Lütfen tamamını okumak için satın alınız.
DİRİLİŞ, Altın Klasikler Dizisinin 28. kitabı olarak Altın Kitaplar Yayınevi tarafından üçüncü kez, Mart 1975’de, yayınlandı. Kapak resmini Ayhan Erer’in hazırladığı bu kitap, Sıralar Matbaası’nda dizilip basıldı.
Yalnız Rus değil, dünya romanının büyük ustalarından, L. N. Tolstoy, 28 Ağustos 1828’de Tula iline bağlı Yasnaya Polyana’da doğdu. Soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Tolstoy bir buçuk yaşında annesini kaybetti. Tolstoy çok sonraları yakınlarının anlattıklarına göre annesinin bir portresini «Savaş ve Barış» romanında çizecektir.
1837 yılında Tolstoy ailesi Moskova’ya taşındı. O yıl yazarın babası da öldü.
Tolstoy 1844 yılında giriş sınavını kazandıktan sonra Kazan Üniversitesi Doğu Dilleri Fakültesi’ne girdi. Bir yıl sonra da Hukuk Fakültesi’ne geçti, Tolstoy’un üniversite yılları bir öğrenciye yaraşır biçimde geçmiyordu. Zamanının çoğunu üniversite dışındaki yaşantısına adamıştı. Bu arada bol bol Fransız düşünürlerini, özellikle Rousseau’yu ve Montesguieu’yü okuyordu. 1847 yılında Hukuk Fakültesi’nin ikinci sınıfından ayrıldı, Yasnaya Polyana’ya gitti.
1847 yılı baharında ana – baba mirası kardeşler arasında bölüşüldü, Tolstoy’un hissesine Yasnaya Polyana malikânesi düştü. İşte o andan itibaren de Tolstoy 330 erkek nüfusa ve 1470 dönüm toprağa sahip bir derebeyi olup çıktı. Romancı ilk iş olarak köylülerin yaşama şartlarını düzeltmeyi, onları daha mutlu bir hayata yükseltmeyi amaç edindi, ne var ki köylüler bu davranışlarını kuşkuyla karşıladıklarınd
1851 yılında topçu tugayına astsubay olarak girdi. 1851 onun edebiyat hayatı için de önemli bir tarihtir. İlk çalışmalarına burada görevli bulunduğuKazak köyünde başlamıştır. 1854 ocağınca asteğmenliğe yükseltildi. 1856’da teğmen rütbesiyle ordudan ayrıldı.
Tolstoy kitaplardan tanıdığı Avrupa’yı görmek üzere 1857 yılında Avrupa’ya gitti. Fransa’yı, İsviçre’yi, İtalya’yı, Almanya’yı gezdi. Romancı aynı yıl Yasnaya Polyana’ya döndü.
1862 yılında Sofya Andreyevna Bers ile evlendi.
1881-1901 arasındaki zamanı daha çok Moskova’da geçirdi. 1901’de ağır bir hastalığa tutuldu.
7 Kasım 1910’da evinden uzakta Astapovo (şimdiki adı Lev Tolstoy) tren istasyonunda öldü.
DİRİLİŞ
«Diriliş» Tolstoy’un üçüncü büyük eseridir. Roman, 1899 yılında yazılmıştır. Romanda 19. yüzyıl sonu Rusyasının toplumsal yaşantısı gözler önüne serilir. Özellikle bu yaşantının çelişkili yanlarına dikkati çekmiştir.
Diğer iki büyük romanında (Savaş ve Barış, Anna Karenina) kahramanların çoğu soylular arasından seçildiği halde buradaki kahramanlardan başlıcası Katyuşa Maslova, halk katından biridir. Diriliş’de de psikolojik tahliller, usta tasvirler, sade bir dil, Tolstoy’un sanat gücünün tanıklarıdır. Yalnız bu eserde romancı Tolstoy’un yanısıra ahlâkçı – filozof Tolstoy da vardır. Bir çok satırlar yazarın ruh bunalımını yansıtırlar.
Tanınmış Rus eleştirmenlerind
Diriliş romanı size Tolstoy’un olgun eserlerinden birini tanıtmakla kalmayacak, insan psikolojisinin gizli köşelerini de gün ışığına çıkaracaktır
ROMANDAKİ BAŞLICA KİŞİLER
İVANOVİÇ NEHLÜDOF KATYUŞA MASLOVA
MİSSİ KORÇAGİNA SOFİYA KORÇAGİNA PRENS KORÇAGİN HELENA İVANOVNA MARİYA İVANOVNA SMELKOV
MASLENNİKOF
FANAR i N
KATERİNA
İVANOVNA ÇARSKAYA
MİHAİLOVİÇ
SELENİN SÇEGLOF
: Bir Rus prensi; romanın erkek kahramanı.
: Prens’in baştan çıkardığı kız: romanın kadın kahramanı.
: Nehlüdof’un evlenmek istediği kız.
: Missi’nin annesi.
: Missi’nin babası.
: Nehlüdof’un annesi.
: Nehlüdof’un teyzesi.
: Maslova’nın öldürdüğü iddia edilen bir tüccar.
: Moskova vali muavini, Nehlüdof’un
arkadaşı.
: Maslova davasıyla ilgilenen avukat.
: Nehlüdof’un Petersburg’daki : teyzesi.
: Katerina’nın kocası, Nehlüdof’un eniştesi, general, eski bakanlardan.
: Senato savcısı, Nehlüdof’un arkadaşı. : Kürek mahkumu.LİDİYA ŞUSTOVA NATALYA (NATAŞA) İGNATİY RAGOJİNSKİY SİMONSON
THİON
KİTAYEVA MATRYONA HARİNA
Haksız yere hapsedilmiş bir genç kız, Nehlüdof’un ablası. Natalya’nın kocası.
Sibirya’ya sürülen mahkûmlardan biri, Katyuşa’ya âşıktır.
Prens’in teyzesinin oda hizmetçisi.
Genelev patronu.
Katyuşa Maslova’nın teyzesi.
BİRİNCİ BÖLÜM
Matta, XVIII. 21 – 22 O zaman Pyotr yanına sokuldu, şöyle dedi: Rabbim! bana kötülük eden kardeşimi kaç kere bağışlayacağım? Yedi kere mi? İsa cevap verdi: Yedi kere değil, yedi tane yetmiş kere bağışlayacaksın.
Matta, VII. 1. S. 3. Ne o, kardeşinin gözündeki çöpü görüyorsun da kendi gözündeki merteği görmüyor musun?
Yuhanna, VIII. 7…… içinizde günah islememiş kimse, ilk taşı atsın o kadına.
Luka, VI. 40. Öğrenci öğretmeninden üstün olamaz hiç; ama tam olgunlaşan bir insan öğretmeni gibi olur.
Yüz binlerce insan avuç içi kadar bir yere toplanıp, üst üste yaşadıkları toprak parçasını çirkinleştirmek için var güçleriyle çalışmış olsalar; üzerinde hiç bir şey yetişmesin diye her yanma taş dikmiş, filizlenen her otu kökünden koparmış, havayı taş kömürü, petrol yakarak ellerinden geldiğince kirletmiş, çevredeki tüm ağaçları kesmiş, tüm hayvanları, kuşları uzaklaştırmış olsalar bile gene de ilkbahar ilkbahardı; kentte bile Güneş pırıl pırıldı gökyüzünde. Çimenler yalnız bulvar yeşilliklerinde değil, koparılıp atılmadıkları her yerde, kaldırım taşlarının arasında bile boy atıyor, yeşeriyordu. Kayın, kavak, akdiken ağaçları hoş kokulu, taptaze yapraklar açıyor, ıhlamur ağaçlarının tomurcukları patlıyordu. Kargalar, serçeler, güvercinler ilkbaharın verdiği neşeyle yuvalarını yapmaya başlamışlardı bile. Böcekler güneşin ısıttığı duvar diplerinde vızıldaşıyorlard
İl ceza evi müdürünün odasındaysa ilkbaharın getirdiği mutluluk ve sevincin tüm canlılar, tüm insanlar için olduğu önemli değildi; orada önemli hatta kutsal olan, bir gün önce gelen yazılı emirdi. Basma başlıklı, numaralı kâğıtta o gün, yirmi sekiz nisan sabahı saat dokuzda ikisi kadın, biri erkek üç tutuklunun duruşmada hazır bulundurulmaları yazılıydı. Kadınlardan biri, en önemli suçlu olduğu için, ayrı götürülecekti. Bu emir gereği, yirmi sekiz nisan sabahı saat sekizde kadınlar koğuşunun karanlık, pis kokan koridorunda baş gardiyan görülmüştü. Peşinden, ak saçları karmakarışık, yüzü renksiz, üzerinde kol ağızları sırmalı bir bluz, belinde kenarına açık mavi şerit geçirilmiş bir kuşak olan yaslı bir kadın geldi. Kadın gardiyandı bu.
Kadın, yanında nöbetçi gardiyanla, koridora açılan kapılardan birine yaklaşarak,
— Maslova’yı mı istiyorsunuz? diye sordu.
Nöbetçi gardiyan gürültüyle çevirdi kilidi, kapıyı açtı, kori-dordakinden daha da pis kokan bir hava akın etti dışarıya. Nöbetçi gardiyan,
— Maslova, diye bağırdı, mahkemeye!
Rüzgârın kente taşıdığı tarlaların o taze, misk kokulu havası ceza evinin avlusunda bile vardı. Ama koridordaki hava iğrençti, pislik, katran, küf kokuyordu. İçeri girer girmez bir ağırlık çöküyordu insanın üstüne, karamsar oluyordu. Avludan gelen kadın gardiyan — bu pis havaya alışık olduğu halde — hemen farketmişti bunu. Koridora girince bir bitkinlik hissetmişti üzerinde, uyumak istemişti.
Hücrede bir telâştır başlamıştı: Kadın sesleri, çıplak ayakla koşuşmalar duyuluyordu.
Baş gardiyan başını kapıdan uzatarak,
— Hadi kımıldan biraz, Maslova! diye bağırdı, kulakların
sağır mı?
İki dakika sonra orta boylu, göğüsleri dolgun, genç bir kadın çıktı koridora, canlı adımlarla yürüdü, tam gardiyanın önüne gelince hızla dönüp yanında durdu. Beyaz etek bluzunun üzerine gri bir gömlek giymişti. Ayaklarında keten çorap, çorabım üzerinde de ceza evlerinde giyilen terliklerden vardı. Başına beyaz bir başörtü bağlamıştı; başörtünün kenarından — besbelli mahsus dışarda bırakılmış — bir tutam siyah, kıvırcık saç gözüküyordu. Kadının yüzünde, uzun süre kapalı bir yerde kalmış insanların yüzünde görülen, rutubetli bir bodrumda patatesin sürdüğü filizleri andıran o tuhaf beyazlık vardı. Küçük, geniş ellerinde, gömleğin enli yakası arasından gözüken dolgun boynunda da vardı aynı beyazlık. Bu mat beyaz yüzde son derece siyah, biraz şiş, ama çok canlı, fildir fildir, parlak, biri hafif şaşı bir çift göz dikkati çekiyordu. Kadın, dolgun göğsü önde, dimdik duruyordu. Koridora çıkınca başını hafif yana yatırarak gardiyanın gözlerinin içine bakmış, kendisinden istenecek her şeyi yapmaya hazır bir tavırla geçip yanında durmuştu. O sırada düz, ak saçlı, yaşlı bîr kadının soluk, sert çizgili, kırış kırış yüzü uzandı kapıdan. Maslova’ya bir şeyler söylüyordu. Ama gardiyan kapıyı üzerine kapayınca, yaşlı kadının başı kayboldu. İçerden bir kadın kahkahası duyuldu. Maslova da gülümsedi, kapıdaki parmaklıklı deliğe baktı. Yaşlı kadın yüzünü parmaklığa dayamış, kısık sesiyle,
— Unutma, diyordu az konuş, bir dediğinden dönme, geri yanı kolay.
Maslova başını salladı:
— Olur, unutmam, bir şey söyleyeceğim.
Baş gardiyan amirlere özgü bir kendine güvenle, pek akıllıca bir söz ediyormuş gibi,
—• Elbette bir şey söyleyeceksin, dedi, on şey söyleyecek değilsin ya… Hadi yürü bakalım, marş!
Yaşlı kadının delikte gözüken gözü kayboldu, Maslova da koridorun ortasına çıktı; çabuk, küçük adımlarla baş gardiyanın peşi sıra yürüdü. Taş bir merdivenden alt kata indiler; kadınlar koğuşundan daha da pis kokan, gürültülü hücrelerin önünden geçtiler, — erkekler koğuşuydu burası, kapılardaki parmaklıklı,14
küçük pencereciklerden erkekler bakıyorlardı onlara — ceza evi müdürünün odasına girdiler. Silâhlı iki er vardı orada. Masa başında oturan yazıcı sigara dumanının sararttığı bir kâğıdı erlerden birine uzattı, tutukluyu göstererek,
— Al götür, dedi.
Er, — çiçek bozuğu yüzlü, al yanaklı bir Nijegorod köylü-süydü bu — kâğıdı paltosunun devrik kol ağzının arasına soktu, gülümseyerek, elmacık kemikleri çıkık çavuş arkadaşına göz kırptı, tutukluyu gösterdi. Erler tutukluyla beraber merdiveni indiler, ana kapıya yöneldiler.
Ana kapıyı açtılar onlara, erlerle tutuklu avluyu geçip ceza evi duvarlarını geride bıraktılar, kentin parke sokaklarına daldılar.
Arabacılar, dükkâncılar, çamaşırcı kadınlar, işçiler, memurlar durup merakla yukardan aşağı süzüyorlardı tutukluyu, bazıları başını sallayarak şöyle düşünüyordu: «Kötü yola düşenin hali budur işte,» Çocuklar, canavar kadına içleri korkudan ürpere-rek bakıyor, ama arkasında iki askerin olduğunu, onlara bir şey yapacak durumu bulunmadığını görerek rahatlıyorlardı. Köyden getirdiği kömürü sattıktan sonra bir meyhaneye girip doyasıya çay içmiş bir köylü yaklaştı Maslova’nın yanına, haç çıkardı, bir köpek uzattı ona. Beriki kızardı, başını önüne eğip bir şey mırıldandı.
Tutuklu, kendine yönelen bakışları hissediyor, başını çevirmeden belli etmemeye çalışarak yan gözle ona bakanları süzüyordu. Hoşuna gidiyordu ona gösterilen bu ilgi. Tertemiz, ilkbahar havası da hoşuna gidiyordu; ama uzun zamandır yürümediği için hamlaşmış, ceza evinin biçimsiz terliklerini geçirdiği ayaklarının altı sızlıyordu taşlara bastıkça. Eğilip ayaklarının altına bakıyordu arada bir, elinden geldiğinde hafif basmaya çalışıyordu yere. Önünde kimsenin ilişmediği güvercinlerin dolaştığı bir un dükkânının önünden geçerlerken tutuklu az kaldı gümüş rengi bir güvercinin üstüne basıyordu; güvercin birden ürktü, kanatlarını çırparak geçti tutuklunun kulağının dibinden, rüzgârı yüzüne vurdu. Tutuklunun dudaklarında bir gülümseme dolaştı, sonra durumunu hatırlayınca derin bir göğüs geçirdi.
Son derece olağan bir öyküydü tutuklu Maslova’nınki. Köyde çiftlikleri olan iki kızkardeşin yanında hayvan bakıcısı, hiç evlenmemiş köle bir kadının kızıydı. Annesiyle beraber kalıyordu. Ömründe hiç evlenmemiş bu kadın hemen her yıl bir çocuk doğuruyordu. Köylerde çoğunlukla olduğu gibi, hemen vaftiz ediyorlardı çocukları; sonra anne çalışmasına engel olan bu gereksiz, istenmeyen çocuğun karnını bile doyurmuyordu, çocuk da kısa bir zaman sonra ölüyordu.
Kadının beş çocuğu ölmüştü böyle. Hepsini de vaftiz etmişlerdi; açlıktan ölmüşlerdi sonra. Köyden geçen bir çingeneden olan altıncı çocuk kızdı, onu da aynı son bekliyordu elbette, ama çıkarılan kaymak, inek kokuyor diye yaşlı kızkardeşlerden biri bakıcılara çıkışmaya ahıra gelince kaderi değişti bebeğin, ölümden kurtuldu. Ahırın bir köşesinde yanında gürbüz bir çocuk, yeni doğum yapmış kadın yatıyordu. Yaşlı hanım hem kaymak için, hem .de, yeni doğum yapmış bir kadını ahırda yatırdıkları için söyleyeceğini söyledikten sonra tam çıkıp gidiyordu ki, yerde yatan bebeği görünce duygulandı, çocuğun vaftiz anası olacağını söyledi. Vaftiz töreninde haç çıkararak kutsadı küçük kızı, sonra da bebeğe acıdığı için annesine süt, para verdi, böylece kız ölmedi, hayatta kaldı. O günden sonra da «kefeni yırt-, mış» diye ad taktılar kıza hanımlar.
Annesi hastalanıp öldüğünde kız çocuğu üç yaşındaydı. Kızın gene hayvan bakıcısı olan anneannesi torununa bakmak istemeyince yaşlı hanımlar çocuğu yanlarına aldılar. Siyah gözlü kız öylesine hayat dolu, öylesine tatlı bir çocuk olmuştu ki, hanımlar bayılıyorlardı ona.
Hanımların küçüğü Sofiya İvanovna —kızı vaftiz eden buydu— daha bir yumuşak yürekliydi. Büyüğü Mariya İvanovna’ysa biraz sertti. Sofiya İvanovna küçük kızı süslüyor püslüyor, ona okuma yazma öğretmeye çalışıyordu; okutmaya niyetliydi onu. Mariya İvanovna kızı iyi bir oda hizmetçisi olarak yetiştirmelerini
Bir çok kimse evlenmek istemişti onunla, ama o evlenmemişti. Evlenirse yaşayışının güçleşeceğini, hanımların yanındaki rahatı bırakıp bir uşağa varırsa sonra bu hayatı arayacağını biliyordu.
On altı yaşına kadar öyle yaşadı. On altısını doldurup on yedisine yeni basmıştı ki, hanımlarının üniversite öğrencisi zengin bir prens olan yeğeni geldi köye. Katyuşa tutuldu ona, ama sevgisini ne delikanlıya açabilmişti, ne de kendi kendine itiraf edebilmişti. İki yıl sonra aynı yeğen savaşa giderken yolu üzerindeki halalarının köyüne uğradı gene, dört gün kaldı orada, gitmeden bir gün önce de Katyuşa’yı iğfal etti, devrisi gün eline bir yüz rublelik sıkıştırıp gitti. Delikanlı gittikten beş ay sonra öğrendi kız gebe olduğunu.
Artık her şeyden iğreniyor, onu bekleyen yüz karasından nasıl kurtulabileceğin
Bu yaptıklarından zaten bıkmış olan hanımları hemen yo! verdiler ona. Oradan ayrılınca bölge polis komiserinin yanma oda hizmetçisi olarak girdi, ama ancak üç ay kalabildi bu işte; çünkü ellilik komiser asılmaya başlamıştı ona, ihtiyar iyice azıttığı bir gün kızın da tepesi attı birden, «aptal, bunamış şeytan suratlı,» diye bağırdı yüzüne karşı, öyle bir itti onu ki, ihtiyar sırtüstü yere yuvarlandı. Bu yaptığı, işinden kovulmasına yetti de arttı bile tabiî. Bir işe giremezdi artık, yakında doğum yapacaktı, şarap ticareti yapan dul köy ebesinin yanına yerleşti. Kolay oldu doğumu. Ne var ki, ebe kadın köydeki bir hastadan kaptığı bir hastalığı yeni doğum yapan Katyuşa’ya bulaştırınca bebeği —erkekti— bakım evine yollamak zorunda kaldılar. Çocuğu oraya götüren yaşlı kadın, yavrunun bakım evine gittikten az sonra öldüğü haberini getirdi.
Köy ebesinin evine yerleştiğinde Katyuşa’nın bütün parası yüz yirmi yedi rubleydi; yirmi yedi rublesi çalışıp kazandığı paraydı; yüz rubleyi de onu aldatan delikanlı vermişti. Ebenin yanından ayrılırken altı ruble vardı cebinde. Parasını tutmayı bilmiyordu, kendine harcıyor, her isteyene çıkarıp veriyordu. Ebe iki aylık bakımına, yemesine içmesine karşılık kırk ruble almıştı ondan, yirmi beş ruble çocuğun bakım evine yatırılmasına gitmişti, ebe inek almak için kırk ruble istemişti, yirmi ruble şuna buna — giysiye, çaya, kahveye — harcanmıştı… Öyle ki, Katyuşa iyileştiğinde meteliksiz kalmıştı ortada, öte yandan bir iş bulması da gerekiyordu kendine. Orman bakıcısının yanında bir iş buldu. Evliydi orman bakıcısı, ama tıpkı komser gibi o da daha ilk günden asılmaya başladı Katyuşa’ya. Katyuşa iğreniyordu bu adamdan, elinden geldiğince kaçmaya çalışıyordu ondan. Gelge-lelim adam Katyuşa’dan daha tecrübeli, kurnazdı; üstelik amiriydi de, istediği yere yollayabilirdi onu; uygun bir anını bulup elde etti Katyuşa’yı sonunda. Ormancının karısı öğrendi durumu nasıl öğrendiyse, bir keresinde kocasını Katyuşa’yla odada yalnız yakalayınca kızın üzerine saldırdı, vurmaya başladı ona. Katyuşa boyun eğmedi, saç saça, baş başa dövüştü iki kadın, bu kavganın sonunda Katyuşa’yı içerde biriken parasını da vermeden kovdular evden. Katyuşa kente geldi sonra, halasının yanına yerleşti. Halasının kocası ciltçiydi, kitap ciltlerdi, eskiden iyi gidermiş işleri, ama Katyuşa kente indiğinde tüm müşterilerini kaybetmişti, gece gündüz durmadan içiyor, eline geçen her şeyi içkiye veriyordu.
Katyuşa’nın halası küçük bir çamaşırhane çalıştırıyor, onun geliriyle çocuklarına, bu arada ayyaş kocasına da bakıyordu. Halası çamaşırcı olarak yanında çalışmasın! önerdi Maslova’ya. Ama Maslova halasının çamaşırhanesinde
Maslova yazarın tuttuğu dairede otururken, aynı evde kiracı şen yaradılışlı bir satıcıya tutuldu.
Maslova kendi açtı durumu yazara, ondan ayrılıp satıcının küçük dairesine yerleşti. Onunla evleneceğine söz veren satıcı, Maslova’ya bir şey söylemeden Nijniy’e kaçınca gene yalnız kaldı
Maslova. Dairede tek başına oturmak istedi, ama izin vermediler. Mahal e polisi, yalnız başına ancak sarı kart alırsa, her hafta da muayeneye gelirse oturabileceğini söyledi. O zaman gene halasına gitti Maslova. Üzerindeki son moda elbiseyi, pelerini, şapkasını görünce saygıyla karşıladı onu halası; onun yüksek tabakaya girdiğini düşünerek, çamaşırhanesinde çalışmasını önermeye cesaret edemedi. Mas lova için çamaşırcı olmak ya da olmamak önemli değildi artık. Çamaşırhanenin ilk odalarında bazıları çoktan vereme yakalanmış, soluk yüzlü, sıska çamaşırcı kadınların yaz kış açık duran pencereleri arasında, otuz derece sıcakta sabunlu buharın içinde çamaşır yıkayarak, ütü yaparak sürdükleri kürek mahkûmla-rmkinden farksız bu hayata bakarken içi sızlıyordu Maslova’nın; kendisinin de burada çalışabileceği aklına gelince dehşete kapılıyordu.
Devamını okumak için satın alınız…