Tarihin en eski milletlerinden birinin dirilişi…
Ateşten geçerek, kan içinde, bir daha uyumamak, benliğini unutmamak, kandırılmamak, sömürülmemek, ezilmemek, ölmemek üzere çığlık çığlığa dirilişi…
Önsöz
1948den beri yakın tarihimiz, Özellikle Milli Mücadele hakkında anı, belge, bilgi toplamaklaydım. Milli Mücadele’yi yazmak için birçok hazırlık da yapmıştım.
Ama tarih sırasına uyarak önce Çanakkale’yi yazıp bitirmeliyim diye düşündüm. Çünkü Çanakkale bir dirilişti, Türkün geri dönüşüydü, Milli Mücadelenin ve Cumhuriyet’in habercisi, taç kapısı, arifesiydi, ‘yeni Türkiye’nin önsözüydü.
Hazır olduğumu sanarak başladım. Epeyce de yazdım ama sürdüremedim. Hazırlığımın yeterli olmadığını anladım. Kendimi o siperlerde yatmış, o ateş altında kalmış, yüzüme kan sıçramış gibi hissetmiyor, Çanakkale’yi yaşamıyordum.
Bu büyük olayın hakkını verecek bir hazırlık gerekti. Çanakkale’yi yazmayı erteledim, hatta bıraktım.
Milli Mücadele’yi yazmaya hazırdım. Bu konudaki neredeyse 50 yıllık birikimim beni ‘yaz!’ diye zorlayıp duruyordu zaten. Onu her aşamasıyla yaşamaktaydım. Bu nedenle önce Şu Çılgın Türker’i yazdım.
Sevgili okurlarımdan gelen cesaret verici dilekler, içimde yeniden Çanakkale’yi yazmak isteğini parlattı. Yakın tarihimizi, Çanakkale, Milli Mücadele ve Cumhuriyet’ten oluşan bir üçleme olarak yazmak hevesi uyandırdı.
Bu üçlemeyi yasmayı hem günümüze, hem geleceğimize karşı bir görev, bir borç olarak benimsedim.
Çanakkale Savaşı ve o dönemle İlgili kitaplığımı hızla tamamladım. Bu konudaki dergileri, makaleleri derledim, internette konu İle ilgili başlıca siteleri taradım, birçok bilgi, harita ve resim indirdim.1
Bu bilgileri birçok kez elden geçirdim, fişledim, birbirleriyle karşılaştırdım, o dönemin tam ve gerçek bir resmini görmeye çalıştım. Bir konuda yargıya varmak için konuyla yakından uzaktan ilgili her kaynağa başvurdum. Kaynarca’nın, Çanakkale olayına ve gerçeğe duyduğum saygıyı, verdiğim büyük önemi, gösterdiğim özeni yansıttığını sanıyorum.
Çanakkale hakkındaki ciddi, dürüst, saygıdeğer araştırmaların dışında üç tür yaklaşım var.
Bunların üzerinde biraz durmak istiyorum. Birinci yaklaşım, Çanakkale’yi M. Kemal’siz, M. Kemal’i yok sayarak anlatmaya yelteniştir. Bu yaklaşımla yazılmış yazılar, bazı uyduruk kitap ve romanlar, ayrıca bu nitelikte cd’ler de var. Bu cd’ler öğrencilere, halka ücretsiz dağıtılıyormuş. Utandırıcı bir durum. Bile bile gerçeğe ihanet ediyor, tarihi kirletiyorlar, Bunları yazanların, yaptıranların kimler olduğu, amaçlarının ne olduğu, yaptıkları işin niteliğinden belli.’
Dünyanın bildiği, on binlerce belge ile kanıtlı gerçekleri değiştirmeye, çarpıtmaya cüret eden bu insanlar, ellerine fırsat geçse acaba daha neler yaparlar?
Bîr gençlik yalanla dolanla yetiştirilip eğitilir mi? Bu gençlikten kime hayır gelir?
Allah bu güzel milleti ve ülkeyi cahilin, yalancının ve sahte tarihçinin şerrinden ve iktidarından korusun!
İkincisi: Çanakkale’de M. Kemal’in rolünü küçültmeye çalışmak. Bu çizgide birkaç yazar var. Bunlar “Çanakkale’de M. Kemal yoktu” diyemiyorlar, bu kadar büyük yalanı göze alamıyorlar ama M. Kemal’in Çanakkale zaferindeki rolünü bin dereden su getirerek, gülünç olmayı göze alarak küçültmeye, önemsizleştirmeye, dikkatten kaçırmaya çalışıyorlar. Bunlar gerçeğe saygısız, maksatlı, bilgisiz, zavallı, küçük kalemler. Sahte tarihçilere ve onların karanlık amaçlarına hizmet ediyorlar.
Üçüncü tür yaklaşım, Çanakkale’yi bir mucizeler, kerametler sergisi halinde anlatmak.
Bu hikâyelere bakılırsa Çanakkale Savaşı askeri bir zafer değil. Komutanların, subayların ve Mehmetçiklerin önemli bir rolleri yok. Bunlara göre savaşı, komutanlar, dövüşenler, can verenler değil, İlahi, gizli güçler, veliler, erenler, dervişler kazanmış.
Yaygın bir örnek vereyim.
Nüsrat mayın gemisiyle dökülen 26 mayın ile ilgili uydurma hikâyelerin biri de Mehmet Gençcan’ın Çanakkale Savaşlarından Menkıbeler adlı kitabında bulunuyor (s.23 vd.). Bazı ifadelerini koruyarak özetliyorum. Yazar savaşa Allah’ı da katıyor:
“Cevat Paşa’ya rüyasında Allah tarafından buyruldu ki;
‘Ey Cevat, sen Müslüman Türk topraklarının kumandanısın. Bu topraklar üzerinde yaşayan sizler, benim kelamıma hürmet ve tazim edersiniz. Size müjdeler olsun ki yakında zafere müyesser olacaksınız. Deniz üzerine bak.’”
Cevat Paşa dönüp denize bakar, denizin üstü yoğun bir nurla kaplıdır. O nurlu dalgalar arasında çiçeklerle bezenmiş kef ve vav harflerini görür, uyanır. Bu ilahi işaretin anlamım çözemez. Kilitbahir’de kızının mezarını ziyaret ederken rüyasında aşina olduğu sesi (Allah’ın sesini) burada da işitir:
“Ey Cevat. Depolardaki 26 mayını denize döşe. Türke Türkten başka dost yoktur.”
Ne yapılması gerektiğini yüce Allah Cevat kuluna Türkçe olarak apaçık söylüyor. Ama Cevat Paşa nedense anlamıyor. Neyse ki karşısına pir yüzlü bir zat çıkar ve rüyayı yorumlar, ebcet hesabıyla3 kef ve vav harflerinin 26 demek olduğunu açıklar, sonunda da der ki:
“Bu 26 mayını hemen denize döşe ki zaferinize sebep olsun.”
Yüce Allah emretmiş, pir yüzlü zat da doğrulamış. Cevat Paşa’nın hemen gereğini yapmaya koşması beklenmez mî? Hayır, koşmuyor. Hiç telaşı yok. Eve geliyor, iftar ediyor. İftar ederken olayı eşine anlatıyor. Allah’tan eşi akıllı. Hemen Paşa’yı uyarıyor: “Mayın Grup Komutanından meseleyi öğren! Depolarda kaç mayın var?”
Paşa eşi de böyle olmalı! Bunun üzerine Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa nihayet ayılıp harekete geçiyor, Mayın Grup Komutanını çağırıyor, depoda 26 mayın olduğunu öğreniyor ve bunların döşenmesi İçin emir veriyor…
Nusrat mayın gemisiyle dökülen 26 mayın olayının İçyüzü meğerse bu imiş!
M. Gençcan’ın kitabında Çanakkale Savaşı’na hiçbir güzellik, derinlik, yücelik, değer katmayan, inceliği olmayan bunun gibi bir hayli uydurma hikâye, daha doğru deyişle hurafe var. Bu kitabı kim yayımlamış dersiniz?
1990’da Gençlik ve Halk Dizisinin 50. kitabı olarak, TC Kültür Bakanlığı! Kitabın önsözünde ve arka kapağında özetle şöyle deniliyor: “Bu olayları, resmi ve ilmi tarih söylemez, söyleyemez. Bunlar tarihi olayların arka planıdır.”
Dev Osmanlı Devleti’ni ilkelleştiren, çağdışı hale getiren, Ölümüne yol açan, akla ve gerçeğe saygısız Ortaçağ kafası işte bu. Bu kafanın Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığında da kendine yer edinebilmiş olması çok düşündürücü.
Aynı hurafe biraz farklı olarak bir Gelibolu rehberinde de yer alıyor.4
Yazar hurafeye bir ön bilgi vererek başlıyor, Özetleyerek aktarıyorum: “Boğaz’da 377 mayın bulunmaktaydı. Düşman mayın tarama gemileri ile Boğaz’da aralıksız olarak mayın tarıyordu. Müstahkem Mevki Komutanlığına gelen rapora göre artık Çanakkale Bogazı’nda hiçbir mayın kalmamıştı. Harekâtın yapılacağı sabah düşman filosu Boğaz’dan gönül rahatlığı ile geçebilecekti.” (s. 198)
Mayınların temizlenmiş olduğu hakkındaki bu iddianın gerçekle hiç ilgisi yok. Yazar hurafeyi Önemsetmek için düpedüz uyduruyor. Düşman Kepez’le Geçit arasındaki 10 hattan sadece birini temizleyebilmiştir 9 hat sapasağlam durmaktaydı. Durmasa düşman ilerleyip geçerdi zaten. Yazar şöyle devam ediyor:
“Ama düşmanların bilemedikleri şey yüce makamlarda hangi planların yapıldığıydı.”
‘Yüce makamlar’, olağanüstü, gizli, ilahi güçler demek. Çünkü bunlar devreye girmeden Müstahkem Mevki Komutanı da, karargâhı da gerekli yere mayın dökmeyi akıl edemiyor. Yazar bu ön bilgiden sonra bildiğiniz hurafeyi anlatıyor: Cevat Paşa rüya görüyor, sonra ilahi ses, derken denizi kaplayan nur, kef ve vav harfleri, bunu yorumlayan nur yüzlü ihtiyar ve 26 mayının denize dökülmesi! Bu mayınların nereye dökülmesi gerektiğini Cevat Paşa sonunda akıl edebiliyor. Karanlık Limana döktürüyor.
Düşman donanması 377 mayından temizlenmiş Boğaz’ı düpedüz ilerleyip geçmiyor, nedense kuytu koydan geçiyor, mayınlar patlıyor, zaferi kazanıyoruz.
O müthiş 18 Mart deniz zaferi böyle bir hurafeye İndirgeniyor.
Bu kitapta akla ziyan daha bir sürü hurafe, abartı, yanlış, saptırılmış bilgi var.
Aynı hurafeyi bîr başka yazar da kitabına almış, gerçekmiş gibi yansıtıyor. Bu yazarın tarih öğretmeni olması durumu daha trajikleştiriyor.
Allah’ın yardım edeceğine, ettiğine inanmak, güvenmek başka şey, ettiğini kanıtlamak için böyle hikâyeler uydurmak başka şey.
Allah’ın bizim yalanlarımıza ihtiyacı yoktur!
Böylesi rehberler, kitaplar Gelibolu’daki şehitliklerde satılıyor. Kafileler halinde çocuklar, gençler Gelibolu’ya getiriliyor, şehitlikler gezdirilirken özel rehberler genç beyinleri bu hurafelerle yıkıyorlar. Gerçek saklanıyor, M. Kemal’in adı bile ağızlara alınmıyor. Bu insancıklar Çanakkale Savaşı’yla ilgili gerçekler hakkında hiçbir şey öğrenmeden, hurafelerin yarattığı zihin bulanıklığı içinde Gelibolu’dan ayrılıyorlar. Gün gelecek bu bilgi ve kafayla Türkiye’yi yönetmeye heveslenecekler. Belki de asker olmak isteyecekler.
Milli Park yönetimi hiçbir önlem almıyor. Gelibolu bir sömürü alanı ve zevksiz bir panayır halinde. O görkemli zafer, o kutsal toprak bunu hak etmiş değil. Tarihe saygılı ve zevkli birileri Gelibolu’ya ve Orhaniye çevresine kesinlikle sahip çıkmalı.
Bu ve benzeri hikâyelerin bir teki bile savaş sırasında, savaş ertesinde, yakın zamanlara kadar herhangi bir anıda, araştırmada, belgede, raporda, makalede, mektupta, haberde, söylentide yer almıyor. Hiçbirinin tanığı, duyanı yok.
Yani hiçbiri gerçek değil. Apaçık uydurma.
Sevgili okurlarım!
Halk muhayyilesi bir zaferi süslemek, yüceltmek için bazı olağanüstü hikâyeler yaratabilir. Bu tıpkı türkü yakmak gibi doğal.
güzel, masum bir şeydir. Bunlara menkıbe denilir. Gerçek olmadığı bilinir. Bu nedenle tarih kitaplarında yer almaz. Ancak edebiyat ve halkbilimi bakımından bir değer taşır. Halkın yarattığı birkaç menkıbe var ki onlara ben de kayıtsız kalmadım.
Ama aktardığım bu örnekler, gerçek olmadığı gibi halk yaratısı menkıbe de değil.
Ne bunlar?
Bunlar, yazanlar tarafından yakın zamanlarda, maksatlı olarak uydurulmuş hikâyeler, sahte menkıbeler. Bu durum şöyle özetlenebilir: Çanakkale üzerine menkıbe mi, uydur uydur söyle!
Bunlara göre Çanakkale askeri bir zafer değil, mucizeler sergisi. Askeri bir anlamı, değeri, yüceliği yok. Şehitler boşuna ötmüş. Askeri tarih kitapları boşuna yazılmış.
Bu sahte menkıbeler, uyduruk hikâyeler Çanakkale zaferini basitleştiriyor, masa Hastın yor, gerçek olmaktan uzaklaştırıyor, büyüklüğünü, anlamını zedeliyor, kahramanların, milletin hakkını yiyor, daha önemlisi, zaferin, dirilişin gerçek nedenlerini Örtbas ediyor.
Hurafecilik Allah’la yetinmiyor, Çanakkale Savaşı’na Hazreti Peygamber’i de katıyor. Hazreti Peygamber 1915 yılında, Çanakkale Savaşı sırasında türbedarının rüyasına girerek dem işmiş ki:
“Ben şimdi Medine’de değilim. Çanakkale’deyim. Çok zor durumda olan asker evlatlarımı yalnız bırakmaya gönlüm razı olmadı. Şimdi onlara yardım ediyorum.”‘
Bu da yetmiyor. Mehmet Gençcan “Çanakkale’ye Anadolu’dan alay alay, tabur tabur erenler, veliler ordusunun geldiğini” de ekliyor.
İnsanın sorası geliyor:
Bir:
Yüce Allah, Hazreti Peygamber, erenler ve veliler, iki yüz yıldan beri yenilip duran Osmanlı Devleti’ne ve ordularına neden böyle yardım etmediler? Rusya ile savaşlarda, hele Balkan Savaşı’nda acaba neden hiç yardımcı olmadılar? Sarıkamış’ta, Süveyş’te, Filistin’de, Kudüs’te, Suriye’de, Irak’ta, Bağdat’ta, Musul’da niye hiç yardıma koşmadılar?
Neden yalnız Çanakkale Savaşı’nda ordumuza yardımcı oldular, mucizeler, harîkalıklar yarattılar, öbür cephelerde hiç yardımcı olmadılar?
Allah’ın taraf olduğu bir savaş 9 ay sürer mi? Yani İngilizler ve Fransızlar yüce Allah’a 9 ay kafa tutabilecek kadar güçlü m uy d tiler? Bunu düşündürmek Allah’a saygısızlık, kudretine inançsızlık olmuyor mu? Yüce Allah, hurafecilerin anlattığı gibi savaşa katılsaydı, savaş bu kadar uzar mıydı? Bir saniyede bitmez miydi?
Sorulara devam ediyorum.
Üç
Menkıbelerde anlatılan onca mucizeye rağmen, 3 yıl sonra yenildik, İngiliz ve Fransızlar 1918 Kasımında Gelibolu’yu, Çanakkale’yi ve düşmanın ele geçirmemesi için yüz bine yakın şehit verdiğimiz İstanbul’u işgal ettiler.
Bu durumu nasıl yorumlayacağız?
O hurafeler neydi, bu acı, zavallı sonuç ne? Böylece düşman, yalnız ordularımızı değil, hurafecilerin Çanakkale Savaşı’na sürekli katıldığını ileri sürdükleri yüce Allah’ı, Hazreti Peygamber’i, velileri, erenleri, dervişleri, nur yüzlü ulu kişileri de yenmiş mi oldu?
Hurafelere inanırsanız, evet!
önünü ardını düşünmeden hurafe uydurmanın sonu buna varır. Allah’a saygısızlığa, küçük düşürmeye kadar uzanır, Allah’ı İngilizlere yenilmiş gösterir.
Ama tabii ne bu hurafeler doğru, ne de bu sonuç.
Bu hurafeleri üreten kafa hiçbir çağda çağdaş değildir. Görkemli Osmanlı Devletİ’nİ yiyip bitiren, acınacak duruma düşüren bu kafadır. Şimdi Cumhuriyet aydınlığım karartmaya çalışıyor.
Bu hurafelere ve bu hurafeci kafalara, bu akla, sağduyuya, gerçeklere aykırı anlayışa, tarihçilerden, bilim adamlarından önce gerçek dindarlar, özellikle de Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı karşı çıkmalı.
Hurafe beyni uyuşturur.
Dini de, gerçeği de, masala çevirir.
Bilimi, bilim anlayışını öldürür.
Çanakkale konusunda hurafecilige son verileceğini ummak istiyorum. Kitapların hurafelerden temizlenerek yeniden basılmasını diliyorum. Milli Park yönetiminden, şehitliklerin ve anıtların, eğitimli, bilgili, dürüst rehberler eşliğinde gezilmesini sağlamasını, bu işi ciddi denetim altında tutmasını rica ediyorum.”
Çanakkale’nin hurafeye, yalana, abartıya, bulutlara, sislere, rüyalara, keflere, vavlara, kısacası uydurma olağanüstülüklere ihtiyacı yoktur.
Kendi olağanüstüdür.
İnançlılar bu olagaüstülükte birçok ilahi anlamlar, işaretler bulabilir. Hurafeler uydurmaya hiç gerek yok!
Uyduruk tarihle uyduruk gençlik yetişir. Uyduruk gençlik de güçlü yabancıyı ‘efendi’ bilen, işgalcinin elini öpen sömürge gençliği, büyüyünce de sömürge yöneticisi, sömürge politikacısı, sömürge öğretmeni, sömürge işadamı, sömürge yazarı, sömürge tarihçisi olur.
Çanakkale hakkında dördüncü tür diyeceğim bir yaklaşım daha var. Ona da değinmeliyim. Bu yaklaşımı abartı diye özetleyebiliriz. Birinci örnek:
Birçok yazı ve konuşmada şehit sayısı 250.000’den aşağı düşmüyor. Bu, abartılı, gerçeğe aykırı bir sayı. Doğru değil. Ama bu yanlışa Çanakkale ile ilgili her anmada, törende, seminerde rastlanıyor. Devlet adına konuşanlar bile bu yanlışta direniyorlar. Gerçek sayılan son bölümde vereceğim.
İkinci örnek:
Çanakkale’yi Milli Mücadeleyi gölgede bırakacak, neredeyse silecek kadar abartmak.
Hayır!
Taşları doğru yerine koymalıyız.
Çanakkale’nin, tarihin uğursuz akışını durdurarak, geciktirerek Milli Mücadeleye zaman ve millete özgüven kazandırdığı, Kuvayı Milliye ruhunu hazırladığı doğrudur. Ama bu uğursuz akışı geri çeviren Milli Mücadele’dir.
Çanakkale’de emperyalistleri elimizden kaçırmıştık. Milli Mücadcle’de denize döktük, galipleri Lozan’ı İmzalamak zorunda bıraktık, üzerimizdeki bütün ipotekleri kaldırdık. Milli Mücadele yalnız bir Kurtuluş Savaşı değil, Çanakkale’nin de görkemli bir rövanşıdır.
Çanakkale, Milli Mücadele ve Cumhuriyet, bir büyük sürecin, biri ötekine milyonlarca can ve kan damarıyla bağlı üç büyük aşamasıdır. Bunları birbirinden ayırmaya, maksatlı olarak karşılaştırmaya kalkışmak, bütünlüğü parçalamak, gerçeğe ihanet et
Çanakkalc ve Gelibolu’ya 1960’lı yıllarda iki kez gitmiştim. 2006 sonbaharında iki kez daha gittim. Asya yakasındaki Kumkale’yi, Orhaniye’yİ ve öteki tabyaları, konunun uzmanı bir dostla birlikte gezdim. Gelibolu yarımadasındaki tabyaları, savaş alanlarını, yerleşim noktalarını, limanları ve şehitlikleri yine uzman bir rehberle dolaştım.
Yüzlerce fotoğraf çektim.
Çanakkale’yi yaşamaya başlayınca, Diriliş’i yazmaya oturdum.
Çanakkale Savaşı’nı ve o dönemi en iyi özetleyen ve sonrasını sonsuza açan sözcüğün Diriliş olduğunu düşünüyorum.
Çanakkale Birinci Dünya Savaşı içindeki büyük savaşlarımızdan en önemlisi, örneği olmayan bir savunma zaferidir. Yazık ki bu zafer Birinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkmamıza yetmedi. Dört yıl süren bu acımasız savaşı yenik ve ezik bitirdik. İstanbul yönetimi o uğursuz Mondros Mütareke Anlaşmasını imzalamak zorunda kaldı. Galipler dört bir yandan Türkiye’ye girdiler, Gelibolu ve Çanakkale’yi de işgal ettiler. O gazi tabyalara, gazi toplara el koydular. Subaylarımız ve askerlerimiz tabyaları ve topları ağlayarak galiplere bırakıp çekildiler.
Eğer Çanakkale Savaşı, bazı özellikleri olmasaydı, o acı yenilgiler içinde bir teselli olarak kalacak ve hüzünle anılacaktı. Ama geleceği kuran büyük özellikleri dolayısıyla unutulmaz bir diriliş, yeniden doğuş anıtı olarak yükseliyor.
Diriliş’te bu özellikleri yansıtmaya çalışacağım.