İÇİNDEKİLER
9 Önsöz
15 Din ve Psikiyatri
51 Röportaj
61 Otobiyografik Notlar
Irvin Yalom’u yıllar önce Varoluşçu Psikoterapi (Existential Psychotherapy) kitabı ile tanımıştım. Yazdıklarına paralel bir kulvarda yol almaktaydım, ama satırlarıyla anında özdeşleşebilmemin öncelikli nedeni, anlattıklarının yaşamışlık koktuğunu hissetmiş olmamla ilgiliydi sanırım. Psikanalitik eğitiminin bir döneminde Yalom’un ustası konumunda olan Rollo May’in bu yapıtı dinsel bir kitap olarak nitelemiş olduğunu, Yalom’un Oscar Pfister ödülünü alırken yaptığı ve birazdan okuyacağınız metinle karşılaştığımda öğrendim.
May’in bu değerlendirmesi bir dizi düşünsel çağrışımlar yaşamama neden oldu. Dinlerin ortaya çıkışını, insanlığın, tarihi boyunca evrene giderek yabancılaşmış olmasıyla ilintilendirme eğilimindeyim. İnsanın doğayla, dolayısıyla evrenle mesafesi arttıkça, inanç sistemlerinin de daha keskin çizgilerle belirlenmiş hale geldiğini ve sonunda tek tanrılı dinlerin yaratıldığını düşünüyorum. Çevresindeki ağaçlan kız kardeşleri gibi gören Amerika yerlilerinin günlerinden bugüne çok zaman geçti ve bu sürede insan, doğadan uzaklaşmakla kalmayıp, onu karşısına alarak kendisine dönüşü olmayan bir çıkmaz sokak yaratmış oldu. Doğadaki diğer varlıklar dan farklılaştıkça, içindeki varoluşsal boşluğu da artan insan, bunun sonucu, ölüm, hayatın anlamı, özgürlük, soyutlanmışlık gibi varoluş sorunsalları içinde kaybolmuş bir hale geldi. Üstelik evrenle yeniden buluşabilmek umuduyla yarattığı inanç sistemlerinin, çıkar kavgalarının aracı, fanatik olgulara dönüşmüş olması, onu, evrene yakınlaştıracağı yerde daha da uzaklaştırmış durumda.
Günümüz insanının doğaya egemen olma çabasında ona hoyrat ve saygısız davranmasına karşılık, doğanın yüceliğini kabul etmiş doğa insanı ondan ürker ve ona saygı duyardı. Amerika yerlilerinin, tarihlerinin uzak derinliklerinde, her gün batımında korkuya kapıldıkları anlatılır, ya ertesi gün güneş yeniden doğmazsa diye. Bugün doğa ve evren hakkında her zamankinden daha çok bilgi sahibiyiz, ama bilgi sahibi olmak bilge olmak demek değildir. Bizler Amerika yerlilerinin ve Avustralya Aborijinlerinin vaktiyle sahip oldukları bilgelikten yoksunuz. Doğa insanı, evrenin kavrayamadığı gizemlerine karşı duyduğu korkunun üstesinden gelebilmek için Şaman olgusunu geliştirmişti ki bu aynı zamanda, bazı psikolojik tedavi yöntemlerini de içeriyordu. Doğa insanı doğadan korkuyordu, doğadan uzaklaşarak yalnızlaşan bizler ise birbirimizden korkuyoruz. Günümüz insanının sorunsalları, aslında, varoluşsal psikiyatrinin de terapötik süreçler aracılığıyla baş etmeye çalıştığı alanlar. Biz psikiyatristler, bir bakıma, Şaman arketipinin günümüzdeki tezahürleri sayılırız ki bu düşünceye en yakınlaştığım zamanlardan biri Irvin Yalom’la şah sen tanışmamızın ilk saatleri olmuştu. Belki de bu nedenle, ‘”Din ve Psikiyatri”‘ başlıklı bir ödülle onurlandırılmasmı çok doğal karşıladım.
Yalom’un ilk kurgu kitabı Aşkın Celladının dilimize çevrilmesi için çaba gösterdiğim sıralarda idi, bu çabamın ülkemiz okuyucusunun sonraki yıllarda Yalom’la kuracağı yoğun ilişkinin başlangıç noktasını oluşturacağını bilmeksizin. Bu çabalarımın gerçekleşme aşamasına geldiği ve beklemediğim bir zamanda Irvin Yalom’un kendisini karşımda buldum. Tavırları yazdıklanyla uyumlu, zeki, sıcak ve duyarlı bir insan, keskin bir gözlemci. Benim de kurgu yazdığımı biliyordu, onları okuyamadığı için hayıflandığını söylemesinin ardından, nasıl şeyler yazmış olabileceğim konusunda yaptığı tanımlamalar yakalanmışlık duygusu yaşamama neden olacak kadar şaşırtıcı idi. Çoğu zaman etrafta başkaları da olduğundan sadece birkaç kez baş başa görüşebildik, ama bence bu iddiasız bir dostluğun oluşumuna yetti. Haberleşmelerimiz kesintiye uğrayalı hayli zaman oldu. Yine de Kaliforniya’nın Palo Alto kentinde, benimle aynı yaşta ve ortak bir dil paylaşabildiğim bir meslektaşımın var olduğunu bilmek bana iyi geliyor.
Yalom’la karşılaştığım günlerde kendisine tedaviye gelen kişilerden esinlenerek kurgular yazmaya başlamıştı. Bana, özel yaşamlara saygılı olma kaygısının, bu doğrultuda yazma isteklerine getirdiği sınırlamalardan yakındığını hatırlıyorum. O dönemde yazdıklarının en önemli boyutu, yirminci yüzyılın ilk yarısının varoluşsal olarak nitelendirilebilecek psikanalistlerinden Frieda FrommReich mann’dan bu yana ilk kez bir psikoterapistin kulisini de okuyucusuyla paylaşma yürekliliğini göstermiş olmasıydı. Yalom, daha sonraki yıllarda daha farklı alanlara yönelerek bazı Avrupalı filozofların görüşlerinden çağrıştırdığı yapıtlar üretti. Duyguların düşünce ile bu tarz bir harmanlanması bana çok yakın olmadığı için o dönem yapıtlarıyla yeterince özdeşleşebildiğimi söyleyemem. Ölüm ve yaşlılıkla ilgili görüşleriyle de öyle. Ancak, Oscar Pfister ödülü vesilesiyle yaptığı ‘”Din ve Psikiyatri”‘ başlıklı konuşmasıyla derinimden buluşabildim. Umarım diğer okuyucular için de öyle olur. Adı ister inanç sistemi ister psikolojik tedavi yaklaşımı olsun, hepimiz insanın evrenden koparılmış olma trajedisine çareler arama çabasındayız. Seçkin bir bilgenin birikimini yansıtan bu konuşmaya birkaç satırla katılma fırsatının verilmiş olmasından ötürü onur duyuyorum.
Engin Geçtan Şubat 2006
Amerikan Psikiyatri Birliği, 2000 yılı Oscar Pfister ödülüne (din ve psikiyatri alanlarına sağladığı önemli katkılar nedeniyle) Irvin Yalom’u layık gördü. Aşağıda Yalom’un, Amerikan Psikiyatri Birliğinin 2000’in Mayıs ayında New Orleans’ta düzenlenen yıllık toplantısındaki ödül töreninde yaptığı konuşmanın metni bulunuyor. Aynı metin, American Journal of Psychotherapy’de (sayı 32002) de yayımlanmıştır.
Dr. Harding, psikiyatri ve din komitesinin beni bu olağanüstü ödülle onurlandırdığını haber verdiğinde; bu ödülü daha önce almış olan, hepsine de hayranlık beslediğim büyük düşünürlerle aynı safta yer almanın verdiği inanılmaz keyif ile gurur başta olmak üzere, içimi karışık duygular kapladı. Özellikle de, Oscar Pfister ödülünü ilk alan kişinin, akıl hocalarımdan biri olan, şimdi 93 yaşındayken dahi her zamanki kadar itinalı, meraklı ve tutarlı olduğunu belirtmekten mutluluk duyduğum Jerome Frank olduğunu öğrenmek beni çok sevindirdi.
Ama daha başka şeyler de hissetmedim değil ki, bunlar daha karmaşık, garip, kasvetli, anlatması zor duygulardı. “Din mi? Ben mi? Bir hata olmalı.” Bu nedenle, Dr. Harding’e verdiğim ilk yanıt “Emin misiniz? Ben kendimi namazında niyazında bir ateist sayıyorum da,” olmuştu. Yanıtı gecikmedi: “Biz, kendinizi dini sorunlara adadığınıza inanıyoruz.” Bu zarif yanıt beni yatıştırdı ve aklıma, Varoluşçu Psikoterapi adlı akademik metnimi dini bir kitap olarak değerlendirmekte ısrar eden, sonradan yakın dost olduğumuz eski terapistim Rollo May’le yaptığımız sayısız konuşma geldi. Ayrıca Lou Salome’nin, Nietzsche’nin din karşıtı bir bakış açısına sahip dindar bir düşünür olduğuna dikkat çektiğini de hatırladım.
Dolayısıyla, bugünkü konuşmamda, birbirleriyle çelişen bu düşüncelerden doğan sorunlara, özellikle de. Dr. Harding’in de dikkat çektiği gibi, varoluşçu terapiyle ilgili, çoğu zaman dini nitelikte olduğu kabul edilen bazı sorunlara odaklanacağım.
Ayrıca varoluşçu psikoterapiyle dini avuntular arasında yapılan bazı karşılaştırmalardan da kabaca bahsedeceğim. Ben bu iki yaklaşımın karmaşık, gergin bir ilişkisi olduğuna inanıyorum. Bunlar bir bakıma, ataları aynı olan, aynı kaygılara sahip akrabalardır: Her ikisinin de, insanlık durumunun özünde yatan umutsuzluk konusunda yardım sağlamak gibi bir amacı vardır. Zaman zaman müşterek yöntemler kullanırlar bire bir ilişki ve günah çıkarmaya, manevi tahkike, kişinin kendisini ve başkalarım bağışlamasına yönelik yöntemler. Aslına bakılacak olursa, yaşım ilerledikçe, psikoterapiyi bir meslekten ziyade bir meşgale olarak görmeye başladım. Ama her şeye rağmen, psikoterapiyle dini avuntunun özünde yatan inançların ve bu ikisi nin uygulamadaki temel yaklaşımlarının birbirlerine taban tabana zıt olduğu bir gerçektir.
Tarih boyunca, ya da en azından birinci yüzyılla 17. yüzyılın ortasına dek geçen zamanda, varoluş sorunlarıyla en fazla ilgilenmiş filozofların dini bilgelik geleneğinden geldiği doğrudur kast ettiğim, söz konusu filozofların sahip olduğu anlayışın ille de temel dini inançlardan doğmuş olduğu değil; fakat o dönemlerde filozofların gereksindiği entelektüel faaliyetlerin gelişmesine yardımcı olan, ya da bu faaliyetleri destekleyen tek saha, dini kurumlardı. Bu olguya hem olumlu, hem de olumsuz yönden bakmak mümkündür: Olumdur, zira dini kurumlar felsefi araştırmaları teşvik edip onları desteklemiştir (ki, aslına bakılacak olursa, yüzyıllar boyunca bu araştırmaların gelişmesine yardımcı olan tek kurum da onlardı); olumsuzdur, zira dini kurumlar, neyin üzerine düşünüleceği ya da ne tür sorunların incelenebileceği konusunda sık sık kısıtlayıcı bir rol oynamıştır.
Bir keresinde, Nietzsche şöyle bir şey söylemiştir (İKÖ)1:
“Şimdiye dek ortaya çıkmış her büyük felsefenin nihayetinde ne anlama geldiğini yavaş yavaş daha iyi anlamaya başlıyorum: Şöyle ki, her felsefe, yazarının kişisel itirafı ve bir şekilde de, kasıtsız ve istem dışı bir biçimde yazılmış yaşam öyküsüdür; ayrıca şu da var ki, tüm felsefelerin ahlâki (ya da ahlakdışı) amacı, bitkinin tümünün kendisinden türediği yaşam tohumunu oluşturur.”
Böyle bir bakış açısı, her türlü değişmez hakikat olasılığını yadsıma riskini beraberinde getirse de (kaldı ki, Nietzsche’nin seve seve alacağı bir risktir bu), ben yine de Nietzsche’nin bu sözlerini ciddiye alıyorum ve bu nedenle de, sahip olduğum dini bakış açısıyla entelektüel konumumun çıkış noktalarından biraz bahsetmek istiyorum. Erken dini eğitimim, pedagojik açıdan tam bir felaketti ailemin bağlı olduğu Ortodoks Yahudi sinagogu, katı bir boyun eğmezlik arkasına saklanmıştı ki, bu fazlasıyla nahoş bulduğum bir otoriterlikti. Yaşamımın erken dönemlerinde herhangi bir inanç sahibi olma olasılığını tümden kaybettiğim için, uzun vadede belirleyici bir deneyim olmuştur bu. Schopenhauer, serpilmesi istenen bir dini inancın çocukluk yıllarında kök salması gerektiğini hatırlatır bize. Onun sözcükleriyle aktaracak olursak, “İman kapasitesinin en güçlü olduğu dönem, çocukluk yıllandır; dinlerin, o hassas yıllan egemenlikleri altına almak amacıyla diğer her şeyden çabuk davranmak için çaba göstermelerinin nedeni de budur.” Bundan dolayı, erken kök salmış inancın yükünü hiç taşımadım ve inancı da, tıpkı insanlığın erken dönemlerine ait diğer birçok akıldışı inanışla korku gibi, bir yük olarak gördüm.
…