Amin Maalouf, 1949’da Lübnan’da doğdu. Ekonomi ve toplumbilim okuduktan sonra gazeteciliğe
başladı; 1976’dan beri Paris’te yaşıyor. Çeşitli yayın organlarında yöneticilik ve köşe yazarlığı
yapmış olan Maalouf, bugün vaktinin çoğunu kitaplarım yazmaya ayırmaktadır.
Yapıtlarında çok iyi bildiği Asya ve Akdeniz çevresi kültürlerinin söylencelerini başanyla işleyen
Maalouf, ilk kitabi Les Croisades vues par les Ârabes (1983, Arapların Gözüyle Haç-hlar) ile tanındı
ve bu kitabın çevrildiği dillerde de büyük bir başarı kazandı. 1986’da yayımlanan ve aynı
yıl Fransız-Arap Dostluk Ödülü’nü kazanan ikinci kitabı (ilk romanı) Leon l’Africain (Afrikalı
Leo) ise bugün bir “klasik” kabul edilmektedir.
Maalouf un 1988’de yayımlanan ikinci romanı Samarcanâe (Semerkant) da coşkuyla karşılandı
ve pek çok dile çevrildi. Maalouf un sonraki kitapları yine romandı: Les Jardins de lu-miere (1991,
Iştk Bahçeleri) ve Le Premier Slide apres. Biatrice (1992, Beatrice’de ı Sonra Birinci Yüzyıl). Amin
Maalouf, 1993’te yayımlanan romanı Le Rocher de Tanios (Tanios Kayası) ile Goncourt Ödülü’nü
kazandı. Son romanı Echelles du Levant (Doğunun Limanları) ise 1996’da yayımlandı.
Amin Maalouf un dört romanı yayınevimizce Türkçeye kazandırılmıştır: Afrikalı Leo (1993),
Semerkant (1993), Tanios Kayası (1995) ve Doğunun Limanları (1996).
Bu öykü bana ait değil, bir başkasının yaşamım anlatıyor. Kendine özgü sözcükleriyle, onları
sadece belirsiz veya tutarsız bulduğumda düzelttim. Kendine özgü gerçekleriyle, bütün gerçekler
birbirine eşdeğerde.
Ara sıra bana yalan söylemiş midir? Bilemem. Ama herhalde kendisi hakkında, sevdiği kadın
hakkında, buluşmaları, şaşkınlıkları, inançları, düş kırıklıkları hakkında söylememiştir. Bunun kanıtı
elimde. Ama yaşamının her aşamasında kendi davranışları, hiç de alelade olmayan ailesi, mantığının
değişik dalgaları -demek istiyorum ki delilikten bilgeliğe, bilgelikten deliliğe gidip gelen o bitmez
tükenmez gelgitler- hakkında her şeyi söylememiş olması mümkündür. Yine de iyi niyetli olduğunu
düşünüyorum. Belleğine olduğu kadar yargılamasına da güvenemediğini kabul edebilirim ama, hep
iyi niyetli olmuştur.
Ona 1976 Haziran’ında metroda rastladım. Kendi kendime “Bu, O!” diye mırıldandığımı
anımsıyorum. Onu tanımak birkaç saniyemi almıştı. O güne kadar ona ne rastlamıştım ne de adını
duymuştum. Sadece birkaç yıl önce, bir kitapta resmini görmüştüm. Tanınmış biri değildi. Gerçi,
resmi bir tarih dersi kitabında olduğuna göre, bir bakıma tanınmış biriydi. Ama bu, resmin altında adı
yazılan bir büyük adamın portresi değildi. Resim, bir rıhtımda toplanmış bir kalabalığı
gösteriyordu; arka planda, sadece küçük bir parçası dışında, bütün bir ufku kaplayan bir gemi vardı;
resmin altında, Eski Dünya’dan insanların 2. Dünya Savaşı’nda Avrupa’ya gelerek Direniş
saflarına katıldıklarını ve dönüşlerinde birer kahraman olarak karşılandıkları yazılıydı.
Gerçekten de kalabalığın ortasında, gözleri kamaşmış genç bir adam vardı. Açık renk saçlı, biraz
çocuksu çizgilere sahip, çiçekten girlandı o an takılmış gibi, boynu azıcık yana uzamış.
Ç.N.:”Les fichelles du Levant”: Kelime anlamı olarak “Doğunun Merdivenleri” olup, bazj Akdeniz
Umanlarına Fransızların taktığı ad.
Ne kadar zaman bu resmi seyre dalmıştım! Okulda üst üste dört sene aynı tarih kitabından ders
gördük: her yıl bir çağı öğrenmek durumundaydık. Önce şanlı Antik çağı; İskender’in fethettiği
Fenike kentleri; sonra Romalılar, Bizanslılar, Araplar, Haçlılar, Memluklar; daha sonra dört yüz
yıllık Osmanlı egemenliği; nihayet iki dünya savaşı, Fransız mandası: bağımsızlık… Bana gelince ben,
programın nasıl ilerlediğini bekleyemeyecek kadar sabırsızdım. Tarih tutkumdu. Daha ilk günlerde
bütün kitabı gözden geçirmiştim, tekrar tekrar okumaktan bıkmamıştım. Sayfaların her biri kıvrık,
buruşuk, köşeleri yenik, satırların altlan çizik, kargacık burgacık yazılı, yorum yerine ünlemlerle
dolu idi.
Bütün bunları, o resmi iyice incelemiş olduğumu göstermek için söylüyorum. Beni ne büyülemişti?
Kuşkusuz bir avcun içi büyüklüğündeki resimde, o yaşta ne hayal ediyorsam hepsi vardı: deniz
yolculuğu, serüven, yüce bir özveri, zafer ve belki de hepsinden çok, o muzaffer-tannya bakan genç
kızlar…
Şimdi ise, tanrı burada. Karşımda, Paris’te, metroda ayakta, bir sütuna dayanmış, kim oldukları
bilinmeyen bir sürü adamın ortasında tanınmamış bir adam. Ama hep o hayran bakış, hep o çocuksu
çizgiler, bugün artık kırlaşmış hep o açık renk saçlar. Ve hep o yana eğik baş. Nasıl tanımazsın?
Volontaires istasyonunda indiğinde, arkasından gittim. O gün biriyle buluşacaktım ama tercihimi
yapmıştım: göreceğim kişiyi akşama doğru veya ertesi günü arayabilirdim, ama onu bir kere
kaybedersem bir daha göremeyeceğimden emindim. Asla.
Metro istasyonundan çıkmadan önce semt haritasının önünde durdu. Burnunu yapıştıracak kadar
yaklaştı, sonra, mesafeyi ayarlayacak biçimde geriledi. Gözleri onu ele veriyordu. Şansımı
denemeliydim, ona doğru yürüdüm.
— Size belki yardım edebilirim…
Doğu şivesiyle konuşmuştum, hoş bir gülümseme ve bir iki güzel sözcükle anladığım belli etti.
Ama yine de hayret etmekten geri kalmadı. O zaman bir çekinme belirtisi farkettim, sanırım
yanılmamıştım. Evet çekingenlik ve hattâ bir çeşit utanç dolu korku. İzinin sürüldüğünü ama bundan
pek de emin olmayan yine de boş yere sert veya kaba olmak istemeyen bir insanın utanç
dolu korkusu.
— Yakınlarda olan bir sokağı arıyorum, dedi. Sokağın adı Hubert Hughes.
Onu bulmakta zorluk çekmedim.
8
— İşte, dedim. Sadece H. Hughes yazmışlar, okunmaz bir yazı ile…
— Yardımınıza teşekkürler! Yaşlanan gözlerimi değil de haritayı yapanlan suçladığınız için de
teşekkürler…
Tatlı bir yavaşlıkla konuşuyordu, sanki söylemeden önce her sözcüğü silkmesi gerekiyormuş
gibi. Ancak cümleleri doğru, sözcükleri seçilmiş, eksiği, çelişkisi olmayan cümlelerdi. Laubali
olmayan bir dil! Hattâ insanlarla değil de kitaplarla konuşurmuş gibi, modası geçmiş, çok eskimiş
sözcükler!
— Eskiden olsaydı haritaya, plana gerek kalmaksızın, içgüdümle yolumu bulurdum…
— Uzak değil. Sizi götürebilirim; buraları bilirim.
Rahatsız olmamamı söyledi ama nezaketen. Israr ettim; üç dakika sonra oradaydık. Sokağın başında
durdu, gözleriyle sokağı taradı ve biraz küçümseyici bir biçimde:
— Küçük bir sokak, dedi. Pek küçük bir sokak. Ama alt tarafı sokak işte.
Sözlerindeki aleladelik ona benim gözümde bir özgünlük kazandırmıştı.
— Hangi numarayı arıyorsunuz?
Ona sağduyu dalı uzatmaktaydım. Dala rutunmadı.
— Özel bir numara değil. Sadece sokağı görmeye geldim. Önce çıkacağım sonra da karşı
kaldırımdan ineceğim. Ama sizi alıkoymak istemem, işiniz vardır. Buraya kadar eşlik ettiğiniz için
teşekkürler!
Bu noktaya geldikten sonra böyle aynlmak istemiyordum, bilmeliydim. Tuhaf görüntüsü
merakımı büsbütün artırmıştı. Fazladan nezaket gösterisiymiş gibi son sözlerini duymazlıktan
geldim.
— Bu sokakta anılarınız olmalı!
— Hayır. Daha önce hiç gelmedim.
Yeniden yan yana yürümeğe başlamıştık. Ben sık sık ona bakarak, onu inceliyordum; o da, burnu
havada, binalara hayranlıkla bakıyordu.
— Anıtsal sütunlar. Sağlam ve güven verici bir sanat. Güzel bir burjuva sokağı. Biraz dar… Alt katlar
loş olmalı. Belki orası, cadde tarafı öyle değildir.
— Mimarsınız.
Sözüm, bir bulmacanın cevabı gibi çıkmıştı! Fazla samimi bir görüntü vermemek için, soru sorar
gibi de çıkmıştı.
— Hiç de değil.
Sokağın ucuna varmıştık, aniden durdu. Mavi beyaz plakayı okumak için gözlerini kaldırdı, sonra
saygı ifadesi olarak indirdi, iki yanma sarkmış olan elleri önünde birleşti, parmaklan hayali bir
şapkayı tutmak istercesine, tuhaf biçimde kenetlendi.
Arkasına geçtim.
Hubert Hughes Sokağı Direnişçi 1919-1944
Gevşemesini ve bana doğru dönmesini bekledim. Bir cenaze-deymiş gibi fısıldayarak:
— Onu tanır mıydınız? diye sordum. Aynı tonda yanıtladı:
— Adı bir şey ifade etmiyor.
Şaşkınlığıma aldırmayarak cebinden bir küçük defter çıkardı ve notlar almağa başladı. Sonra da:
— Bana, Paris’te direnişçilerin adını taşıyan otuz dokuz sokak, cadde veya alan olduğunu söylediler,
dedi. Bundan önce yirmi birini ziyaret ettim. Geriye on yedi kaldı. Adı “Etoile” ikert*
gittiğim Charles-de Gaulle meydanını saymazsak, on altı.
— Hepsini ziyaret edecek misiniz?
— Dört günde, bol bol vaktim var. •
Neden dört gün? Tek bir açıklaması vardı bana göre:
— Sonra da memlekete dönüyorsunuz?
— Sanmıyorum…
Birden, söz konusu Hubert-Hughes Sokağı’nda benden bir hayli uzakta düşüncelere dalmış
göründü. Memleketten, dönüşten söz etmekle hata mı ermiştim?
Beğendiyseniz lütfen kitabı satın alınız.