekte yalnızca anne ve babamı içine alacak kadardı. Büyük bölümüyle bana aşinaydı bu dünya, adı anneydi, babaydı bu dünyanın, sevgiydi ve çatılmış kaşlardı, örnek alınacak kişilerdi, okuldu. Yumuşacık parıldardı, aydınlık ve temizdi; sertlikten uzak güler yüzlü sözlerin, yıkanmış ellerin, temiz pak giysilerin, edep ve terbiyeye uygun davranışların yurduydu burası. Burada sabah duaları ve ilahileri söyleniyor, burada Noel kutlanıyordu. Geleccğe doğru dümdüz uzanan çizgileri ve yolları kendisinde barındırırdı bu dünya; ödevler ve kabahatler, vicdan azapları ve günah çıkartmalar, bağışlamalar ve ileriye yönelik olumlu kararlar, sevgi ve saygı, İncil sözü ve bilgelik bu dünyadaydı ancak. Yaşamın aydınlık, güzel ve düzenli bir nitelik taşıyabilmesi için bu dünyaya tutunmak gerekiyordu.
Öteki dünyaya gelince; daha bizim evin göbeğinde başlıyordu ve bambaşkaydı, ayrı bir kokusu vardı bu dünyanın; değişik bir dil konuşuyor, başka vaatlerde bulunup başka şeyler istiyordu insandan. Bu ikinci dünyada hizmetçiler, zanaatkâr oğlanlar, hortlak hikâyeleri, skandallar yer alıyordu; dehşet verici, insanı cezbeden, korkunç ve bilmecemsi nesnelerin oluşturduğu rengârenk bir sel, mezbaha ve tutukevi, bağırıp çağıran içkili kadınlar, buzağılayan inekler, yere yığılıp kalan beygirler, hırsızlıklar, adam öldürmeler, kendi canına kıymalar, hepsi bu dünyadaydı. Dört bir taraf, bu güzelim ve tüyler ürpertici, vahşi ve acımasız nesnelerle doluydu; burnumuzun ucundaki sokakta, yanı başımızdaki evde vardı bunlann hepsi, polisler vızır vızır dolaşıyor ve ipsiz sapsız kimseler ortalıkta kol geziyordu. Sarhoşlar karılarını dayaktan geçiriyor, akşamları küme küme genç kızlar fabrikalardan sökün ediyordu; insanı büyüleyen, büyüyle hasta yapabilen yaşlı cadılar yaşamaktaydı bu dünyada; ormanda haydutlar barınıyor, güvenlik güçleri sağda solda yangın çıkaran kundakçıları yakalıyordu sürekli. Bu ikinci, bu yaman dünya dört bir yanda gürül gürül akıyor, kokusu her yanı sarıyordu; yalnız bizim evin odaları, anne ve babamın kaldığı odalar bunun dışındaydı. Ve böylesi çok daha iyiydi. Bizim evde dirlik düzenin, huzurun ve vicdan rahatlığının, bağışlama ve sevginin bulunması harikulade bir şeydi ama bütün diğer şeylerin, bütün o gürültücü ve çığırtkan, insanın darda kaldığında hemen koşup annesine sığınabileceği o kasvet verici, karanlık, zorba ve hoyrat nesnelerin varlığı da harikuladeydi.
İşin en tuhaf yanı, iki dünyanın sınırlarının gelip birbirine dayanması, iki dünyanın birbirinin bu kadar yakınında yer almasıydı. Örneğin hizmetçimiz Lina salondaki akşam duasında yıkanmış ellerini kırışıkları düzlenmiş önlüğüne bastırarak kapının yanı başında oturup ince sesiyle okunan ilahiye katıldığı zaman, düpedüz anne ve babamın, bizlerin, aydınlıkların ve doğrulukların dünyasında yer alıyordu. Ama hemen ardından mutfakta ya da tahtalardan çatılmış ahırda bana başsız adamın öyküsünü anlatırken ya da küçük kasap dükkânında komşu kadınlarla kavga ederken başka bir kız, öbür dünyaya ait biri olup çıkıyor, çevresini esrarengiz bir hava sarıyordu. Ve herkes için ama en çok da benim için böyleydi durum. Elbette benim yerim aydınlık ve kusursuz dünyadaydı, anne ve babamın çocuğuydum ben; gelgelelim gözümü nereye çevirsem, nereye kulak kabartsam öbür dünyayı algılıyordum, çoğu kez bana yabancı gelmesine, beni hep tedirgin etmesine, içimi korku ve vicdan azabıyla doldurmasına karşın, öbür dünyada da yaşıyordum. Hatta yasak dünyada yaşamaya can atıyordum bazen; çoğu kez bu dünyadan aydınlığa geri dönüş istediği kadar zorunlu ve iyi bir şey olsun, yine de bana daha az güzel, daha sıkıcı ve daha ıssız bir yere dönüş gibi geliyordu. Bazen biliyordum ki, yaşamdaki amacım annemle babama benzemek, onlar gibi aydınlık ve temiz, üstünlük duygusuyla donatılmış biri olmaktı. Ne var ki, o zamana değin uzun bir yol vardı geride bırakılacak, o zamana değin okullarda pineklemek, ders çalışmak, testlerden geçmek ve sınavları vermek gerekiyor, izlenecek yol da hep öbür karanlık dünyanın yanı başından, hatta hemen içinden geçiyordu; üstelik bu dünyaya dalıp dışarı çıkamamak, içinde gömülüp gitmek hiç de olmayacak şey değildi. Böyle bir durumla karşılaşan Müsrif Oğul’ların öyküleri vardı, yiyip yutarcasına okumuştum bunları. Bu öykülerde baba evine ve iyiye dönüş içimde öylesine rahatlatıcı ve şahane bir duygu uyandırıyordu ki, doğru ve özlenmeye değer şeyin salt bu sayılacağını hissediyordum bütünüyle. Ama yine de öykülerin kötülerden ve mahvolmuş insanlardan söz eden bölümü bana çok daha çekici geliyordu. Açıkça söylemek gerekirse. Müsrif Oğul’un nedamet getirip yeniden doğru yolu bulmasına insan neredeyse üzülüyordu. Tabii böyle bir şeyin ne açıkça dile getirilmesi mümkündü ne de akıldan geçirilmesi. Nasılsa vardı işte, bir sezgi, gerçekleşebilir bir şey olarak duyguların ta en dip köşesinde yaşıyordu. Şeytan’ı kafanda bir yerde canlandır deseler, pekâlâ bizim altımızdaki sokakta canlandırabilirdim onu, kılık değiştirmiş olarak ya da kendini hiç gizlemeden, panayır ya da meyhanede dolaştığını düşünebilirdim ama bizim evde asla yeri yoktu, asla.
Kız kardeşlerim de aydınlık dünyanın içinde yer alıyordu. Çoğu kez bana öyle geliyordu ki, mizaç bakımından anne ve babama daha yakındı kardeşlerim, benden daha iyi, daha terbiyeli, daha kusursuzdular. Onlar da hata yapıyordu kuşkusuz, onların da hoşa gitmeyen yanları vardı ama bana öyle geliyordu ki, kız kardeşlerimde pek aşırıya kaçmıyordu bu, bendeki gibi değildi, benim kötüyle aramdaki ilişki çok daha sıkı ve ıstırap vericiydi, karanlık dünya bana çok daha yakındı. Kız kardeşlerimi de annemle babam gibi kollayıp gözetmem, kendilerine saygı göstermem gerekiyordu. Diyelim, aramızda bir kavga çıktı, sonradan hep ben vicdan azabı çekiyor, hep ben kendime kötü kişi gözüyle bakıyor, kavgayı çıkaranın, af dilemesi gerekenin kendim olduğuma inanıyordum. Çünkü kız kardeşlerime kötü davranmakla anne ve babama kötü davranmış sayıyordum kendimi, iyi denen, otorite denen şeye sırt çevirmiş görüyordum. İçimde öyle gizler vardı ki, sokaktaki en sefil çocuklarla kız kardeşlerimden daha kolay paylaşabilirdim bunları. Her şeyin pırıl pırıl ve vicdanımın rahat olduğu günlerde kız kardeşlerimle oynamanın tadına çoğu kez doyamıyordum; onlara karşı iyi ve terbiyeli davranmak, onlarla birlikte olup kendimi yüce ve soylu bir ışık altında görmek ne güzeldi! İnsan bir melek olsa, ancak böyle yaşardı sanırım! Bildiğimiz en yüce şeydi bu ve biz melek olmanın tıpkı Noel gibi, mutluluk gibi aydınlık sesler ve burcu burcu kokularla çepeçevre sarılmanın tatlı ve harikulade bir şey olduğunu düşünüyorduk kendimizce. Gelgelelim, böylesi saatler ve günler ne kadar seyrekti! Oyun oynarken, oynamamıza izin verilen o masum güzel oyunlarla vakit geçirirken durduk yerde coşuyor, sert ve hoyrat davranıyor, kız kardeşlerimi bıktırıyor, kavga ve patırtıya yol açıyordum; kafam kızıyor, korkunç bir insana dönüşüyordum ansızın; öyle şeyler yapıyor ve söylüyordum ki, bunlardaki çirkinliği daha hemen o anda ruhumun derinliklerinde tüm yakıp kavuruculuğuyla hissediyordum. Ardından bunu o berbat ve karanlık saatler izliyor, pişmanlık ve nedamet duyguları içinde kıvranıyordum; sonra da gidip kız kardeşlerimden af dilediğim o nazik an gelip çatıyordu. Derken yine bir aydınlık sarıyordu ruhumu, kendimi hiçbir çelişkiye yer vermeyen suskun ve şükran dolu bir mutluluk içinde buluyordum; birkaç saat ya da birkaç dakika bu duygu yüreğimden silinmiyordu.
Latince okuluna gidiyordum; belediye başkanının ve orman başkorucusunun oğulları da bizim sınıftaydı ve bazen beni görmeye geliyorlardı; ele avuca sığmayan çocuklardı ama yine de yasaklanmamış iyi dünyaya mensuptu ikisi de. Ben, her şeye karşın komşu çocuklarıyla, kendilerine genel olarak yukarıdan baktığımız ilkokul öğrencileriyle yakın ilişkiler içindeydim. İşte şimdi bunlardan biriyle başlayacağım öyküme:
Okulda ders yapılmayan bir öğle sonrasıydı; on yaşımdan biraz büyüktüm, komşu mahalleden iki çocukla kentte serseri serseri dolaşıyordum. Derken büyücek bir oğlan gelip aramıza katıldı; yaklaşık on üç yaşında, güçlü kuvvetli, hoyrat biriydi, ilkokula gidiyordu, bir terzinin oğluydu. İçkicinin biriydi babası, ailenin adı kentte kötüye çıkmıştı. Franz Kromer adındaki bu oğlan hiç yabancım değildi, kendisinden çok korkardım, gelip bize katılması hoşuma gitmemişti. O yaşta erkeksi tavırları vardı, fabrikada çalışan işçi oğlanların yürüyüşüne ve konuşmasına özeniyordu. Kromer’in peşine takılıp köprünün yanı başından ırmak kıyısına indik, ilk kemerin altına girip saklandık, kimsenin bizi görmemesine çalıştık. Köprünün kemerli duvarıyla tembel tembel akan ırmak arasındaki dar kıyı şeridi sırf döküntüden, ça-